soL Dergisi, Eylül 2008, sayı: 247
Biraz büyüyüp dünyayı algılar hale geldiğimizde Türkiye çağ atlıyordu. Playboy zarif adımlarla uçaktan iniyor, güçlü ülkemizin yeni sembolleri F-16lar (savaşan şahinler) evlerimizin üstünden, Özallar ise kasedi taktıkları gıcır keyifleriyle o kıtadan bu kıtaya geçiyorlardı. Reagan ve Gorbaçov ikide bir sırıtarak el sıkışıyorlardı. Etrafımız Serpil Çakmaklı modeli saçları olan ablalar ve şalvar pantolonlu abilerden geçilmiyordu. Fettullah dersaneleri ve okulları her sınavdan önce ya da sonra evimize kadar gelip Yamanlar Kolejini, bilmem ne dershanesini övüyorlardı. Transfer edilmeyecek kıymetli evlatlardık ve açıkçası zekiydik. Bir kısmımız, mutlaka ama mutlaka öğretmen çocuklarıydık ve anadolu lisesi, fen lisesi, üniversite sınavları tırıs gelir tırıs giderdi bizim için. Hem öyle özel ders, dershane falan olmadan.
Sonra ne oldu? Şaka gibi insanlar çıktı içimizden. Çünkü tarih, toplum, ülke, nesnellik, her şey ama her şey ensemizde boza pişirirken bazılarımız inat ettik. Önümüzde tescilli bir belge gibi “Gördük işte, yıkıldı!” beyanı dururken biz bir grup, parlak yeni yetme, kafa tutmayı seçtik. Solun güçlü olduğu dönemlerde bile solcu olmak kolay bir tercih olmayabilir ama işlerin her yerde, ama her yerde yolunda gitmediği bir dönemde devrim diye inat etmeyi de bambaşka bir tavır olarak görüyorum. Yaşıtlarım dediklerim 78liler değil ama o dönemde doğanlar. 76-80 arası. O yıllarda doğanların başka bir dünyası olduğunu düşünüyorum.İşte o yıllarda, örneğin Afrika’da açlık vardı ve değişik renkten bir sürü insan (Michael Jackson da dâhil olmak üzere) bir araya gelmiş, “We are the world” diye şarkı söylüyordu. Açlığın yanı sıra ırk ayrımı vardı, Mandela içerdeydi ve Avrupa’da yüz binlerce insan büyük stadyumlarda Mandela için, Afrika için toplanıp çeşit çeşit müzisyeni dinliyordu. Tracy Chapman adındaki bir kadın ve gitarı, o zamanlar anlamını daha henüz bilmediğimiz “Revolution” diye bir şeyden bahsediyordu. Şarkının sözlerini anlamak için 1987’de bir anadolu lisesinin hazırlık sınıfına başlamamız gerekiyordu. Bir diğer karede ise Cem Karaca diye birisi uçaktan iniyordu. İlginçti, çünkü bildiğimiz tek uzun saçlı şarkıcı Barış Manço’ydu ve bir tane daha olduğunu bilmiyorduk. Ayrıca Cem Karaca yasaklıydı. Siyasi yasaklıydı. Özallarla buluşması, el öpmesi falan ne anlama geliyordu bilmiyorduk ama Manço’dan daha farklı şarkılar söylüyordu: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında” gibi. Arkadaşım Eşek’ten sonra işin içine polisin karıştığı bir şarkı duymak açıkçası garipti.
Bizler küçük dünyalarımızda küçük ipuçları arayan izsürücülerdik belki de. Siyasi yasaklıydık. Yani siyaset bize yasaklanmıştı. Siyasetle işimiz olduğu için değil; daha onlu yaşların başındaydık ama gerekli gereksiz uyarılar alıyorduk. Müdürümüz bayrak törenlerinde çıkıp okulda bir grup öğrencinin yasak kitaplar okuduğunu söylediği sırada biz Jules Verne okuyorduk ve balonla seyahatin anlatıldığı kitapların yasaklı olduğunu sanıp yasak kitaplardan bile bir haber olduğumuzun farkında olmadan izsürmeye devam ediyorduk.
Siyasi olan her şey, hem uzak durulacak izler oldu bizim için, hem de gizli gizli merak edilen sisli ışık demetleri. Ortaokulda okuduğumuz en hoş kitap “Turgut Nereden Koşuyor?” olmuştu. Okurken çok eğlenmiştik. Turgut koşadursun bizler de iz sürmeye devam ettik, hem de yenilginin içinde, hem de ebeveynlerimizden gelen uyarılarla: “Aman yavrum olaylara karışma!” Daha 13-14 yaşındaydık, bir olay da yoktu ama uyarılar dolanır dururdu tepemizde. Küçük izlerin peşinde koşup biraz daha büyüyünce izlerin yollara kavuştuğu kavşaklara vardık. Kavşaklar yol ayrımlarıdır ve bu kavşaklarda bir kısmımız uslandı, duruldu. Bir kısmımız ise izsürmeye devam etti.
80ler dünyasının bir gün yeniden, hem de o günlerin avuç içleri terleyen çocukları tarafından yazılacağını düşünenlerdenim. Bu nedenle o yıllarda olup bitenler hala ilgimi çeker. Kendi adıma örneğin LiveAid konserlerini, bu konserlerin niye yapıldığını ve anlamını yıllarca merak ettim durdum. Bir bütünün farklı bir karesi gibiydi o konserler. Çünkü o zaman için anlaşılmaz olsa da Reagan ile Gorbaçov’un el sıkışmalarının, icraatın içinden konuşmalarının, kolu taşlarla kırılan Filistinli gençlerin, acısız arabesk tartışmalarının, parke taşlarla döşeli sokakların asfaltlandığı ve bizim kaldırımlara dizilip büyük silindirlerin asfaltı nasıl da düzlediğini izlediğimiz günlerin ortak bir sesi vardı. İşte LiveAid konserleri de yıllarca takılıp kaldı aklımda. Çok anlamlı gelmişti o konserler. Siyah beyaz televizyonun başında yayınlanan ya da bahsedilen konserleri izlerken Afrika’daki aç insanların bu sayede un bulabileceklerine inanmıştım herhalde. Ama büyüdükçe Afrika’daki açlık da büyüdü. Bir tek Afrika’nın değil ülkemin de açlarının olduğunu öğrendim. LiveAid konserlerini ise insanlığın kalesine atılmış bir gol gibi hissetmeye başladım. Bu nedenle sonradan sonradan politik müzik denilince hem heyecanlandım hem de durdum.
Sonra ne oldu? Şaka gibi insanlar çıktı içimizden. Çünkü tarih, toplum, ülke, nesnellik, her şey ama her şey ensemizde boza pişirirken bazılarımız inat ettik. Önümüzde tescilli bir belge gibi “Gördük işte, yıkıldı!” beyanı dururken biz bir grup, parlak yeni yetme, kafa tutmayı seçtik. Solun güçlü olduğu dönemlerde bile solcu olmak kolay bir tercih olmayabilir ama işlerin her yerde, ama her yerde yolunda gitmediği bir dönemde devrim diye inat etmeyi de bambaşka bir tavır olarak görüyorum. Yaşıtlarım dediklerim 78liler değil ama o dönemde doğanlar. 76-80 arası. O yıllarda doğanların başka bir dünyası olduğunu düşünüyorum.İşte o yıllarda, örneğin Afrika’da açlık vardı ve değişik renkten bir sürü insan (Michael Jackson da dâhil olmak üzere) bir araya gelmiş, “We are the world” diye şarkı söylüyordu. Açlığın yanı sıra ırk ayrımı vardı, Mandela içerdeydi ve Avrupa’da yüz binlerce insan büyük stadyumlarda Mandela için, Afrika için toplanıp çeşit çeşit müzisyeni dinliyordu. Tracy Chapman adındaki bir kadın ve gitarı, o zamanlar anlamını daha henüz bilmediğimiz “Revolution” diye bir şeyden bahsediyordu. Şarkının sözlerini anlamak için 1987’de bir anadolu lisesinin hazırlık sınıfına başlamamız gerekiyordu. Bir diğer karede ise Cem Karaca diye birisi uçaktan iniyordu. İlginçti, çünkü bildiğimiz tek uzun saçlı şarkıcı Barış Manço’ydu ve bir tane daha olduğunu bilmiyorduk. Ayrıca Cem Karaca yasaklıydı. Siyasi yasaklıydı. Özallarla buluşması, el öpmesi falan ne anlama geliyordu bilmiyorduk ama Manço’dan daha farklı şarkılar söylüyordu: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında” gibi. Arkadaşım Eşek’ten sonra işin içine polisin karıştığı bir şarkı duymak açıkçası garipti.
Bizler küçük dünyalarımızda küçük ipuçları arayan izsürücülerdik belki de. Siyasi yasaklıydık. Yani siyaset bize yasaklanmıştı. Siyasetle işimiz olduğu için değil; daha onlu yaşların başındaydık ama gerekli gereksiz uyarılar alıyorduk. Müdürümüz bayrak törenlerinde çıkıp okulda bir grup öğrencinin yasak kitaplar okuduğunu söylediği sırada biz Jules Verne okuyorduk ve balonla seyahatin anlatıldığı kitapların yasaklı olduğunu sanıp yasak kitaplardan bile bir haber olduğumuzun farkında olmadan izsürmeye devam ediyorduk.
Siyasi olan her şey, hem uzak durulacak izler oldu bizim için, hem de gizli gizli merak edilen sisli ışık demetleri. Ortaokulda okuduğumuz en hoş kitap “Turgut Nereden Koşuyor?” olmuştu. Okurken çok eğlenmiştik. Turgut koşadursun bizler de iz sürmeye devam ettik, hem de yenilginin içinde, hem de ebeveynlerimizden gelen uyarılarla: “Aman yavrum olaylara karışma!” Daha 13-14 yaşındaydık, bir olay da yoktu ama uyarılar dolanır dururdu tepemizde. Küçük izlerin peşinde koşup biraz daha büyüyünce izlerin yollara kavuştuğu kavşaklara vardık. Kavşaklar yol ayrımlarıdır ve bu kavşaklarda bir kısmımız uslandı, duruldu. Bir kısmımız ise izsürmeye devam etti.
80ler dünyasının bir gün yeniden, hem de o günlerin avuç içleri terleyen çocukları tarafından yazılacağını düşünenlerdenim. Bu nedenle o yıllarda olup bitenler hala ilgimi çeker. Kendi adıma örneğin LiveAid konserlerini, bu konserlerin niye yapıldığını ve anlamını yıllarca merak ettim durdum. Bir bütünün farklı bir karesi gibiydi o konserler. Çünkü o zaman için anlaşılmaz olsa da Reagan ile Gorbaçov’un el sıkışmalarının, icraatın içinden konuşmalarının, kolu taşlarla kırılan Filistinli gençlerin, acısız arabesk tartışmalarının, parke taşlarla döşeli sokakların asfaltlandığı ve bizim kaldırımlara dizilip büyük silindirlerin asfaltı nasıl da düzlediğini izlediğimiz günlerin ortak bir sesi vardı. İşte LiveAid konserleri de yıllarca takılıp kaldı aklımda. Çok anlamlı gelmişti o konserler. Siyah beyaz televizyonun başında yayınlanan ya da bahsedilen konserleri izlerken Afrika’daki aç insanların bu sayede un bulabileceklerine inanmıştım herhalde. Ama büyüdükçe Afrika’daki açlık da büyüdü. Bir tek Afrika’nın değil ülkemin de açlarının olduğunu öğrendim. LiveAid konserlerini ise insanlığın kalesine atılmış bir gol gibi hissetmeye başladım. Bu nedenle sonradan sonradan politik müzik denilince hem heyecanlandım hem de durdum.
İşte, Robin Denselow’un 1993’te basılan ve biraz zor bulunan “Müzik Bittiği Zaman” isimli kitabı politik müziğe dair dinmeyen merakıma içerdiği geniş bilgiyle derli toplu ipuçları sundu. Anladım ki LiveAid önemliydi, çünkü siyasetin elle tutulmayan bir yasağa tabi olduğu o günlerde gayet siyasi bir etkinlik, siyah beyaz televizyonumuzdan evimize kadar ulaşıyordu. Konserler o belirsiz yasağa aykırı oldukları için aklımda kalmışlardı. Çünkü 80ler dünyasında siyasete o kadar az yer bırakılmıştı ki (bir tek Türkiye’de değil dünyada da) hepsi sanki o konserler ve taşıdıkları amaçlar kadardı.
Kitap elbette ki bir tek 80lere ışık tutmuyor; 40lardan başlayarak 90lara kadarki yarım asırlık dönemde, cebi dolu müzisyenlerin rahat durmak varken niye aykırı işlerle bizi meşgul ettiğini de aydınlatıyor. İngiliz müzik yazarı Robin Denselow’un, müzisyenlerin ardından tüm dünyayı gezerek yazdığı kitap Jamaika’dan Güney Afrika’ya, ırkçılıktan liberalizme karşı rock hareketine kadar uzanan geniş bir coğrafyadan önemli bilgileri bir araya getiriyor. Ancak bildiklerini, yaşananları üst üste yığmamış Denselow ve eleştirel bir sezgiyle Theodorakis ile Phil Ochs’u, John Lennon ile Caetano Veloso’yu birbirine bağlayan dönemin ruhunu da olaylar, konserler ve şarkılar üzeriden işlemiş. Birbirinden farklı onlarca müzisyenin bir araya geliş nedenleri açıklıkla sergileyebildiği için de kitap izsürdüğüm günleri hatırlattı bana.
Kitabın bir diğer önemi de politik müziğin önemli isimlerini tanıtması. Bunlardan bir tanesi de trompetçi Hugh Masekela. Açıkçası müziğiyle tanışıncaya kadar aklımda dönüp duran trompet sesini Masekela kadar benzersiz çalan bir müzisyene (bu sayfaların bir diğer yazarı olan Ali Cenk Gedik hariç) rastlamamıştım. Güney Afrika doğumlu Masekela yeteneğini daha onlu yaşlarda keşfeden ırkçılık karşıtı bir rahip tarafından cehennemin içinden çıkarılmış. Siyah ırkın öfkesini trompetine üflerken 1960’da sürgüne çıkmış ülkesinden. ABD’de dönemin kafa tutan cazcıları Masekela’yı cazı bildiği yönde, Afrika’nın sesi olarak çalması için yüreklendirmiş. Masekela ise Amerika’da zenci cazcıların içinde bulundukları ırkçı, kötü durumu gördükten sonra daha farklı bir çözümün izini sürmeye başlamış; hem kendi ülkesi hem de sürgünde olduğu ülkedeki zenciler için çalışmaya başlamış. Açlık, sefalet, sömürü ve ayrımcılık hep başucu konuları olurken teneke mahallerin curcunası kadar öfke de Masekela’nın müziğinin içinde yer almış. Listelerde ilk üçe girmek ya da milyonlarca albüm satmak gibi başarılar da gözünü boyamaya hiç yetmemiş. Küçüklüğünde beyaz efendiden korkmayan Masekela, milyon dolarlık bir adam olduğunda da “Niye korkacakmışım!” demeye devam etmiş. İşte o noktada ipini çekmişler. ABD hükümeti için “başarılı zenci göçmen” imgesi olarak öne sürülmeyi reddettiğinde açık bir komployla sıvanıp on yıllar boyunca unutulmak üzere bir kenara itilmiş. Ta ki LiveAid ve ırkçılık karşıtı konserler dizisi onu yeniden sahneye taşıyıncaya kadar.
Kitap elbette ki bir tek 80lere ışık tutmuyor; 40lardan başlayarak 90lara kadarki yarım asırlık dönemde, cebi dolu müzisyenlerin rahat durmak varken niye aykırı işlerle bizi meşgul ettiğini de aydınlatıyor. İngiliz müzik yazarı Robin Denselow’un, müzisyenlerin ardından tüm dünyayı gezerek yazdığı kitap Jamaika’dan Güney Afrika’ya, ırkçılıktan liberalizme karşı rock hareketine kadar uzanan geniş bir coğrafyadan önemli bilgileri bir araya getiriyor. Ancak bildiklerini, yaşananları üst üste yığmamış Denselow ve eleştirel bir sezgiyle Theodorakis ile Phil Ochs’u, John Lennon ile Caetano Veloso’yu birbirine bağlayan dönemin ruhunu da olaylar, konserler ve şarkılar üzeriden işlemiş. Birbirinden farklı onlarca müzisyenin bir araya geliş nedenleri açıklıkla sergileyebildiği için de kitap izsürdüğüm günleri hatırlattı bana.
Kitabın bir diğer önemi de politik müziğin önemli isimlerini tanıtması. Bunlardan bir tanesi de trompetçi Hugh Masekela. Açıkçası müziğiyle tanışıncaya kadar aklımda dönüp duran trompet sesini Masekela kadar benzersiz çalan bir müzisyene (bu sayfaların bir diğer yazarı olan Ali Cenk Gedik hariç) rastlamamıştım. Güney Afrika doğumlu Masekela yeteneğini daha onlu yaşlarda keşfeden ırkçılık karşıtı bir rahip tarafından cehennemin içinden çıkarılmış. Siyah ırkın öfkesini trompetine üflerken 1960’da sürgüne çıkmış ülkesinden. ABD’de dönemin kafa tutan cazcıları Masekela’yı cazı bildiği yönde, Afrika’nın sesi olarak çalması için yüreklendirmiş. Masekela ise Amerika’da zenci cazcıların içinde bulundukları ırkçı, kötü durumu gördükten sonra daha farklı bir çözümün izini sürmeye başlamış; hem kendi ülkesi hem de sürgünde olduğu ülkedeki zenciler için çalışmaya başlamış. Açlık, sefalet, sömürü ve ayrımcılık hep başucu konuları olurken teneke mahallerin curcunası kadar öfke de Masekela’nın müziğinin içinde yer almış. Listelerde ilk üçe girmek ya da milyonlarca albüm satmak gibi başarılar da gözünü boyamaya hiç yetmemiş. Küçüklüğünde beyaz efendiden korkmayan Masekela, milyon dolarlık bir adam olduğunda da “Niye korkacakmışım!” demeye devam etmiş. İşte o noktada ipini çekmişler. ABD hükümeti için “başarılı zenci göçmen” imgesi olarak öne sürülmeyi reddettiğinde açık bir komployla sıvanıp on yıllar boyunca unutulmak üzere bir kenara itilmiş. Ta ki LiveAid ve ırkçılık karşıtı konserler dizisi onu yeniden sahneye taşıyıncaya kadar.
Kitabın tekrar ve tekrar hatırlattığı bir gerçek var: Şarkılar beklenmedik biçimlerde kullanılabilirler! Masekela ve birçok müzisyen bunu akıllıca müziklerine yedirmiş izbırakıcılar. Kömür Treni (Stimela-Coal Train) isimli şarkısının başında Masekela’nın okuduğu uzun bir açıklama var: “Bir tren gelir, Afrika’nın yoksul arkabahçesinden. Genç adamları, yaşlı adamları taşır, Johannesburg’un altın madenlerinde çalışmak üzere. Şehrin etrafında, günde 16 saat, neredeyse hiç parasız çalışırlar. Ve toprağın çok, çok, çok derinlerinde, bu parıltılı taş için kazarlarken ya da derme çatma, kalabalık barakalarında azıcık dinlenirken belki de bir daha hiç göremeyecekleri sevdiklerini düşünürler. Ve trenin düdüğünü her duyduklarında onları oraya getiren kömür trenine bir daha, bir daha lanet ederler!” Kitap sayesinde keşfettiğim bu acıklı ve öfkeli şarkının izinden giderken aklıma 80den sonra doğan onca insan geliyor. Ve bu insanların bir kısmı kasabalarından, topraklarından ayrılıp bakımsız gece trenlerine ya da ucuz otobüslere binip Tuzla’ya geliyorlar. Derme çatma, kalabalık barakalarda yatıp kaynak yapıyorlar çıplak gözle, kum çuvalı olup batıyorlar derinliklerde. Ve düşünüyorum ölen 105 kişinin ve her gün, yeniden ve yeniden gözlere ilişmeyen, kulaklara ulaşmayan küçük depremlerde sönüp gidenlerin bastıkları küfürleri bir ize dönüştürecek bir müzisyen çıkar mı diye? Bir izsürücü olarak Tuzla için Hugh Masekela arıyorum.
Stimela
There is a train that comes from Namibia and Malawi
There is a train that comes from Namibia and Malawi
There is a train that comes from Zambia and Zimbabwe,
There is a train that comes from Angola and Mozambique,
From Lesotho, from Botswana, from Zwaziland,
From all the hinterland of Southern and Central Africa.
This train carries young and old, African men
Who are conscripted to come and work on contract
In the golden mineral mines of Johannesburg
And its surrounding metropolis, sixteen hours or more a day
For almost no pay.
Deep, deep, deep down in the belly of the earth
When they are digging and drilling that shiny mighty evasive stone,
Or when they dish that mish mesh mush food into their iron plates with the iron shank.
Or when they sit in their stinking, funky, filthy,
Flea-ridden barracks and hostels.
They think about the loved ones they may never see again
Because they might have already been forcibly removed
From where they last left them
Or wantonly murdered in the dead of night
By roving, marauding gangs of no particular origin,
We are told. they think about their lands, their herds
That were taken away from them
With a gun, bomb, teargas and the cannon.
And when they hear that Choo-Choo train
They always curse, curse the coal train,
The coal train that brought them to Johannesburg
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder