5 Eylül 2009 Cumartesi

Hikâye bizim hikâyemiz de müzik kimin müziği?


soL Dergisi, Haziran 2009, sayı: 282
1867 yılında Marx Kapital’in önsözüne bir hatırlatma koyma gereksinimi duymuş: “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur!” Yani “Anlatılan senin hikâyendir!” İşte bu az lafla çok anlatan sözü Bandista’cılar da alıp ilk albümlerinin ismi yapmışlar. Solun ortak, bildik tanıdık mücadele hikâyelerinden kalan ezgileri alıp başka bir şekilde, kendi günlerinin getirdiği ritimlerle (ska, reggea, balkan) karıştırıp yine ortak, bildik, tanıdık şarkılarla, marşlarla birleştirmişler. Albümde örneğin İspanya’dan Ay Carmela çıkıp gelmiş ve Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü’ye dolanmış. Avusturya İşçi Marşı dönmüş dolaşmış ve insanı yerinde durdurmayan bir ska haline gelmiş. Bandista’cılar bu örgülerle yetinmemişler albümlerini dinleyicilerle paylaşmak konusunda da yeni olanakları kullanmışlar. 1 Mayıs’ta albümlerini Taksim’e çıkan sokaklarda dağıtırken internetten de herkese armağan etmişler.
Bandista sadece devrimci şarkıları neşeli biçimde keyifle çalan gençler grubu olsaydı hep beraber eğlenir geçerdik. Ama Bandista'nın farkına bakarken iki sorunun yanıtı aramak bu karşılıksız armağana mütevazı bir karşı armağan olabilir. Çünkü bizzat müzik yapma biçimleri ve devrimcilikle kurdukları bağ yanıtlar bekleyen soruları besliyor. Örneğin insanın aklına, solun müziği mücadeleye davet eder de eğlenmeye davet etmez mi diye bir soru çıkıp geliyor. Bir de durmuyor, solun müziği uzunca bir dönem kırlardan kendine malzeme buldu da artık sadece kentlerden mi beslenmektedir diye ikinci bir soru oluşuyor! Bandista'yı ve politik müzikteki olası yeni arayışları anlayabilmek için sol düşüncenin etrafında biçimlenen müziğin toplumsal geçmişinden bugüne gelmek yararlı olabilir.


Solun ve politik müziğin üç dönemi
Türkiye'de solun yakın tarihini kabaca üç bölüme ayırırsak sol siyasetin genel toplumsal algıda kendisine genişçe yer bulduğu 1970-80 döneminde, solun Türkiye ve dünyadaki karşı-devrimci dalgayla başlayan geri çekiliş döneminde (1980-1995) ve Türkiye'de de restorasyon olarak tanımlanan, emperyalizmin dünyayı yeniden düzenlemek üzere harekete geçtiği 1995 sonrası dönemde politik müziğin de farklı hallerini bulabiliriz. Çünkü bu üç dönemde, solun düşünsel ve toplumsal yapısı, politik müziğin de farklı yollar izlemesine neden oldu. Sol düşüncenin kendisine toplumda genişçe bir yer bulduğu 70ler boyunca pop, klasik ve halk müziği gibi farklı alanlardan gelen birçok isim (Ruhi Su, Selda, Cem Karaca, Timur Selçuk, Tülay German, Melike Demirağ gibi) sanatsal üretimlerini açık ya da kapalı kimi güncel politik göndermelerle buluşturdular. Kimisi halk türkülerini caz olarak yorumladı, kimisi bu türküleri geleneksel biçimleriyle yeniden canlandırdı kimisi de unutulmaz marşlar üretti. Üretirken de dönemin ruhunu yansıtacak biçimde ortak bir özellik oluşturdular: Kırlardan çıkan ezgiler yeni biçimleriyle kentlerde yaşayanların da sesi oldular. Bir örnek olarak Tülay German'ın Burçak Tarlası yorumu hatırlanabilir. Alabildiğine kentlidir ama her şeyiyle kıra açıktır.
Ancak 70li yıllarda genel bir eğilim olan kentli kesimlerin müziğini de besteleme süreci 80li yıllarda kesintiye uğradı: Öncelikle solun kentlerdeki toplumsal kaynakları önemli oranda sindi. Darbe ile sinmiş kentli orta sınıflar yerine kırdan kente yerleşen birinci kuşaklar solu beslemeye ve politik müzikte de temsilciler bulmaya devam etti. İkincisi kırsal bir nüfusa dayanan Kürt hareketi de müziğin içinde kırın sesinin duyulmasını kaçınılmaz kıldı. Sonuncu olarak da sol, tıpkı Latin Amerika'daki yeni şarkı akımlarında olduğu gibi ülkesinin kültürel biçimlerine sahip çıkmaya devam etti. Bu nedenlerle politik müzikte birbirinden uzakta konumlanan iki farklı kulvar ortaya çıktı: Genel anlamda daha yüzeyde kalan bir solculuğu temsil eden, kırsal öğelerden beslenen ama kimlik beyanına daha açık bir müzik ile daha arayışçı, yeni yaratımlara daha açık, kentli öğelerden beslenen ama dışavurum için daha az elverişli bir müzik.
Bu dönemde solun toplumdaki, örneğin ücra kasabalardaki ya da gecekondu mahallelerindeki taşıyıcılığı bir kaç isimle özdeşleşmiştir: Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya, Edip Akbayram gibi (Belki gereksiz olacaktır ama "solun taşıyıcılığı" derken bu isimlerin solun temsilcisi olmasından çok bu isimlerin dinleyicilerde karşılık bulan geniş anlamına işaret ettiğimi hatırlamak aradaki farkı anlamak açısından yardımcı olabilir). Yine aynı döneme denk gelen Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Mozaik gibi arayışlar ise müziklerinde kırsal olandan daha farklı, kente ait sanatsal yaratıcılıklar aramışlar ve kentli kesimlere hitap etmişlerdir. Bu kulvardan bir tek Yeni Türkü ilk kulvara geçmiştir ve açıkçası bu süreçten siyasal arayışları kadar sanatsal arayışlarının da ortalamaya teslim ederek çıkmışlardır. Ancak 80li yılların düşünsel ya da siyasal derinlik aramayan yorgun solcusu için Ahmet Kaya’nın hisli, ezik, acılı ve yasak müziği örneğin Ünol Büyükgönenç’in tiyatral ve anlatıma dayalı, yani canlandırmaya ve katkıya açık müziğine göre kendisini daha çok ifade etmekteydi.
Aranışçı müzik 90lı yıllarla birlikte kentlerde yükselişe geçen iki farklı kesimin ilgi alanınına da girememiştir. 90lı yıllarda siyasetten itinayla uzakta yetiştirilen kentli gençler yeni pop müziği keşfederken toplumsal yapıya karşı tepkili olan daha küçük bir kesimin görüş alanına da rock müziği girmiştir. Ancak 90lı yılların siyasal müziğinin taşıyıcılığını, kırsal olanı şarkılarına bir kez daha ama bu kez kolektif bir üretimin içinde taşıyan Yorum, Kızılırmak, Baran gibi gruplar yapmıştır: 90lı yıllarda sol kimlik edinmenin ve dışa vurmanın müzikteki yolu bu gruplardan geçmiştir.
Bu kolektif çabalar 90lı yılların hemen başından itibaren kentlerde güçlenen devrimci demokrasinin sesi olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci demokrasi uzunca bir süre için, kırla bağı devam etmekte olan, hatta göçe devam eden kesimlerin siyasi sözcülüğünü yaparken toplumsal kaynaklarını da burada bulmuştur. Bu buluşma solun müziğinin de baskın çerçevesini oluşturmuştur. Mücadeleyi ya da halk hareketini, çeşitli soyut arayışlar ya da acılı bir yeniklik haline göre daha çok önemseyen bu grupların genel beğeni kazanan besteleri, örneğin kentlerdeki işyerlerine değinen şarkılardan çok kırlara işaret eden ezgilerin içinden çıkmıştır. Tabii ki bu müziğe devrimci demokrasi kadar yine ana kaynağı kırsal nüfus olan Kürt hareketi de damgasını vurmuştur.

Yeni olan ne?
Gelelim emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin yeniden yapılandığı en yakın döneme. Yeniden yapılanma yani siyasal, toplumsal ve ekonomik restorasyon dönemi 1996-2005 arasını kapsamaktadır. Siyasetin kalıplarına uymasa bile (siyasal restorasyon 2002 yılında bitmiş ya da bitirilmiş olabilir) Türkiye’de toplumsal dokunun söz konusu on yıl içinde önemli değişimler geçirdiği açıktır. Elbette ki bu değişimin ana yönünde liberalleşmenin ve muhafazakârlaşmanın iç içe olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonsuz bir imkânlar dünyası (libaralleşme) ile arayışçılıktan vazgeçme (muhafazakârlaşma) aynı sürece yerleşmiştir. Kör gözüme parmak misali Laila’nın açılmasıyla AKP’nin birinci parti olması aynı günlere denk gelmiştir. Ya da üniversite kampüsleri otoparklarla, alışveriş merkezleriyle dolmuştur. Yani Türkiye'de kırlar küçülüp kentler büyürken yeni sınıfsal kimlikler, dışavurumlar da ortaya çıkmıştır.
Liberalizasyon ve muhafazakârlaşmanın bazı örneklerini, Türkiye toplumundaki değişimin çeşitli yansımalarını müzikte de bulabiliriz. Örneğin rock müziği kentli orta sınıf gençlerin temel müziği haline gelmiştir ve hatta iki farklı rock grubu (birisi söylemiyle diğeri görünümüyle kısmen muhalif olan) Örovizyonda Türkiye’nin vitrini olmuştur. Rap önemli bir gençlik altkültürü olarak hemen hemen her şehirde boy atmıştır. Diğer yandan bu dönemde Kardeş Türküler solun müziğine damgasını vurmuş, özellikle Kürtlere ait kırsal malzemeleri işlemiş ama politik bir müzik olmamıştır. Müzik çeşitlenmiştir çeşitlenmesine ama bir yandan da arayışçılığından kimi öğelerini kaybetmiştir.
Ve aradan yıllar geçti. Şimdi Türkiye solu tarihinde hiç olmadığı kadar kentli bir genç nüfusla karşı karşıya. Kentlerde hayal kırıklığına uğrayan, kentlerde yazgısını bulan, kentlerde sesini yükselten ve kırları bilmeyen bir kuşak bulunmaktadır. Yeni olan, kırları geçmişte bırakmaya yazgılı bir kentli kültürün ortaya çıkmış olmasıdır. Bu farklılığın solun müzikle ifade edilmesinde değişik arayışları beslememesi de olanaksızdır. İşte “De te fabula narratur!” albümü, içeriğiyle ve dinleyicisine ulaşma biçimiyle bu farklılığın bir öntemsilcisi olarak yorumlanabilir. Kentli yeni kuşakların kulakları farklı enstrümanların bir araya gelmesine, farklı ritimlerin işlenmesine Türkiye’nin içinden geçtiği süreçler nedeniyle daha açıktır. Eski sol müziklerin söz konusu kuşak tarafından takip edilmesi olasılığı düşüktür. Anadolu pop, özgün müzik olarak tanımlanan ezgiler ilginç gelecektir, şarkıları anlayacaktır belki ama duygularını ifade etmeye yetmeyecektir. Diğer yandan kentli bu yeni genç kuşağın müziğinde temel beslenme alanı ulusal olmayan tarzlar olmaya adaydır. Bu durum bir kayıp olarak da görülebilir bir fırsat olarak da. Bu nedenle kullanılan çalgılar arasında bağlama, zurna vb. aletlerin yer alamaması ya da yer alırlarsa geleneksel kullanım biçimlerinden uzak bir biçimle kullanılmaları rastlantı olmayacaktır.
Bir diğer yandan da müzikteki yeni arayışların düşünsel beslenme kaynağını yeni sol, geleneksel sol değil de son on yılın tartışmalarında önemli bir yere sahip olan dinmekte olan küreselleşme karşıtı hareket oluşturmuştur. Köken karışık olduğu için Bandista’yı dinleyen birçok solcu için duyduğu şarkılar ve arkaplanındaki sözler zirzopluk olarak görünebilir. Ancak anlatılan bizim hikâyemiz ve müzik de kentli yeni kuşakların müziğidir. Hayıflanmadan rahat olalım, keza aksi bir durum, yani yeni kuşakların kendi müziklerini yaratmakta zorlanması ve geçmişte takılıp kalması bir tuhaf olurdu. Rahat olalım ve karşı-devrimin hız kesmediği topraklarımızın dinmek bilmeyen devrimci yaratıcılığına katılalım.

2 yorum:

  1. Tez bitti, az kaldı... çok güzel olmuş, çok...

    YanıtlaSil
  2. Bana sorarsan,
    Bandista'nin muzigi 'prezentasyon' ve 'performans' arasindaki bin yillik meseleye dair. prezentasyon acisindan 10da 10, sadece cok iyi 'prezente' ettikleri icin deil, iyi bir amacla yaptiklari icin de, yani ustlendikleri seyi beceriyorlar, ustune politik olarak dogrular, 10 puanla sampiyon. ama ote yandan "muzik" kendi basina onemliyse, eger yani, bana onemli, baskasina olmayabilir, niye ucuz, yuzeysel kopyalarla vakit harcayim ki.. ve ustune politik olarak, su sorulmaz mi; bizim politik mucadelemizin hakettigi "al-yapistir" midir? cem karaca bile daha iyisini yapmamis miydi? bizim elestirelligimiz nerde? devrimci muzik, oyle oldugu kabul edilen bir muzigi calip arada "devrimciyiz biz" diye bagirmakta mi, yoksa muzigin kendisinin 'devrimci olmayan-tutucu' bicimlerini "devirmekte" mi?

    YanıtlaSil