Dönüp dolaşıp gelecekleri yerdeler artık. Yıllarca hem nefret ettiler hem de onların olduğu yerde olmayı istediler. Ve şimdi oradalar.
Örneğin İstanbul kitap fuarında parayı basıp gazeteleri için açtıkları “yeni ve kaliteli” standı “sanki küçük çaplı bir Hyde Park” olarak tarifliyorlar (E. Dumanlı, Zaman, 09.11.2009). Kendi okuyucusu değil ama diğerleri, benzemek istedikleri, yerine geçmek istediği kişiler bilsin istiyorlar, kendilerinin de dünyanın emperyal merkezlerindeki nadide parkları bildiğini, gezdiğini, gördüğünü.
Hyde Park’larını sevsinler. Gösteriş istiyorlar. Görünmek istiyorlar. Onlar gibi olmak istiyorlar. Alkol kullanmayan, ağzına ülkenin stratejik önemini, milli değerleri evrensel değerlerle buluşturmayı ve hoşgörüyü dolamış, kozmopolitlikte sınır tanımayan yeni sürüm Koçlar, Sabancılar, Şahenkler olmak istiyorlar.
Çünkü paraları var. Camilere halı ısmarlayıp rahatlama devri bitti. Yetmiyor artık. Son yirmi yılda teşviklerle, kayırmalarla büyüdüler. “İkinci kuşak şirket sahipleri genellikle babalarından farklı olarak yurtdışında tahsil görmüş, yabancı dil bilen kişilerden” oluştu (E. Dumanlı, Zaman, 24.10.2009). Şimdi lüks konutlarda yaşıyorlar, lüks arabalara biniyorlar, el yapımı işlemeli saatler takıyorlar, boyunlarını hafifçe sağa kıvırıp ellerini yanaklarına yasladıkları fotoğraflara pozlar veriyorlar.
Yeni bir düzlemde moderniteyle tanıştıklarını düşünseler de paranın gücüyle tanıştılar ve çok sevdiler. Doksanlara damgasını vuran restorasyon dönemi akıllarını başlarına getirdi. Çağı kavradılar. Çünkü bugün "tekarüb-i zaman" (sürat çağı) yaşanmaktadır. Çünkü artık paraları var, hem de çok paraları var. Uçağa atlayıp Hyde Park’ta iki tur atıp memlekete geri dönüyorlar. Ve parayı daha fazla görünür kılma ihtiyacındalar.
12 Kasım 2009 Perşembe
7 Kasım 2009 Cumartesi
Vitrinle raf arasında bir yer
Nikbinlik, Ocak-Şubat 2005, sayı 21, sf. 24-26
Buzda yatan balıklar, kırmızı et, beyaz et, otomobil tekerlekleri, giysi dolapları, giysiler, elektronik eşyalar, telefonlar, ucuz kasetler, krakerler, indirimli temizlik eşyaları, deodorant, şampuan, kalabalık, kasalar, kasiyerler ve raflar boyunca mallar, mallar, mallar! Tüm bu curcunanın, içi bir türlü adlandırılamayan huzursuzluğa ev sahipliği yapan steril, geniş, bol ışıklı, ferah ve aydınlık mekânların ortasında üst üste dizilmiş raflarda, yerlerde, indirim reyonlarında bir sürü kitap; ucuz, pahalı, güzel kapaklı, indirimli, sürü sürü kitaplar; kitapların içinde romanlar, öyküler...
Daha birkaç yıl öncesine kadar, derinlikten ve yaşamı yansıtma endişesinden uzak olmakla, cinselliğin ve duygusallığın pornografileştirildiği, tarihin masallaştırıldığı, kendini anlatan "romancı"ların mırıldandığı bir toplama dönüşmekle suçlanan Türkiye romanı, birkaç yıl içinde daha farklı bir toplamı oluşturmaya başladı. Küfür romanlarını, çöküş romanlarını bile geride bırakan hızlı üretim süpermarket romanları kaplayıverdi ortalığı. “Türkiye, tarihinin en büyük roman çılgınlığını yaşıyor. 2004 yılının ilk yedi ayında yayımlanan roman sayısı, Cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına ulaştı. Temmuz ayına kadar 150 yeni roman okuyucuyla buluştu. Üstelik bu romanların 70 tanesi ilk roman. Romancı olarak tanınan yazarların dışında, öykü, şiir, senaryo gibi edebiyatın farklı alanlarında ürün veren yazarların romana yönelmesi kadar, edebiyat yaşamına romanla başlayan yeni yazarların da çıkmasıyla bu rakama ulaşıldı.” [Radikal, 22.07.2004; sf.23]
Buzda yatan balıklar, kırmızı et, beyaz et, otomobil tekerlekleri, giysi dolapları, giysiler, elektronik eşyalar, telefonlar, ucuz kasetler, krakerler, indirimli temizlik eşyaları, deodorant, şampuan, kalabalık, kasalar, kasiyerler ve raflar boyunca mallar, mallar, mallar! Tüm bu curcunanın, içi bir türlü adlandırılamayan huzursuzluğa ev sahipliği yapan steril, geniş, bol ışıklı, ferah ve aydınlık mekânların ortasında üst üste dizilmiş raflarda, yerlerde, indirim reyonlarında bir sürü kitap; ucuz, pahalı, güzel kapaklı, indirimli, sürü sürü kitaplar; kitapların içinde romanlar, öyküler...
Daha birkaç yıl öncesine kadar, derinlikten ve yaşamı yansıtma endişesinden uzak olmakla, cinselliğin ve duygusallığın pornografileştirildiği, tarihin masallaştırıldığı, kendini anlatan "romancı"ların mırıldandığı bir toplama dönüşmekle suçlanan Türkiye romanı, birkaç yıl içinde daha farklı bir toplamı oluşturmaya başladı. Küfür romanlarını, çöküş romanlarını bile geride bırakan hızlı üretim süpermarket romanları kaplayıverdi ortalığı. “Türkiye, tarihinin en büyük roman çılgınlığını yaşıyor. 2004 yılının ilk yedi ayında yayımlanan roman sayısı, Cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına ulaştı. Temmuz ayına kadar 150 yeni roman okuyucuyla buluştu. Üstelik bu romanların 70 tanesi ilk roman. Romancı olarak tanınan yazarların dışında, öykü, şiir, senaryo gibi edebiyatın farklı alanlarında ürün veren yazarların romana yönelmesi kadar, edebiyat yaşamına romanla başlayan yeni yazarların da çıkmasıyla bu rakama ulaşıldı.” [Radikal, 22.07.2004; sf.23]
31 Ekim 2009 Cumartesi
Müzikte açılım dönemi: Çok kıvrak hareketler bunlar!
soL Dergisi, sayı: 299, Ekim 2009
Erdoğan’ı değil de en başta konuşmalarını hazırlayanları, danışmanlarını tebrik etmek gerekiyor. Çünkü ideolojik mücadele nedir, anahtar konumdaki konular nedir, o konular hangi noktalardan tutturulur iyi biliyorlar. Burjuva siyaseti konusunda, temsil ettikleri egemenlerin tarihsel eğilimleri ve toplumun zayıf karınları konusunda bilgili oldukları kadar örneğin müzik repertuarlarını da takip ediyorlar. Çünkü Erdoğan son 9 ay içinde iki kilit konudaki açılımlarına müzisyenleri de katıverdi.
Önce Davos açılımında caz müzisyeni ve sıkı bir İsrail karşıtı olan Gilad Atzmon’u referans gösterdi [1]. İkinci müzisyen referansını ise Kürt açılımında kullandı Erdoğan: Meclis grup toplantısında konuyla ilgili yaptığı konuşmada Kürtlerin müzisyeni Şivan Perwer ile bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ı birbirine dolayıp bir topaç gibi ortaya salıverdi [2]. Neşet Ertaş İzmir’deki mütevazı evinden kalkıp İstanbul’a gitti, Erdoğan’la televizyona çıktı ve sazını çalmaya devam etti. Kendisi adına değil, kendi deyişiyle gerçek fakirler adına bir medet umarak. Şivan Perwer ise albümlerinin yıllarca yasaklandığı, türküleri nedeniyle üniversite öğrencilerinin yıllarca soruşturmalardan soruşturmalara sürüldüğü bir ülkede bir hafta içinde baş haber olmasına şaşırmadı ve organizatörü aracılığıyla “artık politik bir imajla değil, sanatçı kimliğiyle bilinmek istiyor” diye mesaj yolladı [3].
Ama Erdoğan’ın referansından sonra başına iş açılmasından da kurtulamadı Perwer. Birileri hem gaza hem de frene aynı anda basma gereği duymuş olmalı ki Erdoğan’ın müzik ve kültür birikimini paylaştığı çıkışından sonraki hafta Kanada’da olan Şivan Perwer, Kanada polisine silah kaçakçılığı yaptığı yönünde bir bilgiyle ihbar edildi (Erdoğan konuşmayı 11 Ağustos’ta yaptı, Perwer ise 18 Ağustos’ta Kanada polisine misafir oldu) [4]. Tesadüf odur ki Kanada’nın bir otobanında, bir cipin içinde gökdelenlerin siluetlerine doğru seyir halinde olan Perwer, Kanada polisi tarafından durdurulup üstüne silah doğrultulduğu, yere yatırılıp gözaltına alındığı sırada olay yerinde, polis pususunun kurulduğu yerin birkaç adım ötesinde kayıtta olan tek bir kamera vardı: İhlas Haber Ajansı. Açılıma ilginç bir katkı oldu!
Erdoğan’ı değil de en başta konuşmalarını hazırlayanları, danışmanlarını tebrik etmek gerekiyor. Çünkü ideolojik mücadele nedir, anahtar konumdaki konular nedir, o konular hangi noktalardan tutturulur iyi biliyorlar. Burjuva siyaseti konusunda, temsil ettikleri egemenlerin tarihsel eğilimleri ve toplumun zayıf karınları konusunda bilgili oldukları kadar örneğin müzik repertuarlarını da takip ediyorlar. Çünkü Erdoğan son 9 ay içinde iki kilit konudaki açılımlarına müzisyenleri de katıverdi.
Önce Davos açılımında caz müzisyeni ve sıkı bir İsrail karşıtı olan Gilad Atzmon’u referans gösterdi [1]. İkinci müzisyen referansını ise Kürt açılımında kullandı Erdoğan: Meclis grup toplantısında konuyla ilgili yaptığı konuşmada Kürtlerin müzisyeni Şivan Perwer ile bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ı birbirine dolayıp bir topaç gibi ortaya salıverdi [2]. Neşet Ertaş İzmir’deki mütevazı evinden kalkıp İstanbul’a gitti, Erdoğan’la televizyona çıktı ve sazını çalmaya devam etti. Kendisi adına değil, kendi deyişiyle gerçek fakirler adına bir medet umarak. Şivan Perwer ise albümlerinin yıllarca yasaklandığı, türküleri nedeniyle üniversite öğrencilerinin yıllarca soruşturmalardan soruşturmalara sürüldüğü bir ülkede bir hafta içinde baş haber olmasına şaşırmadı ve organizatörü aracılığıyla “artık politik bir imajla değil, sanatçı kimliğiyle bilinmek istiyor” diye mesaj yolladı [3].
Ama Erdoğan’ın referansından sonra başına iş açılmasından da kurtulamadı Perwer. Birileri hem gaza hem de frene aynı anda basma gereği duymuş olmalı ki Erdoğan’ın müzik ve kültür birikimini paylaştığı çıkışından sonraki hafta Kanada’da olan Şivan Perwer, Kanada polisine silah kaçakçılığı yaptığı yönünde bir bilgiyle ihbar edildi (Erdoğan konuşmayı 11 Ağustos’ta yaptı, Perwer ise 18 Ağustos’ta Kanada polisine misafir oldu) [4]. Tesadüf odur ki Kanada’nın bir otobanında, bir cipin içinde gökdelenlerin siluetlerine doğru seyir halinde olan Perwer, Kanada polisi tarafından durdurulup üstüne silah doğrultulduğu, yere yatırılıp gözaltına alındığı sırada olay yerinde, polis pususunun kurulduğu yerin birkaç adım ötesinde kayıtta olan tek bir kamera vardı: İhlas Haber Ajansı. Açılıma ilginç bir katkı oldu!
17 Ekim 2009 Cumartesi
İçtenlikle istemek ama hep ıskalamak
soL Dergisi, Ağustos 2009, sayı: 291
“Benim nefret ettiğim ilkelliktir!” Temel derdini farklı sayfalarda, biraz da haykırarak böyle açıklıyor Fazıl Say. AKP kadroları ve temsil ettiği çizgi ile olan uyuşmazlığını bu arayışıyla ilişkilendiriyor. Ve aksatmaksızın ekliyor: “Aydınlanmacıyım!” Geçtiğimiz yıllarda Fazıl Say, siyasal iktidar tarafından ülkenin gerçek ya da hayali bütün kötü hallerinden sorumlu olarak gösterilen seçkinlerin, elitlerin, monşer takımının bir temsilcisi, sözcüsü, vitrini ilan edildi. Siyasal iktidar bu kesimi, halkın değerlerine yabancı, burnu havada ya da özenti göstermekte fazla da zorluk çekmedi. Örneğin Erdoğan “elitler” dedikçe karşısına aldığı kesim, kendilerinin seçkin olmadığını ispatlamaya çalıştı. Erdoğan monşer dedikçe, kendilerinin işaret edildiğini hissettiler; biraz gocundular, biraz öfkelendiler, biraz korktular. Ama siyasal iktidarı, düşünsel olarak bile alt edemediler.
Sonuçta vitrini Fazıl Say olarak sunulan kesim yenildi, sindi. Gerçi onlarla bir tek siyasal iktidar değil, liberaller de çok uğraştı. Liberaller de onları demokrasi düşmanı ve darbe yanlısı ilan etti ve onlar da ne kadar demokrat olduklarını anlatmaya çalıştılar, anlattıkça biraz daha yenildiler. Bu yenilgiyi anlamak, Türkiye’nin egemen dünyasındaki düşünsel değişimin dinamiklerini anlamak açısından zorunludur. İşte bu nedenle Fazıl Say’ın yazılarını, söyleşilerini, hakkında yazılanları bir araya getirdiği son kitabı ele almak yararlı olabilir.
“Benim nefret ettiğim ilkelliktir!” Temel derdini farklı sayfalarda, biraz da haykırarak böyle açıklıyor Fazıl Say. AKP kadroları ve temsil ettiği çizgi ile olan uyuşmazlığını bu arayışıyla ilişkilendiriyor. Ve aksatmaksızın ekliyor: “Aydınlanmacıyım!” Geçtiğimiz yıllarda Fazıl Say, siyasal iktidar tarafından ülkenin gerçek ya da hayali bütün kötü hallerinden sorumlu olarak gösterilen seçkinlerin, elitlerin, monşer takımının bir temsilcisi, sözcüsü, vitrini ilan edildi. Siyasal iktidar bu kesimi, halkın değerlerine yabancı, burnu havada ya da özenti göstermekte fazla da zorluk çekmedi. Örneğin Erdoğan “elitler” dedikçe karşısına aldığı kesim, kendilerinin seçkin olmadığını ispatlamaya çalıştı. Erdoğan monşer dedikçe, kendilerinin işaret edildiğini hissettiler; biraz gocundular, biraz öfkelendiler, biraz korktular. Ama siyasal iktidarı, düşünsel olarak bile alt edemediler.
Sonuçta vitrini Fazıl Say olarak sunulan kesim yenildi, sindi. Gerçi onlarla bir tek siyasal iktidar değil, liberaller de çok uğraştı. Liberaller de onları demokrasi düşmanı ve darbe yanlısı ilan etti ve onlar da ne kadar demokrat olduklarını anlatmaya çalıştılar, anlattıkça biraz daha yenildiler. Bu yenilgiyi anlamak, Türkiye’nin egemen dünyasındaki düşünsel değişimin dinamiklerini anlamak açısından zorunludur. İşte bu nedenle Fazıl Say’ın yazılarını, söyleşilerini, hakkında yazılanları bir araya getirdiği son kitabı ele almak yararlı olabilir.
4 Ekim 2009 Pazar
Popüler müziğin yatırımcı, anti-komünist ve beden tahribatçısı olarak portresi
soL Dergisi, Temmuz 2009, sayı: 286
Yıllar yıllar konuşulacak artık ne zaman ve nasıl öldüğü? Efsaneler alıp başını yürüyecek. Hatta Elvis Presley örneğinde olduğu gibi bizzat ölümü bile büyük bir alışveriş furyasına dönüşecek. Birileri çıkıp aslında ölmediğini, basit, sıradan bir hayat sürebilmek için (ki zaten hayatı boyunca, milyon dolarlar yerine hep bunu istediğini de araya sıkıştırarak) ölüm haberinin bizzat kendisi tarafından yayıldığını söyleyecek. Bir kaç yıla kalmaz, gökten parlak bir ışık huzmesi içinde yere indiğine dair tanıklar da çıkarılır haber bültenlerine. Popüler müziğin ışıltılı çarkları yeni bir solukla yeniden ve yeniden dönecek. Çünkü bilindiği üzere Michael Jackson öldü. Hatta ortalığı kaplayan söylencelere ve dolmuş sohbetlerine kadar yayılan akıl yürütmelere bakılacak olursa Michael Jackson o kadar çok ilacı içe içe en sonunda kendisini öldürdü. Her ne olduysa oldu ama siyahî doğup bir şekilde beyaz ölmeyi başaran Jackson için, son zamanlarda her cenazede işleyen bir mekanizma da yürürlüğe kondu.
Yakın zamanlı ölümlere bakılacak olursa ortak bir özellik öne çıkıyor: Ölümlerin ardından ölen kişilerle ilgili büyük uzlaşılar ortaya saçılıyor ve bu uzlaşılar sayesinde uzun yıllar içinde oluşmuş görüntüler bir anda zıddına dönüşüveriyor: Halk düşmanları büyük hizmetlerde bulunmuş kahramanlara, sağlığında yerden yere vurulanlar sütten çıkmış ak kaşığa çevriliyor. Ölüm girince gündeme, bir on yıl öncesine kadar aynı toplum tarafından yüzüne tükürülen kişi hiç yaşamamış ya da bizzat o toplum o yüze hiç tükürmemiş gibi derin bir elem, keder ve kıymet bilirlik havası içinde yazılıyor, çiziliyor, atıp tutuluyor.
Benzer bir uzlaşı Michael Jackson için de gazetelerdeki köşe başlarından kafasını uzatıp dil çıkardı. Bir tek ABD'de falan değil, bizzat Türkiye'de de... Gençlik idollerinin öldüğüne hayıflananlar mı istersiniz yoksa en yakın arkadaşıymışçasına ilaç kullanımının boyutlarına girenlerini mi okursunuz! Gazetecilik bir tür uzun atma uğraşısı artık nasıl olsa! Ölünün ve ölümün arkasından atıp tuttular.
Yakın zamanlı ölümlere bakılacak olursa ortak bir özellik öne çıkıyor: Ölümlerin ardından ölen kişilerle ilgili büyük uzlaşılar ortaya saçılıyor ve bu uzlaşılar sayesinde uzun yıllar içinde oluşmuş görüntüler bir anda zıddına dönüşüveriyor: Halk düşmanları büyük hizmetlerde bulunmuş kahramanlara, sağlığında yerden yere vurulanlar sütten çıkmış ak kaşığa çevriliyor. Ölüm girince gündeme, bir on yıl öncesine kadar aynı toplum tarafından yüzüne tükürülen kişi hiç yaşamamış ya da bizzat o toplum o yüze hiç tükürmemiş gibi derin bir elem, keder ve kıymet bilirlik havası içinde yazılıyor, çiziliyor, atıp tutuluyor.
Benzer bir uzlaşı Michael Jackson için de gazetelerdeki köşe başlarından kafasını uzatıp dil çıkardı. Bir tek ABD'de falan değil, bizzat Türkiye'de de... Gençlik idollerinin öldüğüne hayıflananlar mı istersiniz yoksa en yakın arkadaşıymışçasına ilaç kullanımının boyutlarına girenlerini mi okursunuz! Gazetecilik bir tür uzun atma uğraşısı artık nasıl olsa! Ölünün ve ölümün arkasından atıp tuttular.
5 Eylül 2009 Cumartesi
Hikâye bizim hikâyemiz de müzik kimin müziği?
soL Dergisi, Haziran 2009, sayı: 282
1867 yılında Marx Kapital’in önsözüne bir hatırlatma koyma gereksinimi duymuş: “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur!” Yani “Anlatılan senin hikâyendir!” İşte bu az lafla çok anlatan sözü Bandista’cılar da alıp ilk albümlerinin ismi yapmışlar. Solun ortak, bildik tanıdık mücadele hikâyelerinden kalan ezgileri alıp başka bir şekilde, kendi günlerinin getirdiği ritimlerle (ska, reggea, balkan) karıştırıp yine ortak, bildik, tanıdık şarkılarla, marşlarla birleştirmişler. Albümde örneğin İspanya’dan Ay Carmela çıkıp gelmiş ve Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü’ye dolanmış. Avusturya İşçi Marşı dönmüş dolaşmış ve insanı yerinde durdurmayan bir ska haline gelmiş. Bandista’cılar bu örgülerle yetinmemişler albümlerini dinleyicilerle paylaşmak konusunda da yeni olanakları kullanmışlar. 1 Mayıs’ta albümlerini Taksim’e çıkan sokaklarda dağıtırken internetten de herkese armağan etmişler.
8 Mayıs 2009 Cuma
Cogito'suz Ergo Sum
"Düşünüyorum öyleyse varım da düşünmüyorsam ve yine varsam?"
[Dağınık bilinç • Atay’dan Descartes’e bir kısa devre]
Tamam, bireylerin öyle de olsa böyle de olsa, farkında olsalar da olmasalar da bir bilinci var. İyi de bireylerin ötesinde ve tek tek bireylerin bilinç toplamından daha farklı olan ve bu nedenle başka bir düzlemde yer alan bir toplumsal bilinç de var mı? Belki daha ötesi de sorulmalıdır: Toplumlar ortak bir bilinçle tavır alırlar mı? Toplumsal katmanların davranışlarının, tercihlerinin altında ortak bir bilinç yatar mı? Günümüz toplumlarından, son 20-30 yılın toplumlarından bahsediyorsak solun, solcunun arzuladığı tepkileri göstermeyen modern toplumlar, ölümcül bir bellek yitiminden, iflah olmaz bir akıl tutulmasından mı muzdariptir? Toplumları köklü değişimlere götürecek özne ortadan kalkmış mıdır? Özne potansiyel olarak vardır da gerçeklik olarak dağılmış ya da etkisizleşmiş midir? Toplumlar toplumsal öznelerin yön veremeyeceği, müdahale edemeyeceği kadar kapalı, kendi içinde yasallıkları bulunan yapılara mı dönüşmüştür?
Aslında daha basit bir soru asıl merak edilenin sorgulanmasını sağlayabilir: Ekim Devrimi ve Küba devrimi dışında on yıllardır neden devrim olmamaktadır? Daha da temel düzeyde, içimizden geldiği gibi sorarsak “Ne olmaktadır ya da ne olmamaktadır da proletarya burjuvaziyi bir kez daha altedememektedir?”
Tüm bu sorular bizi bilinç sorununun tam da önüne götürmektedir.
27 Şubat 2009 Cuma
Müzik, piyasa ve yaratıcılık sarmalında Hayko Cepkin Adorno’yla karşılaşınca*
*Nikbinlik, Eylül 2008, sayı: 24
Albümlerin diğer yapıtlarda pek görülmeyen güzel bir özelliği vardır: Her albümde müziğin ortaya çıktığı sürece doğrudan ya da dolaylı olarak katkıda bulunanlara, destekleyenlere, eşlik edenlere ayrılmış bir teşekkür listesi yer alır. Çoğu zaman yakın çevrenin ve dostların isimleri sıralanır ama bazen de esin kaynağı olan, ilham veren uzak isimlere de yer açılır. Teşekkür listesinin amacı bazen bu dolaylı katkıya sahip insanları selamlamaktır bazen de uzun bir ilişkiler ağını ve böylece de üretilen müziğin etkisinin uzandığı yerleri işaret etmektir. Ancak, romanda, öyküde, şiirde, heykelde ve diğer üretimlerde çok da sık görülmeyen bu teşekkür faslı, çoğu zaman sıradanlaşır, adet yerini bulsun türünden doldurulur. Ancak nadiren dürüst ve dikkat çekici teşekkürler de çıkabiliyor albüm kapaklarında. Hayko Cepkin’in Tanışma Bitti isimli ikinci albümünün teşekkür listesi de bunlardan birisi. Çünkü albümünün iç kapağında, hemen daha ilk sırada, tartışmaya çağıran, yaratıcılık sorunun tam ortasında duran ve çeşit çeşit kuramcının yıllarca akıl yürüttüğü ama çok az kişinin berraklıkla kavrayabildiği, tanımlayabildiği bir konuya dair açık bir teşekkür gönderiyor Hayko Cepkin: “Müzik Piyasasına: Zorlayıcılığından, insanı düşünmeye ve stratejiler kurmaya yöneltip zihin açtığı için”
Belki de kendine has yalın bir değerlendirmeyi dile getirmek için yazılmış olabilir; ama Hayko Cepkin’in çok nadir rastlanır türden gözlemi açık bir tartışma çağrısıdır. Çünkü kullandığı cümlenin doğrudanlığı sanatsal üretim ile yaratıcılık arasında kaçamakça, fısıltı olarak dile getirilen bir konuyu belki de Hayko Cepkin’in pek umurunda olmadan tartışmaya açmaktadır. Ve yine bilerek ya da bilmeyerek popüler müzikle ilgili tartışmaların başvuru kaynağı Theodor Adorno’yu[i] geri çağırmaktadır.[ii] Hayko Cepkin Adorno’nun iddialarından en çok standartlaşmaya karşı konumlanmaktadır. Keza teşekkürüyle Adorno’nun müziğin genel özelliklerinden en küçük ayrıntısına kadar işlediğini öne sürdüğü standartlaşma sürecinin[iii] daha farklı işlediğini ve ekonomi politiğin durumu kavramakta yetersiz kaldığını hatırlatmaktadır. Bu nedenle müziği kadar iddiası da biraz daha yakından ilgilenilmeyi gerektirmektedir.
Piyasanın zorlayıcı yaratıcılığıHayko Cepkin’in cümlesinin içinde taşıdığı anlamların ve soruların, aslında farklı yerlerde göze çarpan, tanıdık, çeşitli biçimleri bulunmaktadır. Ancak açmakta fayda var keza cümlenin içinde iki katman bulunmaktadır. Öncelikle piyasa insanı, bireyi, sanatçıyı, üretmek isteyeni zorlamaktadır. Daha sonra ise bu zorlama üreten kişiyi, üretmek isteyen kişiyi düşünmeye ve stratejiler kurmaya yöneltmektedir, yani sanatsal yaratıcılığın önünü açmaktadır. İkinci katman, zorlayan piyasanın, kişinin zihnini, aklını ve gözünü açması olarak da özetlenebilir. Burada cümlenin içinde saklı kalmış ve söylenmemiş bir önkabül bulunmaktadır: Piyasa rekabeti, yaratıcılığın bir biçimine iyi gelmektedir.
Cümlenin koca koca kuramcıların kalın kitaplar, uzun makaleler boyunca tartıştığı bir durumu bir çırpıda anlatıvermesinin büyüsünü anlamak için yaratıcılık, piyasa ve sanatsal üretim arasındaki dinamik süreci açıklamaya yarayacak sorularla başlamak yardımcı olabilir. Bu durumda cümle bireyden hareket ettiği için ilk sorunun da bireyden yola çıkması ön açıcı olabilir: Müzik piyasası kişiyi neye zorlamaktadır? Hayko Cepkin açık olamasa da bu soruya ‘piyasa kişiyi yaratıcı olmaya zorlamaktadır’ şeklinde yanıt vermektedir. Zorlamak gibi kuramı tırmalayıcı kelimelerden arındırılırsa ‘piyasa sanatsal yaratıcılığı teşvik etmektedir’ de denebilir. Ama zorlantıdan devam edelim: Müzik piyasası kişiyi neden zorlamaktadır? Yanıt daha basittir ve oldukça tılsımlıdır: Piyasa, rekabet nedeniyle kişiyi farklı olanı üretmeye zorlamaktadır.
İlerlemek için bir soru daha sormakta fayda olabilir: Piyasa, neden farklı olanı aramaktadır? Klasik ekonomi politik bu soruya kâr oranlarının tarihsel düşme eğilimini anlatarak yanıt verirdi. Ancak kısa yoldan hatırlamak gerekiyor ki piyasada farklılıktan çok sığlık, sıradanlık vardır. Örneğin piyasaya sürülen kayıtların ancak çok azı, %10 kadarı paraya dönüşmektedir;[iv] diğerleri ise şansını denemekte ve silinip gitmektedir. Piyasa bir yandan farklı olanı aramaktadır, bir yandan da satışı garanti olan mallarda ısrar etmektedir. Sonuçta farklı olan mal (örn. bir zamanların buzdolabı ya da rock yıldızı) ilk üretene ciddi paralar kazandırmaktadır ve daha sonra ise yeni olanın işlevselliği (buzdolabının kullanışlılığı ya da rock yıldızının tarzı) yayılmakta, sıradanlaşmaktadır. Bir yandan da artık bazı sektörlerde farklı olanı üretme hızı gittikçe artmaktadır. Cep telefonlarının modelleri hızla (yılda birkaç kez) değişmektedir, araba şirketleri ise her yıl yeni bir model çıkarmaktadır. Arz, talep, arz, talep… Bu sürecin bir yerlerinde yaratıcılık yer alıyor gibi durmaktadır ama sonuç değişmemektedir: Çöplük büyümektedir![v] Adorno tam da bu süreci standartlaşma olarak tanımlamıştır: Ezgisel ya da sözel bir örüntü, tarz başarılı olduğu andan itibaren son ticari kırıntısına kadar tüketilir ve standartlarının billurlaşıp ortaya çıkmasıyla sönümlenir gider.[vi] Bu nedenle eğer sanatsal üretimlerin de birer meta (pazarda değişim değeri için üretilen mal) olduğunu kabul ediyorsak diğer metaların başına gelenlerin müziksel üretimlerin de başına gelmesini bekleyebiliriz.
Piyasa farklı olanı üretmek, tutabilecek, iş yapacak yeni tarzı yaratmak anlamında yaratıcılığı zorlamaktadır. Yine de bu zorlamanın piyasayla ilişkisinin iki boyutlu olduğunu görmek gerekiyor. Bir tanesi piyasa için farklı olanı üretmekse diğeri de piyasaya rağmen farklı olanı üretmek yönünde olabilir. Piyasa için farklı olanı üretme sürecinde bir sorun bulunmamaktadır. Ortaya çıkan üretim, farklı olan ürün bir süre için büyük bir patlama yapar, tutulur ve sonra tarihin tozlu sayfalarına bile karışmadan çöplüğe atılır. Pop müzik dünyasının işleyişi büyük oranda üret, patlat ve at sürecine uygundur. Yaz mevsimi için yapılan şarkılar, firmaların farklı isim ve tarz denemeleri, hep bu kategoride yer alır.
Piyasaya rağmen farklı olanı üretme süreci ise tek boyutlu olmanın ötesindedir ve karmaşa yaratmaktadır. Piyasaya rağmen farklı olanı üretmek hem müzik beğenisini daha farklı yerlere taşırken hem de piyasayı kendine doğru çekmektedir. Bu nedenle bir süre için de olsa özgürlük, bağımsız olma yanılsaması uyandırmaktadır. Örneğin Nirvana ve grubun bağımsız plak firması Sub Pop bir süre için bu yanılsamayı üretmiştir. Farklı olanı üretmişler ve müzik beğenisini hem de piyasasını kendilerine doğru çekmişlerdir. Daha sonra ise Sub Pop, arşivini ve katalogunu büyük bir plak firması olan Geffen’e satmıştır.[vii]
Hayko Cepkin’in minnettarlığına geri dönecek olursak Hayko yaratıcılık için, yaratma isteği ve sürekliliği için rekabetin şart olduğunu söylemekteydi. Burada rekabet sanki iyi olanların kötüler arasında sivrilmesine ve böylece doğal bir seleksiyon ile farklı olanı üretebilenin ödüllendirilmesini, teşvik edilmesini sağlamaktadır. Bu modele göre her şey bir kendiliğindenlik içinde yuvarlanıp, ayıklanıp gitmektedir. Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ndeki makinesi gibi.[viii] Yanılsama, sanki aksamı ve işleyişi anlaşılamayan bir düzenekten yayılmaktadır. Bu nedenle bu sessiz ve sedasız makineye biraz daha yakından bakmak Hayko’nun Adorno’yla karşılaşmasına dair yardımcı olacaktır.
Piyasanın zorlayıcılığına karşı yaratıcılık
Denebilir ki piyasa rekabeti en azından yaratıcılığı teşvik etmektedir. Piyasanın zorlayıcılığının yıkıcı yanı için ve bu zorlayıcılığın dışında kalan yaratıcılığın serüveni için müzik tarihinde ve hatta Türkiye’de üretilen müziğin içinden birçok örnek çıkarılabilir. Hatta tek bir müziğin evrimi, yani caz müziğinin seyri cazı piyasalaştıran beyazların hamleleri ve bu müdahaleleri bertaraf etmek için müziğin sınırlarını yıkıp yeniden kuran zencilerin karşı hamlelerinden oluşur.
“Cazın anlamı ve yapısı, işte bu süreç içerisinde [beyaz müzisyenlerin siyahların müziğini dönüştürdüğü süreç] değişime uğramıştır. 20’li ve 30’lu yıllarda müzik, temel popüler kültür ile iç içe geçtikçe… ince bir ayarla uysal bir gece kulübü müziğine dönüştürülmüştü. Beyaz swing bu sürecin doruk noktasını temsil eder: Zararsız, genellikle alçakgönüllü, daha geniş bir cazibeye sahip olan bu ritim, orijinal siyah kaynaklarının yıkıcı çağrışımlarının hiçbirisini içermeyen, arındırılıp düzeltilmiş bir üründü… 50’li yılların ortasına gelindiğinde ise New York sound müzisyenleri, dinlenmesi ve hatta taklit etmesi bile çok zor olan bir caz türü üreterek, beyaz kimliği sınırlamaya çalışmışlardı.”[ix]
Belki de kendine has yalın bir değerlendirmeyi dile getirmek için yazılmış olabilir; ama Hayko Cepkin’in çok nadir rastlanır türden gözlemi açık bir tartışma çağrısıdır. Çünkü kullandığı cümlenin doğrudanlığı sanatsal üretim ile yaratıcılık arasında kaçamakça, fısıltı olarak dile getirilen bir konuyu belki de Hayko Cepkin’in pek umurunda olmadan tartışmaya açmaktadır. Ve yine bilerek ya da bilmeyerek popüler müzikle ilgili tartışmaların başvuru kaynağı Theodor Adorno’yu[i] geri çağırmaktadır.[ii] Hayko Cepkin Adorno’nun iddialarından en çok standartlaşmaya karşı konumlanmaktadır. Keza teşekkürüyle Adorno’nun müziğin genel özelliklerinden en küçük ayrıntısına kadar işlediğini öne sürdüğü standartlaşma sürecinin[iii] daha farklı işlediğini ve ekonomi politiğin durumu kavramakta yetersiz kaldığını hatırlatmaktadır. Bu nedenle müziği kadar iddiası da biraz daha yakından ilgilenilmeyi gerektirmektedir.
Piyasanın zorlayıcı yaratıcılığıHayko Cepkin’in cümlesinin içinde taşıdığı anlamların ve soruların, aslında farklı yerlerde göze çarpan, tanıdık, çeşitli biçimleri bulunmaktadır. Ancak açmakta fayda var keza cümlenin içinde iki katman bulunmaktadır. Öncelikle piyasa insanı, bireyi, sanatçıyı, üretmek isteyeni zorlamaktadır. Daha sonra ise bu zorlama üreten kişiyi, üretmek isteyen kişiyi düşünmeye ve stratejiler kurmaya yöneltmektedir, yani sanatsal yaratıcılığın önünü açmaktadır. İkinci katman, zorlayan piyasanın, kişinin zihnini, aklını ve gözünü açması olarak da özetlenebilir. Burada cümlenin içinde saklı kalmış ve söylenmemiş bir önkabül bulunmaktadır: Piyasa rekabeti, yaratıcılığın bir biçimine iyi gelmektedir.
Cümlenin koca koca kuramcıların kalın kitaplar, uzun makaleler boyunca tartıştığı bir durumu bir çırpıda anlatıvermesinin büyüsünü anlamak için yaratıcılık, piyasa ve sanatsal üretim arasındaki dinamik süreci açıklamaya yarayacak sorularla başlamak yardımcı olabilir. Bu durumda cümle bireyden hareket ettiği için ilk sorunun da bireyden yola çıkması ön açıcı olabilir: Müzik piyasası kişiyi neye zorlamaktadır? Hayko Cepkin açık olamasa da bu soruya ‘piyasa kişiyi yaratıcı olmaya zorlamaktadır’ şeklinde yanıt vermektedir. Zorlamak gibi kuramı tırmalayıcı kelimelerden arındırılırsa ‘piyasa sanatsal yaratıcılığı teşvik etmektedir’ de denebilir. Ama zorlantıdan devam edelim: Müzik piyasası kişiyi neden zorlamaktadır? Yanıt daha basittir ve oldukça tılsımlıdır: Piyasa, rekabet nedeniyle kişiyi farklı olanı üretmeye zorlamaktadır.
İlerlemek için bir soru daha sormakta fayda olabilir: Piyasa, neden farklı olanı aramaktadır? Klasik ekonomi politik bu soruya kâr oranlarının tarihsel düşme eğilimini anlatarak yanıt verirdi. Ancak kısa yoldan hatırlamak gerekiyor ki piyasada farklılıktan çok sığlık, sıradanlık vardır. Örneğin piyasaya sürülen kayıtların ancak çok azı, %10 kadarı paraya dönüşmektedir;[iv] diğerleri ise şansını denemekte ve silinip gitmektedir. Piyasa bir yandan farklı olanı aramaktadır, bir yandan da satışı garanti olan mallarda ısrar etmektedir. Sonuçta farklı olan mal (örn. bir zamanların buzdolabı ya da rock yıldızı) ilk üretene ciddi paralar kazandırmaktadır ve daha sonra ise yeni olanın işlevselliği (buzdolabının kullanışlılığı ya da rock yıldızının tarzı) yayılmakta, sıradanlaşmaktadır. Bir yandan da artık bazı sektörlerde farklı olanı üretme hızı gittikçe artmaktadır. Cep telefonlarının modelleri hızla (yılda birkaç kez) değişmektedir, araba şirketleri ise her yıl yeni bir model çıkarmaktadır. Arz, talep, arz, talep… Bu sürecin bir yerlerinde yaratıcılık yer alıyor gibi durmaktadır ama sonuç değişmemektedir: Çöplük büyümektedir![v] Adorno tam da bu süreci standartlaşma olarak tanımlamıştır: Ezgisel ya da sözel bir örüntü, tarz başarılı olduğu andan itibaren son ticari kırıntısına kadar tüketilir ve standartlarının billurlaşıp ortaya çıkmasıyla sönümlenir gider.[vi] Bu nedenle eğer sanatsal üretimlerin de birer meta (pazarda değişim değeri için üretilen mal) olduğunu kabul ediyorsak diğer metaların başına gelenlerin müziksel üretimlerin de başına gelmesini bekleyebiliriz.
Piyasa farklı olanı üretmek, tutabilecek, iş yapacak yeni tarzı yaratmak anlamında yaratıcılığı zorlamaktadır. Yine de bu zorlamanın piyasayla ilişkisinin iki boyutlu olduğunu görmek gerekiyor. Bir tanesi piyasa için farklı olanı üretmekse diğeri de piyasaya rağmen farklı olanı üretmek yönünde olabilir. Piyasa için farklı olanı üretme sürecinde bir sorun bulunmamaktadır. Ortaya çıkan üretim, farklı olan ürün bir süre için büyük bir patlama yapar, tutulur ve sonra tarihin tozlu sayfalarına bile karışmadan çöplüğe atılır. Pop müzik dünyasının işleyişi büyük oranda üret, patlat ve at sürecine uygundur. Yaz mevsimi için yapılan şarkılar, firmaların farklı isim ve tarz denemeleri, hep bu kategoride yer alır.
Piyasaya rağmen farklı olanı üretme süreci ise tek boyutlu olmanın ötesindedir ve karmaşa yaratmaktadır. Piyasaya rağmen farklı olanı üretmek hem müzik beğenisini daha farklı yerlere taşırken hem de piyasayı kendine doğru çekmektedir. Bu nedenle bir süre için de olsa özgürlük, bağımsız olma yanılsaması uyandırmaktadır. Örneğin Nirvana ve grubun bağımsız plak firması Sub Pop bir süre için bu yanılsamayı üretmiştir. Farklı olanı üretmişler ve müzik beğenisini hem de piyasasını kendilerine doğru çekmişlerdir. Daha sonra ise Sub Pop, arşivini ve katalogunu büyük bir plak firması olan Geffen’e satmıştır.[vii]
Hayko Cepkin’in minnettarlığına geri dönecek olursak Hayko yaratıcılık için, yaratma isteği ve sürekliliği için rekabetin şart olduğunu söylemekteydi. Burada rekabet sanki iyi olanların kötüler arasında sivrilmesine ve böylece doğal bir seleksiyon ile farklı olanı üretebilenin ödüllendirilmesini, teşvik edilmesini sağlamaktadır. Bu modele göre her şey bir kendiliğindenlik içinde yuvarlanıp, ayıklanıp gitmektedir. Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ndeki makinesi gibi.[viii] Yanılsama, sanki aksamı ve işleyişi anlaşılamayan bir düzenekten yayılmaktadır. Bu nedenle bu sessiz ve sedasız makineye biraz daha yakından bakmak Hayko’nun Adorno’yla karşılaşmasına dair yardımcı olacaktır.
Piyasanın zorlayıcılığına karşı yaratıcılık
Denebilir ki piyasa rekabeti en azından yaratıcılığı teşvik etmektedir. Piyasanın zorlayıcılığının yıkıcı yanı için ve bu zorlayıcılığın dışında kalan yaratıcılığın serüveni için müzik tarihinde ve hatta Türkiye’de üretilen müziğin içinden birçok örnek çıkarılabilir. Hatta tek bir müziğin evrimi, yani caz müziğinin seyri cazı piyasalaştıran beyazların hamleleri ve bu müdahaleleri bertaraf etmek için müziğin sınırlarını yıkıp yeniden kuran zencilerin karşı hamlelerinden oluşur.
“Cazın anlamı ve yapısı, işte bu süreç içerisinde [beyaz müzisyenlerin siyahların müziğini dönüştürdüğü süreç] değişime uğramıştır. 20’li ve 30’lu yıllarda müzik, temel popüler kültür ile iç içe geçtikçe… ince bir ayarla uysal bir gece kulübü müziğine dönüştürülmüştü. Beyaz swing bu sürecin doruk noktasını temsil eder: Zararsız, genellikle alçakgönüllü, daha geniş bir cazibeye sahip olan bu ritim, orijinal siyah kaynaklarının yıkıcı çağrışımlarının hiçbirisini içermeyen, arındırılıp düzeltilmiş bir üründü… 50’li yılların ortasına gelindiğinde ise New York sound müzisyenleri, dinlenmesi ve hatta taklit etmesi bile çok zor olan bir caz türü üreterek, beyaz kimliği sınırlamaya çalışmışlardı.”[ix]
24 Ocak 2009 Cumartesi
Gırnatanın Derdi
Bazı dönemlerde ya da toplumlarda doğruda durmak için başka dönemlere, başka toplumlara göre daha fazla çaba sarfetmek gerekiyor. Artan iletişim olanaklarına, ortaklaşıveren gündemlere rağmen toplumlar, kendi geçmişlerinin gölgesinde ve o gölgenin uzantısı olan farklı ideolojik evrenlerde devinmeye devam ediyorlar. Haliyle toplumların da dönemlerin de ağırlıklı halleri birbirinden farklı oluyor.
Bir Yunanlının Alexis’in acısını hissedebilmesiyle (Alexandros Grigoropoulos 6 Aralık 2008'de Atina'da iki polis tarafından öldürüldü; 15 yaşında idi ve ardından tüm ülkeyi sallayan ve neredeyse iki ay süren bir isyan dalgası yaşandı) bir Türkün Engin’in acısını hissedebilmesi (Engin Çeber 8 Ekim 2008'de gözaltında iken gördüğü işkence sonucu beyin kanamasına bağlı olarak öldü) arasında ne yazık ki dağlar kadar fark oluyor. Ya da bir Avrupalı İsrail'de ve Filistin'de son olup bitenlere baktığında gözü dönmüş, medeniyet düşmanı Arap teröristleri ararken bir Türk din kardeşliği, mazlumluk üzerinden hemen ayağa kalkabiliyor.
Ama İsrail'e yönelik protestolar, öfke Türkiye toplumunun vicdanının yerlerde gezindiği gerçeğini değiştirmiyor. Velhasıl toplumlar için de doğruda durmak kolay olmuyor. Geçmişin gölgesi ve ideoloji, insan kalmayı ya da insanlıktan çıkmayı sağlayabiliyor. Ve bugün insan kalmak için daha fazlası gerekiyor. Çünkü öncelikle emperyalizme ne kadar yaklaşırsanız kendiniz olmaktan o kadar çıkıyorsunuz, o kadar yıkıcı oluyorsunuz. Bir tek kendiniz, kendi toplumunuz için değil, çevrenizdeki toplumlar için de! İsrail, Türkiye, Ukrayna, Kolombiya gibi ülkeler bu kategorinin nadide örnekleri!
2 Ocak 2009 Cuma
Yasaklı tembihli siyaset günlerinden Tuzla'ya izsürmek!
soL Dergisi, Eylül 2008, sayı: 247
Biraz büyüyüp dünyayı algılar hale geldiğimizde Türkiye çağ atlıyordu. Playboy zarif adımlarla uçaktan iniyor, güçlü ülkemizin yeni sembolleri F-16lar (savaşan şahinler) evlerimizin üstünden, Özallar ise kasedi taktıkları gıcır keyifleriyle o kıtadan bu kıtaya geçiyorlardı. Reagan ve Gorbaçov ikide bir sırıtarak el sıkışıyorlardı. Etrafımız Serpil Çakmaklı modeli saçları olan ablalar ve şalvar pantolonlu abilerden geçilmiyordu. Fettullah dersaneleri ve okulları her sınavdan önce ya da sonra evimize kadar gelip Yamanlar Kolejini, bilmem ne dershanesini övüyorlardı. Transfer edilmeyecek kıymetli evlatlardık ve açıkçası zekiydik. Bir kısmımız, mutlaka ama mutlaka öğretmen çocuklarıydık ve anadolu lisesi, fen lisesi, üniversite sınavları tırıs gelir tırıs giderdi bizim için. Hem öyle özel ders, dershane falan olmadan.
Sonra ne oldu? Şaka gibi insanlar çıktı içimizden. Çünkü tarih, toplum, ülke, nesnellik, her şey ama her şey ensemizde boza pişirirken bazılarımız inat ettik. Önümüzde tescilli bir belge gibi “Gördük işte, yıkıldı!” beyanı dururken biz bir grup, parlak yeni yetme, kafa tutmayı seçtik. Solun güçlü olduğu dönemlerde bile solcu olmak kolay bir tercih olmayabilir ama işlerin her yerde, ama her yerde yolunda gitmediği bir dönemde devrim diye inat etmeyi de bambaşka bir tavır olarak görüyorum. Yaşıtlarım dediklerim 78liler değil ama o dönemde doğanlar. 76-80 arası. O yıllarda doğanların başka bir dünyası olduğunu düşünüyorum.İşte o yıllarda, örneğin Afrika’da açlık vardı ve değişik renkten bir sürü insan (Michael Jackson da dâhil olmak üzere) bir araya gelmiş, “We are the world” diye şarkı söylüyordu. Açlığın yanı sıra ırk ayrımı vardı, Mandela içerdeydi ve Avrupa’da yüz binlerce insan büyük stadyumlarda Mandela için, Afrika için toplanıp çeşit çeşit müzisyeni dinliyordu. Tracy Chapman adındaki bir kadın ve gitarı, o zamanlar anlamını daha henüz bilmediğimiz “Revolution” diye bir şeyden bahsediyordu. Şarkının sözlerini anlamak için 1987’de bir anadolu lisesinin hazırlık sınıfına başlamamız gerekiyordu. Bir diğer karede ise Cem Karaca diye birisi uçaktan iniyordu. İlginçti, çünkü bildiğimiz tek uzun saçlı şarkıcı Barış Manço’ydu ve bir tane daha olduğunu bilmiyorduk. Ayrıca Cem Karaca yasaklıydı. Siyasi yasaklıydı. Özallarla buluşması, el öpmesi falan ne anlama geliyordu bilmiyorduk ama Manço’dan daha farklı şarkılar söylüyordu: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında” gibi. Arkadaşım Eşek’ten sonra işin içine polisin karıştığı bir şarkı duymak açıkçası garipti.
Sonra ne oldu? Şaka gibi insanlar çıktı içimizden. Çünkü tarih, toplum, ülke, nesnellik, her şey ama her şey ensemizde boza pişirirken bazılarımız inat ettik. Önümüzde tescilli bir belge gibi “Gördük işte, yıkıldı!” beyanı dururken biz bir grup, parlak yeni yetme, kafa tutmayı seçtik. Solun güçlü olduğu dönemlerde bile solcu olmak kolay bir tercih olmayabilir ama işlerin her yerde, ama her yerde yolunda gitmediği bir dönemde devrim diye inat etmeyi de bambaşka bir tavır olarak görüyorum. Yaşıtlarım dediklerim 78liler değil ama o dönemde doğanlar. 76-80 arası. O yıllarda doğanların başka bir dünyası olduğunu düşünüyorum.İşte o yıllarda, örneğin Afrika’da açlık vardı ve değişik renkten bir sürü insan (Michael Jackson da dâhil olmak üzere) bir araya gelmiş, “We are the world” diye şarkı söylüyordu. Açlığın yanı sıra ırk ayrımı vardı, Mandela içerdeydi ve Avrupa’da yüz binlerce insan büyük stadyumlarda Mandela için, Afrika için toplanıp çeşit çeşit müzisyeni dinliyordu. Tracy Chapman adındaki bir kadın ve gitarı, o zamanlar anlamını daha henüz bilmediğimiz “Revolution” diye bir şeyden bahsediyordu. Şarkının sözlerini anlamak için 1987’de bir anadolu lisesinin hazırlık sınıfına başlamamız gerekiyordu. Bir diğer karede ise Cem Karaca diye birisi uçaktan iniyordu. İlginçti, çünkü bildiğimiz tek uzun saçlı şarkıcı Barış Manço’ydu ve bir tane daha olduğunu bilmiyorduk. Ayrıca Cem Karaca yasaklıydı. Siyasi yasaklıydı. Özallarla buluşması, el öpmesi falan ne anlama geliyordu bilmiyorduk ama Manço’dan daha farklı şarkılar söylüyordu: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında” gibi. Arkadaşım Eşek’ten sonra işin içine polisin karıştığı bir şarkı duymak açıkçası garipti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)