Bir Yunanlının Alexis’in acısını hissedebilmesiyle (Alexandros Grigoropoulos 6 Aralık 2008'de Atina'da iki polis tarafından öldürüldü; 15 yaşında idi ve ardından tüm ülkeyi sallayan ve neredeyse iki ay süren bir isyan dalgası yaşandı) bir Türkün Engin’in acısını hissedebilmesi (Engin Çeber 8 Ekim 2008'de gözaltında iken gördüğü işkence sonucu beyin kanamasına bağlı olarak öldü) arasında ne yazık ki dağlar kadar fark oluyor. Ya da bir Avrupalı İsrail'de ve Filistin'de son olup bitenlere baktığında gözü dönmüş, medeniyet düşmanı Arap teröristleri ararken bir Türk din kardeşliği, mazlumluk üzerinden hemen ayağa kalkabiliyor.
Ama İsrail'e yönelik protestolar, öfke Türkiye toplumunun vicdanının yerlerde gezindiği gerçeğini değiştirmiyor. Velhasıl toplumlar için de doğruda durmak kolay olmuyor. Geçmişin gölgesi ve ideoloji, insan kalmayı ya da insanlıktan çıkmayı sağlayabiliyor. Ve bugün insan kalmak için daha fazlası gerekiyor. Çünkü öncelikle emperyalizme ne kadar yaklaşırsanız kendiniz olmaktan o kadar çıkıyorsunuz, o kadar yıkıcı oluyorsunuz. Bir tek kendiniz, kendi toplumunuz için değil, çevrenizdeki toplumlar için de! İsrail, Türkiye, Ukrayna, Kolombiya gibi ülkeler bu kategorinin nadide örnekleri!
Türk dışişlerinin lobicilik faaliyetleri çerçevesinde bir dönem çok sevdiği Bernard Lewis İslam Dünyasında Yahudiler isimli kitabında İsrail Devleti’nin kuruluşunun yol açtığı bir başka yıkımdan daha bahseder. Naziler, Orta ve Doğu Avrupa’daki Yahudi kültürünü, insanları toplama kamplarında toplayarak nasıl ortadan kaldırdıysa İsrail’in de Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki Yahudi kültürünü insanları İsrail’e toplayarak ortadan kaldırdığını belirtir. Bin yıllara dayanan bir kültür bitmiştir de yarım yüzyıllık göçün, savaşın, işgalin ardından ortaya ilkel ihtiyaçlarla hareket eden bir toplum çıkmıştır.
Her toplum güvende olmayı, huzur içinde yaşamayı ister. Ancak emperyalizmin göbeğinde duran, ilkel ihtiyaçlara saplanmış bir İsrail’in tüm gürültünün ötesinde yine de barış istediğini düşünen varsa yanılmaktadır. Savaş İsrail’in varoluş biçimidir; savaş günümüz Türkiye’sinin varoluş biçimidir. Her iki ülke de geçtiğimiz yıllarda ekonomik büyüme sağlamışsa eğer, bunu savaşarak sağlamışlardır. Birisi Lübnan’a, Filistin’e saldırırken diğeri kendi insanlarını siyasi, ekonomik ve tarihsel anlamda felaketin eşiğine sürüklemiştir. Ve her iki ülke de kendilerine yeni savaşlar bulmaya mecburdur. Kendi halkları bu mecburiyeti bozmadıkça… Bozanlar çıkmaktadır ve daha çıkacaktır!
Gilad Atzmon doğruda durmak için gerekli olan bu fazladan çabayı gösterenlerden ve bu çabayı müzikle hayata geçirenlerden. İsrail kökenli saksafon ve klarnet müzisyeni Atzmon için müzik, hem kaçış hem de iletişim biçimi olmuş. Genç bir Yahudiyken müziğe, öncelikle kendi toplumunun seçilmiş olma saplantısından kaçmak için sarılmış. Etrafı, dünya üzerinde iyi olan ne varsa Yahudilerle ilgili olduğuna dair bir saplantıyla çevriliyken bir avuç zencinin şiirsel, içli ve hayat dolu müziğini keşfettiğinde beyninden vurulmuşa dönmüş (o çarpılma anında radyoda çalan Charlie Parker’dır: Bird With Strings). Kölelerin müziği caz, Atzmon’a muhafazakâr, bencil ve kuruyan bir toplumdan kaçma olanağı sağlamış.
Gilad Atzmon doğruda durmak için gerekli olan bu fazladan çabayı gösterenlerden ve bu çabayı müzikle hayata geçirenlerden. İsrail kökenli saksafon ve klarnet müzisyeni Atzmon için müzik, hem kaçış hem de iletişim biçimi olmuş. Genç bir Yahudiyken müziğe, öncelikle kendi toplumunun seçilmiş olma saplantısından kaçmak için sarılmış. Etrafı, dünya üzerinde iyi olan ne varsa Yahudilerle ilgili olduğuna dair bir saplantıyla çevriliyken bir avuç zencinin şiirsel, içli ve hayat dolu müziğini keşfettiğinde beyninden vurulmuşa dönmüş (o çarpılma anında radyoda çalan Charlie Parker’dır: Bird With Strings). Kölelerin müziği caz, Atzmon’a muhafazakâr, bencil ve kuruyan bir toplumdan kaçma olanağı sağlamış.
Ancak kaçtığının, insani ve evrensel olanla barış içinde yaşayamayacak olan kavimcilik olduğunu anlaması yıllarını almış. Gırnatası kadar dili de kalemi de keskin olan Atzmon’un kendi ifadesine bırakırsak eğer, yüreğini caza dayayarak aslında seçilmiş olma saplantısından kurtulmuş ve sıradan bir insana dönüşmüş. Kaçış için müziğe sarılması, bir süre sonra insanlarla ilişki kurmak için yeni yollar bulmasını sağlamış. Ancak bu sefer de aradığı ilişkinin yan yana, ama duvarların ardında birlikte yaşadığı Filistinlileri anlamasıyla mümkün olduğunu görmüş. “Sokaktaki her insanın da barış için bombalar atan, öldüren, duvarlar inşa eden, tarlaları bölen, insanları toprağından eden bir devlet gibi düşünmeye, tüm bunları normal görmeye başladığı bir yerde o toplum insana karşıdır artık!” dediği günlerde pasaportuna vatan haini damgasını yapıştırarak sürgüne çıkmış.
Sürgünde, İngiltere’de, başka sürgünlerle birlikte oluşturduğu Orient House Ensemble (ki Orient House, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Kudüs’teki yönetim merkezinin ismidir) ile huzur isterken komşularını topraksızlaştıran bir toplumun anti-tezini üretmeye başlamış. Ezgilerini, Filistin ağıtlarını işleyerek, Yahudi ilahilerini ya da İsrail marşlarını bozarak, hükümet temsilcilerinin ses tonlarını insan sesi olmaktan çıkararak, yani benzeterek oluşturmuş. Tıpkı 2004 tarihli Exile (Sürgün) albümünde yaptığı gibi. Atzmon, İsrailliler için Araplara karşı 1967'de kazanılan zaferi simgeleyen bir ilahiyi alıp Mahmut Derviş'in sözleriyle (Gecem çok uzun sürdü / bahçe duvarlarına kadar uzandı / ama yolumu kaybetmedim) yeniden yazmış ve ortaya çıkan Al Quds isimli ağıtı, saplantısı nedeniyle körleşmiş bir topluma geri vermiş. Ve kendisi için de tarihe, bir gün özgür Filistin’in kalbinde, Kudüs’te Al Quds’u çalmak üzere bir çentik atmış. Yine aynı albümde, bir Rus kentinde Yahudilere karşı yapılan toplu kıyımın anlatıldığı Yahudi halk şarkısını alıp Jenin isimli bir şarkıya dönüştürürken yüzyıllar sonra Jenin mülteci kampında Filistinlilere yapılan kıyımı İsrail toplumuna geri döndürmüş. “Çünkü mesele sadece Filistinlilerin özgürlüğüyle ilgili değil; aynı zamanda İsraillileri kendilerinden özgürleştirilmesiyle ilgili! Mesele dünyayı özgürleştirmekle ilgili!”
Birçok röportajda Gilad Atzmon’un en çok ilgi çeken ve en çok irdelenen özelliğinin siyasetle içli dışlı olması olduğunu görebilirsiniz. Hatta bazen, İsrail toplumu ve Filistin’le ilgili çıkışları içine derdini kattığı müziğinin önüne bile geçebilmektedir. Ancak arınmak, temiz kalmak ve üretebilmek için Atzmon’un siyasal olmasından, siyaseti aramasından ve bunu müziğinde yeniden üretmesinden daha doğal ne olabilir ki. Bu nedenle aslında sadece bu özelliğine dikkat etmek Atzmon’un peşinde koştuğu değerler toplamını görmeyi de engellemektedir. Örneğin Türkiye’deki İslami basın, Atzmon’un Filistin toprağıyla ya da siyonizmle ilgili açıklamalarına çok ilgi göstermektedir. Aynı basının çeviri makineleri Atzmon’un düşüncelerinin tamamıyla ise ilgilenmemektedir. Hâlbuki ortada dini referanslarla değil haksızlığa uğrayanların, topraklarından sürülenlerin ve sesi kısılanların referanslarıyla hareket eden, yardım konserleri düzenleyen, düşünen, yazan ve üreten bir müzisyen bulunmaktadır. İslami basın ise sadece Müslümanları seven Yahudi imgesiyle avunmak istemektedir.
Ancak daha ötesi var; çünkü Gilad yine 2004’te çıkan MusiK albümünde boşuna 20. yüzyılın belalarıyla uğraşmaya kalkmamaktadır. Music isimli şarkıda, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımıyla özdeşleşmiş Lili Marleen şarkısının ezgisini cazlaştırırken dinleyiciye yeni yüzyılın gündelik hayatının, güzelliklerinin bir önceki kuşağın savaşlarla yoğrulmuş mücadelesinin ürünü olduğunu hatırlatır. Bu nedenle 20. yüzyılı yeniden düzenlemeye çağırır dinleyiciyi. “Günümüzde her yere bir pazar değeri yapıştırılmış durumda. Müzik de bir aksesuara, tarz meselesine, küresel bir ürüne, Levi’s kotlarının bir uzantısına ya da Coca-Cola’nın yan ürününe dönüştü!” diyerek piyasa değerinden arındırılmış, yani özgürleştirilmiş bir müziğin ancak MusiK olabileceğini söylerken de insani olanı keşfetmeye çalışır.
Tam da Atzmon’un inadı, hiç durmayan arayışı, çalma biçimini git gide farklılaştırmaktadır. 2007’de çıkan Refuge (Sığınak) albümünde, artık karşımızda saksafonu, klarneti ya da zurnayı yıllarca istemeden ihmal ettiği komşusu Filistinliler gibi çalabilen bir müzisyen durmaktadır. “Arap müziğini, bilmeden es geçtim. Sonra bir gün komşularımın müziğini keşfetmediğimi, hatta görmezlikten geldiğimi anladım. Hâlbuki her zaman duyuyordum, çocukluğum boyunca dört bir tarafımdaydı o müzik. Hayatımın her köşesinde vardı ama gerçek anlamda dinlememiştim.” Sürgünde bir kez daha Ortadoğululaşan Atzmon, New York’ta bahar olması için Bağdat’ta her şeyin solması gerektiğini anlattıkça aslında görmezden gelinen zulümlerin kurbanlarının ve onların direnişinin sesi olmaktadır. Bu nedenle son albümünün İran’dan Venezüella’ya uzanan bir yolculuğun insani öyküsü olduğunu belirtiyor.
Sürgünde, İngiltere’de, başka sürgünlerle birlikte oluşturduğu Orient House Ensemble (ki Orient House, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Kudüs’teki yönetim merkezinin ismidir) ile huzur isterken komşularını topraksızlaştıran bir toplumun anti-tezini üretmeye başlamış. Ezgilerini, Filistin ağıtlarını işleyerek, Yahudi ilahilerini ya da İsrail marşlarını bozarak, hükümet temsilcilerinin ses tonlarını insan sesi olmaktan çıkararak, yani benzeterek oluşturmuş. Tıpkı 2004 tarihli Exile (Sürgün) albümünde yaptığı gibi. Atzmon, İsrailliler için Araplara karşı 1967'de kazanılan zaferi simgeleyen bir ilahiyi alıp Mahmut Derviş'in sözleriyle (Gecem çok uzun sürdü / bahçe duvarlarına kadar uzandı / ama yolumu kaybetmedim) yeniden yazmış ve ortaya çıkan Al Quds isimli ağıtı, saplantısı nedeniyle körleşmiş bir topluma geri vermiş. Ve kendisi için de tarihe, bir gün özgür Filistin’in kalbinde, Kudüs’te Al Quds’u çalmak üzere bir çentik atmış. Yine aynı albümde, bir Rus kentinde Yahudilere karşı yapılan toplu kıyımın anlatıldığı Yahudi halk şarkısını alıp Jenin isimli bir şarkıya dönüştürürken yüzyıllar sonra Jenin mülteci kampında Filistinlilere yapılan kıyımı İsrail toplumuna geri döndürmüş. “Çünkü mesele sadece Filistinlilerin özgürlüğüyle ilgili değil; aynı zamanda İsraillileri kendilerinden özgürleştirilmesiyle ilgili! Mesele dünyayı özgürleştirmekle ilgili!”
Birçok röportajda Gilad Atzmon’un en çok ilgi çeken ve en çok irdelenen özelliğinin siyasetle içli dışlı olması olduğunu görebilirsiniz. Hatta bazen, İsrail toplumu ve Filistin’le ilgili çıkışları içine derdini kattığı müziğinin önüne bile geçebilmektedir. Ancak arınmak, temiz kalmak ve üretebilmek için Atzmon’un siyasal olmasından, siyaseti aramasından ve bunu müziğinde yeniden üretmesinden daha doğal ne olabilir ki. Bu nedenle aslında sadece bu özelliğine dikkat etmek Atzmon’un peşinde koştuğu değerler toplamını görmeyi de engellemektedir. Örneğin Türkiye’deki İslami basın, Atzmon’un Filistin toprağıyla ya da siyonizmle ilgili açıklamalarına çok ilgi göstermektedir. Aynı basının çeviri makineleri Atzmon’un düşüncelerinin tamamıyla ise ilgilenmemektedir. Hâlbuki ortada dini referanslarla değil haksızlığa uğrayanların, topraklarından sürülenlerin ve sesi kısılanların referanslarıyla hareket eden, yardım konserleri düzenleyen, düşünen, yazan ve üreten bir müzisyen bulunmaktadır. İslami basın ise sadece Müslümanları seven Yahudi imgesiyle avunmak istemektedir.
Ancak daha ötesi var; çünkü Gilad yine 2004’te çıkan MusiK albümünde boşuna 20. yüzyılın belalarıyla uğraşmaya kalkmamaktadır. Music isimli şarkıda, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımıyla özdeşleşmiş Lili Marleen şarkısının ezgisini cazlaştırırken dinleyiciye yeni yüzyılın gündelik hayatının, güzelliklerinin bir önceki kuşağın savaşlarla yoğrulmuş mücadelesinin ürünü olduğunu hatırlatır. Bu nedenle 20. yüzyılı yeniden düzenlemeye çağırır dinleyiciyi. “Günümüzde her yere bir pazar değeri yapıştırılmış durumda. Müzik de bir aksesuara, tarz meselesine, küresel bir ürüne, Levi’s kotlarının bir uzantısına ya da Coca-Cola’nın yan ürününe dönüştü!” diyerek piyasa değerinden arındırılmış, yani özgürleştirilmiş bir müziğin ancak MusiK olabileceğini söylerken de insani olanı keşfetmeye çalışır.
Tam da Atzmon’un inadı, hiç durmayan arayışı, çalma biçimini git gide farklılaştırmaktadır. 2007’de çıkan Refuge (Sığınak) albümünde, artık karşımızda saksafonu, klarneti ya da zurnayı yıllarca istemeden ihmal ettiği komşusu Filistinliler gibi çalabilen bir müzisyen durmaktadır. “Arap müziğini, bilmeden es geçtim. Sonra bir gün komşularımın müziğini keşfetmediğimi, hatta görmezlikten geldiğimi anladım. Hâlbuki her zaman duyuyordum, çocukluğum boyunca dört bir tarafımdaydı o müzik. Hayatımın her köşesinde vardı ama gerçek anlamda dinlememiştim.” Sürgünde bir kez daha Ortadoğululaşan Atzmon, New York’ta bahar olması için Bağdat’ta her şeyin solması gerektiğini anlattıkça aslında görmezden gelinen zulümlerin kurbanlarının ve onların direnişinin sesi olmaktadır. Bu nedenle son albümünün İran’dan Venezüella’ya uzanan bir yolculuğun insani öyküsü olduğunu belirtiyor.
Yine de bitmeyen savaşlarda başına bombalar yağan bir mülteci gibi kenara sığınma ihtiyacı da duyuyor. “Sanırım müzik, aracı olmaktan çok iletinin ta kendisi; bir sığınak. Sanatçılar olarak üretebileceğimiz bir şey varsa eğer, bu kesinlikle güzelliktir. Çünkü seçilmiş politikacılar çirkinlikten başka bir şey üretmediği için biz sanatçılar en başta Filistin ve Irak halkları için mutlaka güzellik üretmeliyiz!”. Üretmek aslında Atzmon’un ve dinleyenlerinin de kendi acılarını, kendi sevinçlerini, başkalarının acılarını ve sevinçlerini hissedebilmelerini, yani insan kalabilmelerini sağlıyor. Belki de Musik, birilerinin komşusunun toprağını işgal etmesinin, yüzyıllardır birlikte yaşadığı insanların boğazına sarılmasının, aşağılamasının, dilini yasaklamasının, duvarlar inşa etmesinin, bir genç, polis tarafından öldürüldüğünde öleni suçlamasının, bir toplumun eğilip bükülmesinin, kurumasının ve belki de en önemlisi yaşayan ölüler toplamına dönmesinin de önüne geçiyor.
[Gilad Atzmon’un açıklamaları albüm kapaklarından ve www.gilad.co.uk adresinden alınmıştır. Atzmon, grubu Orient House Ensemble'la 2010'da The Tide Has Changed ve 2013'te Songs of The Metropolis albümlerini yayınladı. Diğer yandan Yahudi kimliği, siyonizm ve anti-semitizm üzerine yazdığı 2012 tarihli The Wandering Who isimli kitabı da Göçebe Kimlik adıyla çevrildi ve yayınlandı.]
[Gilad Atzmon’un açıklamaları albüm kapaklarından ve www.gilad.co.uk adresinden alınmıştır. Atzmon, grubu Orient House Ensemble'la 2010'da The Tide Has Changed ve 2013'te Songs of The Metropolis albümlerini yayınladı. Diğer yandan Yahudi kimliği, siyonizm ve anti-semitizm üzerine yazdığı 2012 tarihli The Wandering Who isimli kitabı da Göçebe Kimlik adıyla çevrildi ve yayınlandı.]
soL Dergisi, 24.01.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder