"Düşünüyorum öyleyse varım da düşünmüyorsam ve yine varsam?"
[Dağınık bilinç • Atay’dan Descartes’e bir kısa devre]
Tamam, bireylerin öyle de olsa böyle de olsa, farkında olsalar da olmasalar da bir bilinci var. İyi de bireylerin ötesinde ve tek tek bireylerin bilinç toplamından daha farklı olan ve bu nedenle başka bir düzlemde yer alan bir toplumsal bilinç de var mı? Belki daha ötesi de sorulmalıdır: Toplumlar ortak bir bilinçle tavır alırlar mı? Toplumsal katmanların davranışlarının, tercihlerinin altında ortak bir bilinç yatar mı? Günümüz toplumlarından, son 20-30 yılın toplumlarından bahsediyorsak solun, solcunun arzuladığı tepkileri göstermeyen modern toplumlar, ölümcül bir bellek yitiminden, iflah olmaz bir akıl tutulmasından mı muzdariptir? Toplumları köklü değişimlere götürecek özne ortadan kalkmış mıdır? Özne potansiyel olarak vardır da gerçeklik olarak dağılmış ya da etkisizleşmiş midir? Toplumlar toplumsal öznelerin yön veremeyeceği, müdahale edemeyeceği kadar kapalı, kendi içinde yasallıkları bulunan yapılara mı dönüşmüştür?
Aslında daha basit bir soru asıl merak edilenin sorgulanmasını sağlayabilir: Ekim Devrimi ve Küba devrimi dışında on yıllardır neden devrim olmamaktadır? Daha da temel düzeyde, içimizden geldiği gibi sorarsak “Ne olmaktadır ya da ne olmamaktadır da proletarya burjuvaziyi bir kez daha altedememektedir?”
Tüm bu sorular bizi bilinç sorununun tam da önüne götürmektedir.
Ne kadar sınıf, o kadar bilinç
Hegel’e ve Hegel üzerinden de Avrupa’nın gelmiş geçmiş tüm idealistlerine laf yetiştirirken Marx, “yaşamı belirleyen bilinç değildir, bilinci belirleyen yaşantıdır!” der. Eyvallah! Bu durumda (bir çeviri hatası olmadığı sürece) ortalama bir akılla anlayacağımız, istediğimiz bilinci sunacak yaşantının peşinde koşmak olurdu ve biz de o yaşantıdan bu yaşantıya koştururduk. Hatta iş yerlerinde en çok yorulanlar, en az kazananlar ve hatta işsizler daha çok bilinçli olabilirdi. Ama keşke toplumsal süreçler o kadar düz olsaydı! Çünkü bireyden topluma gidildikçe yaşantı da bilinç de karmaşıklaşmaktadır. En kolay varılan ara sonuç “Çelişkiler keskinleştikçe bilinç de gelişir!” şeklinde özetlenebilir ve açıkçası rahatlatıcıdır. Bu durumda, öncelikle çelişkiler keskinleştirilecek ve o sırada gelişen bilinç de son noktayı koyacaktır. Hatta gündelik hayatı bir devrimle değiştirmeleri en muhtemel toplulukların, çelişkilerin en yoğun olduğu en gelişkin kapitalist Avrupa ülkelerinde ya da en yoksul Afrika ülkelerinde yaşamamakta olduğunu söylemek bilime sadık kalmak anlamına gelmez mi?
Marx, yazdıklarının farklı uğraklarında, toplumsal kesimlerin tarihsel tavırlarını yönlendiren bilincin sınıf bilinci olduğunu belirtir. Ancak Marx, sınıf bilincini ayrı bir felsefi ya da siyasal kategori olarak ele almak yerine değişik sınıfların bilinçlerini, Fransa’da 1830’lardan 1871’e kadar bir alçalıp bir yükselen siyasal mücadeleler içinde “geçerken” incelemiştir (Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850; Fransa’da İç Savaş). Daha ötesi Marx Fransız üçlemesinin herhangi bir yerinde de sınıfsal bilinçler ile üretim ilişkileri arasında doğrudan bir bağ kurmamıştır. Yani Marx’ta “ne kadar çelişki, o kadar bilinç” denklemi bulmak mümkün değildir. Hatta yığınların siyasal desteği küçük burjuvaziden köylülere, köylülerden aristokrasiye, aristokrasiden mali burjuvaziye kayarken Marx’ın “Ne kadar sınıf, o kadar bilinç!” dediği bile duyulur. Ama bilinç sorununa tanımlayıcı değil çözümleyici bir yer vardır Marx’ta. Tanımlayıcı olmaya en yakın olduğu yer “kendinde sınıf ve kendisi için sınıf” ayrımını yapmaya çalıştığı nokta olmuştur. Kendisi için sınıf, bir farkındalık halidir ve bu nedenle, üretimin basit parçası olan ve tam da üretimin çelişkili halinin farkında olmayan kendinde sınıftan farklıdır. Farkındalık farklılık getirmektedir.
Yine de bilinç ve maddi hayat arasındaki ilişkiyi, işe yarar ve çözülebilir hale getirmeyi önermek Lenin’e kalmıştır: Bilinç eksiktir! Toplumsal katmanların, yığınların farklı farklı hallere bürünmüş üretim ilişkileri içindeki çelişkilerden üretebileceği en gelişkin bilinç düzeyi bile eksiklidir. Bu nedenle bilincin dışarıdan tamamlanması gerekir gerekmesine de Lenin, modern toplumsal mücadelelere yaptığı en önemli katkının “Ne kadar eğitim, o kadar bilinç!” olarak kısaltıldığını duysa herhalde en azından küplere binerdi. Çünkü Lenin de yine başka konular üzerinde aklı yürütürken bilinci, inşa edilen, bir akışı, süreğenliği olan yani gelişen, ama geri de çekilebilen ve bu nedenle bir kere keşfedilmesi ya da icat edilmesi yeterli olmayan bir farkındalık olarak ele alır. Çünkü sınıf, ancak potansiyel sınıf üyeleri kendi sınıfsal çıkarlarının farkına varmaya başladığında ortaya çıkar. Bu nedenle Lenin’de daha gür bir sesle duymak mümkündür “Ne kadar sınıf, o kadar bilinç!” dediğini.
Nereye gitti bu bilinç?
Ancak işçi sınıfı hareketinde uzun yıllardır devam eden ve bir türlü dinmeyen geri çekiliş akıllarda soru işareti oluşturmaktadır. İnsan, 1980lere kadar gelen mücadeleciliği okudukça, duydukça “Nereye gitti bu bilinç? Daha az önce buradaydı!” diye sormadan duramamaktadır. Hatta bu geri çekilme hali kabak tadı vermiş olsa gerek ki toplumların bilinçlilik halinin egemenler tarafından, hin oyunlar neticesinde zayıflatıldığını, yönlendirildiğini, saptırıldığını düşünmek daha çekici olabilmektedir. Ayrıca bu kestirme düşünceyi destekleyecek güçlü kanıtlar da bulunmaktadır: Ne de olsa işçi sınıfı geçen yüzyılın başında bir hamle yapmış ve gerisi de gelmemiştir. Bu durumda burjuvazinin, egemenlerin toplumsal bilinci, toplumsal belleği yönlendirmede çok becerikli oldukları da düşünülebilir. En çok okunan siyasal kitaplar, komplo teorisi kitapları olduğuna göre…
O zaman karşımıza başka bir soru daha çıkmaktadır. Haydi diyelim ki işçilerin bilinci eksiklidir de burjuvazinin sınıf bilinci tam mıdır? Onların ki tam bizim ki eksik! İyi de nedir bu sınıf bilinci? Kolayca akılda kalıveren bir şarkının dediği gibi işçi olduğunu bilmek ve öyle kalmak mıdır? İş yerinde çalışanlar arasındaki rekabet midir? Yoksa McDonald’s gibi yerlere gitmemek ve 1 Mayıslara mutlaka katılmak mıdır? Sendika üyeliği midir? Belki de siyasal mücadelenin ta kendisidir! Belki de hepsi birdendir. Yanıt belirsizdir. Çünkü sınıf bilinci, ideoloji, meta-fetişizmi, yabancılaşma gibi Marksizmin belirsiz, zorlu alanlarından birisi olarak karşımızda durmaktadır. Ama sınıf bilincini karşısına alıp irdeleyenler de bulunmaktadır!
İlker Belek “Marksizm ve Sınıf Bilinci” isimli kitabında sınıf bilincini incelerken karmaşık ilişkiler düzeneği sonrasında ortaya çıkan sınıfı ve sınıfın siyasal bilincini daha anlaşılır, daha elle tutulur hale getirmeye çalışmış. Bu nedenle Marksizm içinde yüzyılı aşan tartışmalara olduğu kadar sınıf kimliğini araştıran, kişilerin üretim ilişkileri içindeki nesnel konumlarını sorgulayan bilimsel makalelere de yer vermiş. Bir yandan felsefi sorunlarla uğraşırken bir yandan da günümüz Türkiye’sine, günümüzün işçilerine, işçilerden yapılacak sınıfa dair çıkarımlarda da bulunmuş.
Belek’in kitabının en önemli vurgularından bir tanesi, bilincin inşa edilen yönüne dair. Bilincin inşa edilmesi bir süreci, sürecin çeşitli aşamalarını ve yıkılabilirliği, çökebilirliği de işaret ediyor. Makine kırıcılığından dayanışma sandıklarına, sendikalardan partilere tüm bu kurumsal arayışlar işçi sınıfı bilincinin dolaylı temsilcileri, işçi sınıfı bilincinin geçirdiği değişimlerin dolaylı ürünleri olarak görülebilir. Diğer yandan yıllık grev istatistikleri (grev sayısı, greve çıkan işçi sayısı, çalışanlar lehine sonuçlanan grev sayısı) sınıf bilincini dolaylı olarak yansıtabilir.
Yine de soru soruyu çağırmaktadır. İşçi sınıfı bilinci, doğrusal bir hatta mı ilerlemektedir? Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yaşanan 20 yılı aşkın süre düşünülecek olursa buna hayır yanıtı verilmelidir! Ayrıca ulus-devletlerin çözülüşü ile işçi sınıfı hareketlerinin geri çekilişi arasında da bir eşzamanlılık bulunmaktadır. Belek de işçi sınıfı bilicinin geri çekilişinde, reel sosyalizmin çözülüşünün, sosyalist-sol partilerin çıkışsızlaşmasının ve üretim sürecinin yapısında meydana gelen (esnek üretim gibi) değişimlerin belirleyici olduğunu belirtiyor. Ayrıca Belek, Türkiye işçi sınıfı bilinci üzerine ek olarak olumsuz yönde etki eden beş etken daha sıralıyor: (i) Sınıfın nesnel oluşum durumu; (ii) sınıfın mücadele deneyimi ya da tarihsel oluşum kapasitesi; (iii) sınıfı ideolojik olarak bölen karşı ideolojilerin etkileri; (iv) Kürt sorunu; (v) sınıf bilincini geliştirmeye yönelik sosyalist ideolojinin durumu.
Bilincin nereye gittiğine dönecek olursak dünyayı sürükleyen tarihsel olaylar ve Türkiye’nin nesnel koşulları, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayanların içinde bulundukları durumu açıklayacak bir farkındalık geliştirmelerine engel olmaktadır diyebiliriz. Güzel! Ama bilince çıkmayan, farkında olunmayan deneyimlere ne olmaktadır? Dağınık bir halde tarih yapmaya devam etmektedirler. Hem de bazen farkında bile olmadan. Çünkü Morales’in senatoyu dize getiren açlık grevinde, piyasacı AB anayasasını durduran referandumlarda, Bush’un suratını sıyıran 42 numara ayakkabıda, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesini sağlayan 30 yıllık uğultuda farkındalığı gidip gelen bu dağınık bilincin izlerini sürmek mümkündür.
Değiniler:
İlker Belek. Marksizm ve Sınıf Bilinci. Dipnot Yayınları. 2007
Karl Marx. Fransa’da Sınıf Mücadeeleri 1848-1850. Çev. Erkin Özalp. Yazılama Yayınları. 2009
soL, 08.05.2009
Marx, yazdıklarının farklı uğraklarında, toplumsal kesimlerin tarihsel tavırlarını yönlendiren bilincin sınıf bilinci olduğunu belirtir. Ancak Marx, sınıf bilincini ayrı bir felsefi ya da siyasal kategori olarak ele almak yerine değişik sınıfların bilinçlerini, Fransa’da 1830’lardan 1871’e kadar bir alçalıp bir yükselen siyasal mücadeleler içinde “geçerken” incelemiştir (Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850; Fransa’da İç Savaş). Daha ötesi Marx Fransız üçlemesinin herhangi bir yerinde de sınıfsal bilinçler ile üretim ilişkileri arasında doğrudan bir bağ kurmamıştır. Yani Marx’ta “ne kadar çelişki, o kadar bilinç” denklemi bulmak mümkün değildir. Hatta yığınların siyasal desteği küçük burjuvaziden köylülere, köylülerden aristokrasiye, aristokrasiden mali burjuvaziye kayarken Marx’ın “Ne kadar sınıf, o kadar bilinç!” dediği bile duyulur. Ama bilinç sorununa tanımlayıcı değil çözümleyici bir yer vardır Marx’ta. Tanımlayıcı olmaya en yakın olduğu yer “kendinde sınıf ve kendisi için sınıf” ayrımını yapmaya çalıştığı nokta olmuştur. Kendisi için sınıf, bir farkındalık halidir ve bu nedenle, üretimin basit parçası olan ve tam da üretimin çelişkili halinin farkında olmayan kendinde sınıftan farklıdır. Farkındalık farklılık getirmektedir.
Yine de bilinç ve maddi hayat arasındaki ilişkiyi, işe yarar ve çözülebilir hale getirmeyi önermek Lenin’e kalmıştır: Bilinç eksiktir! Toplumsal katmanların, yığınların farklı farklı hallere bürünmüş üretim ilişkileri içindeki çelişkilerden üretebileceği en gelişkin bilinç düzeyi bile eksiklidir. Bu nedenle bilincin dışarıdan tamamlanması gerekir gerekmesine de Lenin, modern toplumsal mücadelelere yaptığı en önemli katkının “Ne kadar eğitim, o kadar bilinç!” olarak kısaltıldığını duysa herhalde en azından küplere binerdi. Çünkü Lenin de yine başka konular üzerinde aklı yürütürken bilinci, inşa edilen, bir akışı, süreğenliği olan yani gelişen, ama geri de çekilebilen ve bu nedenle bir kere keşfedilmesi ya da icat edilmesi yeterli olmayan bir farkındalık olarak ele alır. Çünkü sınıf, ancak potansiyel sınıf üyeleri kendi sınıfsal çıkarlarının farkına varmaya başladığında ortaya çıkar. Bu nedenle Lenin’de daha gür bir sesle duymak mümkündür “Ne kadar sınıf, o kadar bilinç!” dediğini.
Nereye gitti bu bilinç?
Ancak işçi sınıfı hareketinde uzun yıllardır devam eden ve bir türlü dinmeyen geri çekiliş akıllarda soru işareti oluşturmaktadır. İnsan, 1980lere kadar gelen mücadeleciliği okudukça, duydukça “Nereye gitti bu bilinç? Daha az önce buradaydı!” diye sormadan duramamaktadır. Hatta bu geri çekilme hali kabak tadı vermiş olsa gerek ki toplumların bilinçlilik halinin egemenler tarafından, hin oyunlar neticesinde zayıflatıldığını, yönlendirildiğini, saptırıldığını düşünmek daha çekici olabilmektedir. Ayrıca bu kestirme düşünceyi destekleyecek güçlü kanıtlar da bulunmaktadır: Ne de olsa işçi sınıfı geçen yüzyılın başında bir hamle yapmış ve gerisi de gelmemiştir. Bu durumda burjuvazinin, egemenlerin toplumsal bilinci, toplumsal belleği yönlendirmede çok becerikli oldukları da düşünülebilir. En çok okunan siyasal kitaplar, komplo teorisi kitapları olduğuna göre…
O zaman karşımıza başka bir soru daha çıkmaktadır. Haydi diyelim ki işçilerin bilinci eksiklidir de burjuvazinin sınıf bilinci tam mıdır? Onların ki tam bizim ki eksik! İyi de nedir bu sınıf bilinci? Kolayca akılda kalıveren bir şarkının dediği gibi işçi olduğunu bilmek ve öyle kalmak mıdır? İş yerinde çalışanlar arasındaki rekabet midir? Yoksa McDonald’s gibi yerlere gitmemek ve 1 Mayıslara mutlaka katılmak mıdır? Sendika üyeliği midir? Belki de siyasal mücadelenin ta kendisidir! Belki de hepsi birdendir. Yanıt belirsizdir. Çünkü sınıf bilinci, ideoloji, meta-fetişizmi, yabancılaşma gibi Marksizmin belirsiz, zorlu alanlarından birisi olarak karşımızda durmaktadır. Ama sınıf bilincini karşısına alıp irdeleyenler de bulunmaktadır!
İlker Belek “Marksizm ve Sınıf Bilinci” isimli kitabında sınıf bilincini incelerken karmaşık ilişkiler düzeneği sonrasında ortaya çıkan sınıfı ve sınıfın siyasal bilincini daha anlaşılır, daha elle tutulur hale getirmeye çalışmış. Bu nedenle Marksizm içinde yüzyılı aşan tartışmalara olduğu kadar sınıf kimliğini araştıran, kişilerin üretim ilişkileri içindeki nesnel konumlarını sorgulayan bilimsel makalelere de yer vermiş. Bir yandan felsefi sorunlarla uğraşırken bir yandan da günümüz Türkiye’sine, günümüzün işçilerine, işçilerden yapılacak sınıfa dair çıkarımlarda da bulunmuş.
Belek’in kitabının en önemli vurgularından bir tanesi, bilincin inşa edilen yönüne dair. Bilincin inşa edilmesi bir süreci, sürecin çeşitli aşamalarını ve yıkılabilirliği, çökebilirliği de işaret ediyor. Makine kırıcılığından dayanışma sandıklarına, sendikalardan partilere tüm bu kurumsal arayışlar işçi sınıfı bilincinin dolaylı temsilcileri, işçi sınıfı bilincinin geçirdiği değişimlerin dolaylı ürünleri olarak görülebilir. Diğer yandan yıllık grev istatistikleri (grev sayısı, greve çıkan işçi sayısı, çalışanlar lehine sonuçlanan grev sayısı) sınıf bilincini dolaylı olarak yansıtabilir.
Yine de soru soruyu çağırmaktadır. İşçi sınıfı bilinci, doğrusal bir hatta mı ilerlemektedir? Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yaşanan 20 yılı aşkın süre düşünülecek olursa buna hayır yanıtı verilmelidir! Ayrıca ulus-devletlerin çözülüşü ile işçi sınıfı hareketlerinin geri çekilişi arasında da bir eşzamanlılık bulunmaktadır. Belek de işçi sınıfı bilicinin geri çekilişinde, reel sosyalizmin çözülüşünün, sosyalist-sol partilerin çıkışsızlaşmasının ve üretim sürecinin yapısında meydana gelen (esnek üretim gibi) değişimlerin belirleyici olduğunu belirtiyor. Ayrıca Belek, Türkiye işçi sınıfı bilinci üzerine ek olarak olumsuz yönde etki eden beş etken daha sıralıyor: (i) Sınıfın nesnel oluşum durumu; (ii) sınıfın mücadele deneyimi ya da tarihsel oluşum kapasitesi; (iii) sınıfı ideolojik olarak bölen karşı ideolojilerin etkileri; (iv) Kürt sorunu; (v) sınıf bilincini geliştirmeye yönelik sosyalist ideolojinin durumu.
Bilincin nereye gittiğine dönecek olursak dünyayı sürükleyen tarihsel olaylar ve Türkiye’nin nesnel koşulları, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayanların içinde bulundukları durumu açıklayacak bir farkındalık geliştirmelerine engel olmaktadır diyebiliriz. Güzel! Ama bilince çıkmayan, farkında olunmayan deneyimlere ne olmaktadır? Dağınık bir halde tarih yapmaya devam etmektedirler. Hem de bazen farkında bile olmadan. Çünkü Morales’in senatoyu dize getiren açlık grevinde, piyasacı AB anayasasını durduran referandumlarda, Bush’un suratını sıyıran 42 numara ayakkabıda, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesini sağlayan 30 yıllık uğultuda farkındalığı gidip gelen bu dağınık bilincin izlerini sürmek mümkündür.
Değiniler:
İlker Belek. Marksizm ve Sınıf Bilinci. Dipnot Yayınları. 2007
Karl Marx. Fransa’da Sınıf Mücadeeleri 1848-1850. Çev. Erkin Özalp. Yazılama Yayınları. 2009
soL, 08.05.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder