Su gibi akıcı, kendi yolunu bulan bir sesi var Lisa Ekdahl'ın. İlk
kez 2002 yazında, İzmir'de, sıcak mı sıcak bir Ağustos gecesinde, püfür püfür esen bir
terasta duymuştum, "Now or Never" diye soran sesini. Eğlenceli, kıvrak
bir şarkıydı. Sıradandı ama bir o kadar da sıradışıydı.
Sonradan bir kaç
albümü daha dolandı kulaklarıma ama 'eğlencelik'ten öteye gitmedi benim
için bu çocuksu ses. Ama tam bir çocuksuluk değil zaten sesindeki.
Çocukluktan çıkış aralığının ses tonu. Koşuşturmacaların bitmediği ama
aklın da daha alıp başını kaçmadığı ara bir devrenin. Eğlenceli, neşeli ve rahat.
Ekdahl'ın son
albümü ise bir konser kaydı: Lisa Ekdahl at the Olympia, Paris. Görsel bir kayıt aynı zamanda. Konser kayıtlarını hep sevmişimdir; stüdyo
kayıtlarına göre biraz daha saftır, daha az işlenmiştir, üstünde daha az
oynanmıştır ve dinleyici de ister istemez bir parçasıdır konser
kayıtlarının. Ekdahl'ın konser kaydını bana sevdiren ise bu az
işlenmişliğin yanısıra yarım yüzyıllık şarkıların yorumlanışı oldu. Hem
de bir konser sırasında: Nature Boy, April In Paris, Tea For Two en
etkileyici olanları. Su gibi, doğal ve rahat. Öylece akıp gidiyor. Tüm şarkılar.
O ilk ergenliğin, o çocuksu yeni yetmeliğin ferahlığıyla. Dertsiz, tasasız. Hesapsız. Aklı bir karış havada olarak, sanki. Sanki...
23 Ağustos 2014 Cumartesi
22 Ağustos 2014 Cuma
Sinop'suz
Yalı Kahvesi'nde bir çay iç. Martılar geçsin başının üstünden ve hatta kış olsun, bir kuğu ailesi göç etsin, önünde uzanan limana kuzeyden. Onlar uzanırken simidine sen kalk git Zeyden'de kahvaltını tamamla. Biraz bal, biraz kaymak ve bolca insanlık.
Sonra surlara daya sırtını ve selam ver, gelip geçene. Az ilerideki balık tezgahlarını yokla. Çarpan, karagöz, iskiri var mı, bir bak. Kalmadıysa dertlenme. Ellerin ceplerinde bir türkü tuttur ve ağır aksak yürü Aşıklar'a. Selam ver mendireğe, Saray'a ve Hey Yavrum Hey'e. Gel De İçme'nin kapısı kilitli mi yine, bir kontrol et.
Rengarenk teknelerin arasından geç. Hemen köşede aklı karışmış iki kardeş bekliyordur seni; onlar kendi kendilerine konuşurken tokalaş ve bir eyvallah çekip yol ver teknelere limandan. Bırak, dolaşsınlar Ada'nın etrafını ve izin verirse karayel, uzansınlar Hamsilos'a, fiyortlara. Çöz iplerini sahipsiz takaların, süzülsünler Antik'e doğru. Bangır bangır çalınsın şarkılar, kırılsın gerdanlar, atılsın göbekler güvertede. Ve kocaman gövdesiyle bir gemi yanaştıysa rıhtıma, hoş geldiniz demeyi ihmal etme, şaşkın ve tedirgin turistlere.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Öyküler yazıyordu, okuru olmayan
Sanırım O'nu yakından tanıyan kimse yoktu. Hakkında bildiklerimiz söylentilerden ibaretti, o da bir elin parmakları kadardı. Bir söylentiye göre gençliğinde uzun yıllar kitapçılık yapmıştı. Eski kitap alıp satmış ve kazandığı parayı o zaman da şaraba ve kitaba yatırmıştı. Ve yine aynı söylentiye göre bir zaman sonra aniden her şeyi bırakıp gitmişti. Güneyde bir koyda derme çatma bir kulübeye sığınmıştı. İnsanlardan uzak epey bir zaman geçirmişti o koyda. Öyle apansız, kitaplarını, hayatını bırakıp gitmesine dair de yine muhtelif rivayetler varmış o zamanlar. Bir tanesine göre bir hayale kapılmış; aşık olmuş diyelim. Hayalin peşine düşmüş ya da kaçmış o hayalden. Kimisi bunu çok kitap okumaya, çoğunluk ise şaraba bağlamış. Bir diğerine göre ise her hangi bir ilişki içinde olmaktan, örneğin kitaplar hakkında konuşmaktan - ki en çok neşelendiği anlar kitaplar hakkında konuşulduğu zamanlar, anlarmış - sıkılmış. Konuşmaktan, dinlemekten, selam verilmesinden, halinin sorulmasından, ayılmaktan, ayık olmaktan ve katlanmaktan sıkılmış. Her şeyi bırakıp gitmiş. Bir sonbahar sabahıymış ve şehrin bulvarları kurumuş yapraklarla doluymuş.
Hiç habersiz terkettiği şehre yine bir sonbahar akşamı geri dönmüş. Şehrin bulvarları kurumuş yapraklarla ve O'nu çoktan unutmuş, hiç tanımamış, zaten hiç tanımayacakmış olan insanlarla doluymuş. Geri dönmüş ve bu apartmanın en alt katına yerleşmiş.
[Kings of Convenience - My Ship Isn't Pretty]
Hiç habersiz terkettiği şehre yine bir sonbahar akşamı geri dönmüş. Şehrin bulvarları kurumuş yapraklarla ve O'nu çoktan unutmuş, hiç tanımamış, zaten hiç tanımayacakmış olan insanlarla doluymuş. Geri dönmüş ve bu apartmanın en alt katına yerleşmiş.
[Kings of Convenience - My Ship Isn't Pretty]
O sıralar neler dinliyorduk ki acaba?
1996-1999 arasını kastediyorum. Köşe bucak dolanıp müzik aradığımız günler olduğunu iyi hatırlıyorum. Post-rock tarzı şeyler sarmamış, Dead Can Dance olayı imanımızı gevretmişti. Umut bağladığımız gruplar (örn. Paradise Lost) genel dinleyiciye seslenmeyi ve para yapmayı kararlaştırmıştı. Etnik müzik vb. iyiydi, güzeldi ama bir önceki yılların bizlerinden, o dikbaşlı, dünyaya kafatutan, öfkeli bizlerden birşeyler de alıp götürüyordu o ezgiler. Ne de olsa tarihtiler.
Hâlbuki bize yavanlaşan hayata sert bir tokat gibi inecek bir ses lazımdı. Her şey çürüyordu, gelecek hiç de geçmişte düşlediğimiz gibi çıkmamıştı ve bana etkili, sert ve anlamlı bir ses lazımdı. Özü, çekirdeği günlerin getirdiklerine daha dayanıklı bir müzikal malzeme arıyordum. Bu dayanıklı malzemenin içinde siyasal olan da mutlaka yer almalıydı. İşte o günlerde aradığımız müziği Godspeed you! Black Emperor yapıyormuş o dönemde. Kanada'da. Ne yazık, ancak haberim oldu: "We're trapped in the belly of this horrible machine and the machine is bleeding to death"
Hâlbuki bize yavanlaşan hayata sert bir tokat gibi inecek bir ses lazımdı. Her şey çürüyordu, gelecek hiç de geçmişte düşlediğimiz gibi çıkmamıştı ve bana etkili, sert ve anlamlı bir ses lazımdı. Özü, çekirdeği günlerin getirdiklerine daha dayanıklı bir müzikal malzeme arıyordum. Bu dayanıklı malzemenin içinde siyasal olan da mutlaka yer almalıydı. İşte o günlerde aradığımız müziği Godspeed you! Black Emperor yapıyormuş o dönemde. Kanada'da. Ne yazık, ancak haberim oldu: "We're trapped in the belly of this horrible machine and the machine is bleeding to death"
Erik Satie ve kollektif biraradalığın komünist biçimi
kolektif yakınlığın komünist biçiminin - communist form of collective intimacy] timsaliyse
Erik Satie'nin piyano eserleridir. Eric Satie'nin usulca akan melankolik piyano
eserleri ile komünizmin evreni arasında olandan daha güçlü bir karşıtlık hayal
edebilir misiniz? Komünizmle özdeşleştirilen müzikler genelde propaganda
şarkıları, korolar ya da devlet başarılarını veya önderlerini öven tumturaklı
kantatlardan oluşur - bu açıdan bakıldığında, Satie "burjuva bireyciliğin"
cisimleşmiş hali değil de nedir? 1920'lerin başlarında, hayatının son
yıllarında, yeni kurulmuş Fransa Komünist Partisi'nin üyesi olması ve hatta
Merkez Komite'ye girmiş olması [ki o yıllarda Satie, dadaist hareketin mimarı
Tristan Tzara'nın dostu ve bir diğer avangard Andre Breton'un arkadaşıdır; bu
avangard, dikbaşlı isimlerin hepsi Fransa'da komünist hareketin kuruluşunda yer
almıştır] nevi şahsına münhasırlığından mı yoksa bir provakasyondan mı
ibaretti?
Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Metis Yayınları, Eylül 2011,
sf. 460-463
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Keaton Henson'ın Romantik İşleri
Nehrin dalgalarına nasıl kapılıp gittin? Suya gömülürken aklından neler geçiyordu? Işıklar vuruyor muydu aşağılara, derinlere?
Seni buldukları yerin yukarısında bir köprü varmış, artık pek kullanılmayan. Oradan mı? Oradan mı daldın karanlığa, ulaşılmazlığa, sorulara? Dingin bir kayıtsızlıkla teslim mi oluverdin? Nefesin tükenir ve gözlerin, dünyan, sen kararırken ne yapıyordun? Çırpındın mı? Ağladın mı, suyun içinde? Hareketsiz, kımıltısız bekledin mi? Ceketin bir dal parçasına mı takıldı? Kolların çamura mı saplandı? Nasıl oldu da gittin oralara?
Bir nehir kıyısında bulmuşlar seni, uyanışı olmayan derin bir uykuda.
[Bu metin Keaton Henson'ın Romantic Works albümünde yer alan Healah Dancing etkisi altında yazılmıştır.]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)