Zor bir gün geçirmişim. Zaten bu aralar hangi gün kolay ki! Kolay bir gün var mıydı ki? Neredeyse unutmuşum.
Hayırlı bir haber yok. Kapatma, çıkarma ve de atma haberleri yetmiyor, küçük depremler ekleniyor hepsinin üstüne. Kimsenin duymadığı, sadece kendi etrafını silkeleyen küçük yer sarsıntıları.
İlk sarsıntı haberi bir gece önce, gece yarısı gelmiş. Huzursuz bir bedenin intihar haberini almışız. Adımız gibi biliyoruz işaretlerini ve çokça da konuşmuşuz o çırpınışları. Er ya da geç oraya, intihara geleceğini bilmemize rağmen daha önce hiç konuşmamışız yine de. “Sahipsizlik öldürdü!” diyoruz artık. Cesedi bilmem kaç gün sonra bulunmuş. Kimse de gelmemiş cenazesini almaya. Kimsesizler mezarlığına gömülmüş. Ülkenin kısa bir özeti gibi geliyor bu ölüm.
Ama yetmiyor. Ülke, tarih ve de bizim kendi küçük tarihimiz de durmuyor.
Allak bullak uykulardan baskınlarla uyanıyoruz. Gürültü büyük. Üstüne bir haber düşüyor meslektaşlar arasındaki haberleşme grubuna. Bir başka küçük yer sarsıntısı. İçine girdiği bedeni bir kaç ayda tüketecek bir hastalık musallat olmuş son dalgalarla apar topar içeri alınan bir tanıdık. Önce baştacı etmişlerdi, şimdilerde ise... İnsanın yıllarca dünyaya başka pencerelerden baktığı insanlara üzülme dönemindeyiz. Kederleniyorum.
Ben olan biteni sancıyla izlerken eski bir hastanın intihar haberi geliyor. İki ediyor. Daha yirmi dört saat bile dolmadan. Ama biliyorum ki yeminliydi kendini ortadan kaldırmaya. Yapmış en sonunda. Bir kroşe daha iniyor yüzüme.
Sıkıntıyla öğle arasına çıkıyorum. Karşıya geçiyorum yemek için. Herkes, arkadaşlar, dostlar tetikte. Gergin bir bekleyiş var sanki. Gülmeyi geçtik, gülümsemek için zorlanıyoruz. Birbirimizden çok yer sarsıntılarını dinliyoruz sanki.
İşte tam da o sırada bir mesaj geliyor telefonuma. Okuyorum. İçim cız ediyor. Vefat, cenaze ve başsağlığı diyor mesaj. Öğreniyorum. Henüz baharında bir hayat bırakıvermiş kendini boşluğa.
Aileyi düşünüyorum, hemen. Geride kalanları. Gezi günlerinden bir yara kalmış aklımda. Sivilli, sopalı, çivili ve bol küfürlü. “Acaba o günlerden kalma bir umut kesme mi ki?” diye soruyorum kendi kendime. Bilemiyorum ki!
Artık daha bir allak bullak geçiyor saatler. Birbirine değen karmaşık hayatlar içinde eve dönüyorum. Kuzeyden soğuk bir rüzgar esiyor. Üşüyorum. Kaldırımda begonviller. “Ne çiçek!” diye düşünüyorum. İnatla koruyor kendini, en sert rüzgârda, en soğuk havada dahi. Rengarenk kalıyor, kuruyunca dahi hiç bozulmuyor. Eğilip tek tek topluyorum fusya rengi yapraklardan.
Nihayet evdeyim. Ama bir sıkıntı var içimde. Benimle birlikte eve dönmüş. Önceki geceden katlanmış. Çocuklarla oynuyorum, yemek, telefon ekranı falan. Ama çok ölüm var. Çok. Aklımdan çıkmıyor.
Çocuklar erken uyuyor uyumasına ama beni de uyku tutmuyor. Bir şeyler okuyorum. Daha doğrusu okur gibi yapıyorum. Zihnim satırları atlıyor. Dışarı atıyorum kendimi. Balkona.
Gece sessiz ve huzursuz. Hızlı bir sigara içiyorum. Uzaktan bir gemi geçiyor. “Geniş bir balıkçı teknesi mi yoksa?” diye bakıyorum.
Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Televizyonu açıyorum. Bir bilim-kurguya denk gelirim falan diye. Hani herşey fazla gerçek geliyor. Bir kurguya sığınasım var.
Ama pek bir şey bulamıyorum. İnsanlardan ümidi kesmişim zaten. “Yaban hayvanlarını izleyeyim bari.” diyorum. Ama kanal kapatılmış. “O da mı yahu!” diye şaşırıyorum kendi kendime. Kanalları dolanıyorum boş boş.
İşte o zaman denk geliyorum. Hatta çarpıyorum. Bir Ankara kanalı bana bodoslama çarpıyor.
Bir stüdyo programı bu. Stüdyoda beş adam. Tahminen futbol konuşuluyor. Muhtemelen de saatlerce. Ama o sırada, yani tam da ben kumandanın tuşuna dokunduğumda stüdyoya alüminyum folyolar giriyor. Palanın da ötesinde bıyığı olan birisi servis ediyor folyoları. Sıcak sıcak. Ortamda kendini saklama gereği hiç duymayan, hatta kendini insanın gözüne gözüne dayayan bir yılışıklık var. Sözlerde, seslerde.
Tek tek açılıyor folyolar. Önce buhar yükseliyor ve sonra da bilmem kaç aydır bilmem nerede bekletilmiş etler çıkıyor içinden. Elemanlardan birisi “İçine ettiğimin programına bunu niye getirirler ki!“ dercesine çatalının ucuyla deşiyor önündeki eti. Memnuniyetsiz. Kitsch bozmuş onu, belli. Yüzünden kibir ve para akıyor. Yıllardır top yorumluyor ve oldukça kalınlaşmış ensesi. Muhtemelen para için katlanıyor tüm bunlara ve muhtemelen söylenecek program bitince. Yine de bozuntuya vermeden savuruyor çatalı ete.
Bir diğer eleman var ki eliyle dalıyor ete. Doğal. Herşeyiyle doğal o. Bir ossuruk, bir sıçmık bir tükürük gibi doğal. Aralarında en hızlısı da o. Etler parmaklarının arasından ağzına giriyor. Parmaklarıyla birlikte. Eti itiyor, çıkarıyor ve yeniden daldırıyor parmaklarını ete. Kamera hiç çekinmiyor, ne güzel! İzliyorum.
Karşıda bir eleman daha var. Az biraz vicdanlı gibi. Belli utanmış, bu su katılmamış id halinden. Süperegosu egosuna seslendikçe sesleniyor: “Beyler,” diyor, belli belirsiz sesiyle. “Beyler bari reklam arasında yeseydik! Hani olan var, olmayan var!” Tam o sırada karşıdan bir geğirme geliyor: “Durumu olmayan da yarım ekmek döner yesin!”
Kapatıyorum televizyonu. Bu kadar zihin-kurgu bana epey bir yeter, biliyorum. Ama kendimi söylenmekten de alamıyorum. Ne yapayım, insanım! “Lan, ” diyorum kendi kendime, “çok değil, şurada dört beş yıl önce solun, aha şu sol dediğimiz halin bile gündemini belirliyordu bu geğirti!” Gözümün önüne ağzı, parmakları ve et parçaları geliyor. Gözümün önüne insanlarını geğirerek yiyen bir ülke geliyor.
Dışarı atıyorum kendimi. Balkona. Gece iyice sessiz artık. Huzur arayanı şeytan çarpsın. Bir sigara yakıyorum. Uzaktan bir gemi geçiyor. Geniş bir balıkçı teknesi değil, biliyorum.
Yer sarsılıyor. Bayağı bir sallanıyor balkon. Sallanıyor karşıdaki begonvil. Ve dökülüyor kuruyan çiçekleri. Ama koruyacaklar kendilerini, soğukta, rüzgârda, yaklaşan fırtınada. Biliyorum.
soL Portal, 05.11.2016 | Αυγερινός
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder