5 Aralık 2014 Cuma

Routines, turning points and pearls

Life is full of routines, duties, “must do” things. Besides these, there are others - love, joy, sorrow, despair and fear, which are quite few and far between when compared to the routine flow of life. And besides routines and such few exceptions, there are tiny breaking points, turning points in life, such that after a while, at some certain point when you gaze back at your past, you realise that this turning point changed the direction of your life and took you somewhere that you had never dreamed before, that you were unable to predict or even think of.
I deeply appreciate that one morning in the spring of 2006 was one of these few turning points of my life. On that morning, Prof. Dr. Hayriye Elbi, to whom I will be grateful for all my life, invited me to her office in the Department of Psychiatry in Ege University. I was a second year resident in Psychiatry and she was head of the Department. I can still remember what she asked me in front of the open window from where you could see the first blossoms of April. She asked me, while passing me the official letter, whether I would like to study for a PhD degree abroad.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Burayı seviyorlardı...

Burayı seviyorlardı. Yağmurdan saklandıkları geniş gövdeli ağacı, ağacın dallarında düştü düşecekmiş gibi duran yaprakları, dallara çifter çifter konan, bir o yana bir bu yana uçuşan kuşları (kumrular, serçeler, sığırcıklar, saksağanlar, paçalı güvercinler) ve sessizliği, dinginliği, ıssızlığı seviyorlardı.

Yine gelip her zamanki yerlerine oturmuştular oturmasına ama gövdeleri birbirinden uzaktı ve ayrı yönlere dönüktü yüzleri. Aynı anda gelip tesadüfen aynı banka oturmuş birer yabancı gibi birbirlerine karşı kayıtsız ve sıkıntılıydılar.

Yağmur gitgide hızlanıyordu ya ikisinin de umurunda değil gibiydi. Birinin gözlerinin altı şişmişti ve elleri, diğerinin ellerini tutacağı yerde, kullanılmaktan iyice dağılmış, parçalanmak üzere olan bir kâğıt mendili tutuyordu. Yapraklardan sıyrılıveren bir yağmur damlası ise diğerinin saçlarında döne döne süzülüyordu.

[Kitap Çiziktirmeleri I - Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak – Cemil Kavukçu] [Mashrou' Leila - Ala Babu]

Kısaca Küba...


Havana için birçok öneri yapılabilir ama zamanınız kısıtlı ise sadece klasik önerilerle yetinebilirsiniz. Yaşayan, canlı bir şehir Havana. Bu nedenle bol bol yürüyün. Hava sıcak olacaktır ama sokak aralarında mutlaka “ananas suyu, mango suyu” satanlar olur. Birkaç bardak içer serinlersiniz. Araba kiralarsanız geniş bir şehir turu da atabilirsiniz. Devlete ait Cubacar isimli bir araba kiralama şirketi var. Fiyatlar da araçlar da gayet uygun. Genişçe bir çevrede rahatça gezebilmek için en azından bir kaç gün için tercih edilebilir. Akaryakıt litre fiyatları da Türkiye ve Avrupa'ya göre oldukça düşük. Şehiriçi ve şehirler arası yollar iyi durumda. Tabii ki bir turla gidiyorsanız, bunların hiçbirine zaten gerek kalmaz.

Havana’nın her semti ayrı güzel ama şehri gezmeye genellikle önce önce eski Havana (Habana Vieja) olarak adlandırılan bölgeden başlanır. Havana'nın en turistik, en kozmopolitan bölgesidir. Turistik olduğu için dünyanın tüm turistik bölgelerindeki sıkıntılar orada da var. Israrcılık, gereksiz sırnaşmalar, küçük çaplı yankesicilikler vb. Ama güvenliğinizi alın ve gerisini de çok kafaya takmayın. 

Capitolio çok güzel. Zaten etkilenirsiniz. Merdivenlerde oturup etrafı izlersiniz. İçinde devasa bir heykel var. Kapıdan başınızı uzatıp mutlaka görmelisiniz. Hemen o bölgede Devrim Müzesi (Museo de la Revolucion) da yer alıyor. Zamanınız kısıtlı olabilir ama müzeler arasında en azından Devrim Müzesi'ni görmenizi tavsiye ederim. Tamamını gezmek birkaç saati alıyor ama ama daha kısa da tutulabilir. Yine aynı bölgede Gran Teatro de La Habana göz atmayı da atlamayın.

28 Eylül 2014 Pazar

Sol, 12 Eylül ve Travmatik Yas

Yoksulluk ve benzeri toplumsal sorunları istismar ederek harekete geçen komünistler toplumdaki ‘huzur ve sükûn ortamını’ bozmuş, kitle katliamları ve terör hareketleri ortalığı kaplamıştır. Meclislerin ve hükümetlerin etkisiz kalması karşısında artık ikazların da bir işe yaramadığını gören ordu yönetime el koymuştur.[1]

*
Bir kaybın ardından bireyin yaşadığı psikolojik bir uyum süreci olan yas, toplumlar, toplumsal gruplar için de geçerli olabilir mi? Aynı kaybı kolektif olarak eşzamanlı yaşayan bireyler kendi içlerinde tekil keder süreçleri yaşarken taraf oldukları grup da paralel bir psikolojik yas sürecinden geçebilir mi? Ya da birey kaybın ortaya çıkardığı değişikliği ancak yas gibi istemdışı bir tepki ile içselleştirebiliyorsa, bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları ama toplamlarından daha farklı bir anlam taşıyan grup, kayıplara nasıl tepkiler üretir, hangi süreç ya da süreçler aracılığıyla kaybedilene uyum sağlar?

12 Eylül darbesi Türkiye solu için ardından yas tutulmasını gerektiren bir kayıp yaratmış mıdır? Tarihi boyunca birçok kayıp yaşayan sol için 12 Eylül farklı bir anlam taşımış mıdır ya da bir farklılık varsa bu nereye dayanmaktadır? Türkiye’de sol 12 Eylül sonrasında aşağılandı, şiddet gördü, yaralandı ama bir yandan da en çok kendisiyle uğraştı. Yas sürecinin aşamalarını, yas sorunlarını 12 Eylül öncesindeki ve sonrasındaki Türkiye soluna uyarlamak ve toplumsal, siyasal, kuramsal sonuçlarının yasla olan paralelliklerini aramak bir yanıt oluşturabilir mi? Bu yazı solun artık belki de geride kalmış bir kederine yine kederin kendisinden yola çıkarak ışık tutmaya çalışıyor.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Sanrısal Fısıltılar Yılkısı

Dimska geldi az önce. On gün oldu ve on gündür hep burada. Şarap getirmiş. Ev yapımı. Nereden bulur bunları? Sağolsun, küçük bir hazine gibi.

İçeriye girince uzun uzun yüzüme baktı. Ağlıyordu. Ağlıyordum. Ellerimden tutup ‘Sen otur biraz!’ dedi. Bir kenara kıvrıldım. Şarap renkten renge giriyor. Kırmızı olurken birden mavileşiyor, sonra sararıp gül kurusu oluyor ve tekrar kırmızı, tekrar mavi… Dimska arada yüzüme bakıyor, bir şey söyleyecekmiş gibi ama susuyor. Belki de senin renkten renge giren şu küçük hazineyi ne kadar çok sevdiğini söylemek istiyordur ama susuyor. Zor geliyor.

Eşyalarını toplamak zor geliyor çünkü. Seni kendimden ayırmak gibi. Hepsini O paketliyor şimdi. Sanki senin ellerini, ellerindeki özeni de getirmiş yanında. Bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da bellekkaplarını, anısaklarını, görmüşlüklerini, duymuşluklarını, biriktirdiğin kırık dökük eski bibloları, ağırlıksız taşlarını, kurumuş eskizlerini teker teker ayırıp paketliyor. Hepsi geçmişsilicide yakılacak bu akşam. Sen yokken, artık sen yokken, senden kalanlara dayanamayacağım için. Her şey ama her şey sesini, gülüşünü, susuşunu, ellerini hatırlatırken…

Haftalardır yaşamkabından çıkamıyorum. Cesaret edemiyorum. Bir anlığına, küçük bir an için bile ayrılacak olsam sanki seni terkedecekmişim gibi geliyor. Dışdünya soğukmuş. Buzul soğuğu gelmiş yeniden. Buzkeserler gökyüzünde aralıksız çalışıyormuş. Ay dolunaymış. Anlamsız. Çok anlamsız. Dışarısı beni ilgilendirmiyor. İhanet gibi geliyor. Bir tek yaşamkabında kalıp seni beklemek istiyorum. Dışarısını düşününce, ay, soğuk, buzkeserler… Düşünmek bile sana ihanet etmekmiş gibi geliyor.

23 Eylül 2014 Salı

Yazı Hatırlatan Eğik Bir Güneş

İşte yine geçti gitti yaz. Karnaval bitti. Şölen dağıldı. Ne kahkahalar, ne çekingen yakınlıklar var şimdi sokaklarda. Sadece yalnızlık ve yazı hatırlatan eğik bir güneş. Bir de ayak izlerin ve sesin.

Sesin. Oradan oraya yankılanan ve geri dönmeyen.

18 Eylül 2014 Perşembe

Kâğıt Bardak, Kâğıt Mendil*

Mehmet, Gülabi ile Dil-tarih'in avlusunda. Sene büyük ihtimalle 1996...
Şu fani hayatta tanıdığım az sayıdaki Bakhtinyen insanlardan bir tanesiydi Mehmet; şenlikli, şölenliydi. Hayatı bir karnaval haline getirirdi. Uğraştığı, ilgilendiği, elinin değdiği her şey, her an, bir şenliğe dönüşüverirdi. Dostumdu, sesi aklımın bir köşesinde hep yankılanan bir dostumdu.

Hatta, aklım beni yanıltmıyorsa, tanışmamız bile şenlikliydi: Sanırım 1996 yılıydı. 1997 de olabilir, tam emin değilim. 1 Mayıs da olabilir, bir başka eylem, yürüyüş, miting de... Ama Ankara'da Sıhhıye meydanına yürünen bir miting vardı. Sıhhıye'deki tren köprüsünün hemen altına yakın bir yerde durmuş alana doğru ilerleyen kortejlere bakıyordum. Bayraklar, flamalar, pankartlar, sloganlar geçiyordu önümden. Köprü altında sesler yankılandığı için her kortej köprüye yaklaştıkça daha yüksek sesle bağırmaya başlıyordu. Dolayısıyla coşku da artıyordu. Ekiplerden bir tanesi köprüye yaklaşınca Dil-Tarih'in önünde bir süre durdu. Üzerinde herhangi bir yazı, amblem olmayan kızıl bayraklar taşıyorlardı. Sonra 'devrim' diye bağırarak aniden koşmaya başladılar. Gençlik ateşi, cümbüş ve sloganlar kaplamıştı ortalığı. İşte o sırada bir kızıl bayrak sopasından çıkıp havada dalgalanmaya başladı ve sonra da süzüle süzüle önüme düştü. Flamanın taşıyıcısı ise koşturarak çoktan köprüyü geçmiş ve alandaki kalabalığa karışmıştı.

Yerdeki kızıl bayrağı ne yapacağımı düşünürken birisi seslendi: "Şişşt, şişşt... Çocuk! Bakıp durma! Al bayrağı yerden!" Bir an tereddüt ettikten sonra bana seslenen kişinin yüzündeki sevecen muzipliği görünce aldım bayrağı yerden. "Bayrak yere düşmemeli çocuk!" diyordu hem ciddi hem de ironik gülümsemesiyle. Baktım, bir pankartın ucundan tutuyor. Üstünde 'Tiyatro Hareketi' yazan bir pankart. Kafamı sallayıp gülümsedim ve elimde kızıl bayrakla pankartın arkasına geçtim ben de. Dört ya da beş kişilerdi. "Ben" dedi bana yarı muzip gülümsemesiyle bayrağı yerden aldıran ses, "Ben, Mehmet." İşte böyle şenlikli tanışmıştık O'nunla, Tiyatro Hareketi'yle. Ve o bayrak hâlâ durur bende, yere düşmesin diye...

9 Eylül 2014 Salı

Arve Henriksen'in İbadet Mekânları

Bu yol nereye çıkar?

Ormanın içinden geçerek hemen hemen hiç kimsenin hatırlamadığı köylere uğrar. Terkedilmiş evlerden, sahipsiz köpeklerden, yılkıda unutulmuş atların arasında geçer ve yosun tutmuş patikalara uğrar. Sislerin içinden tepelere tırmandırır ve yamaçlara tutunmuş çayırlarla tanıştırır. 

Bu yol düşünü kurduğun ama kaçtığın yerlere çıkar. Sana çıkar.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Lisa Ekdahl: Bir Ferah Yeniyetmelik

Su gibi akıcı, kendi yolunu bulan bir sesi var Lisa Ekdahl'ın. İlk kez 2002 yazında, İzmir'de, sıcak mı sıcak bir Ağustos gecesinde, püfür püfür esen bir terasta duymuştum, "Now or Never" diye soran sesini. Eğlenceli, kıvrak bir şarkıydı. Sıradandı ama bir o kadar da sıradışıydı.
Sonradan bir kaç albümü daha dolandı kulaklarıma ama 'eğlencelik'ten öteye gitmedi benim için bu çocuksu ses. Ama tam bir çocuksuluk değil zaten sesindeki. Çocukluktan çıkış aralığının ses tonu. Koşuşturmacaların bitmediği ama aklın da daha alıp başını kaçmadığı ara bir devrenin. Eğlenceli, neşeli ve rahat.
Ekdahl'ın son albümü ise bir konser kaydı: Lisa Ekdahl at the Olympia, Paris. Görsel bir kayıt aynı zamanda. Konser kayıtlarını hep sevmişimdir; stüdyo kayıtlarına göre biraz daha saftır, daha az işlenmiştir, üstünde daha az oynanmıştır ve dinleyici de ister istemez bir parçasıdır konser kayıtlarının. Ekdahl'ın konser kaydını bana sevdiren ise bu az işlenmişliğin yanısıra yarım yüzyıllık şarkıların yorumlanışı oldu. Hem de bir konser sırasında: Nature Boy, April In Paris, Tea For Two en etkileyici olanları. Su gibi, doğal ve rahat. Öylece akıp gidiyor. Tüm şarkılar.
O ilk ergenliğin, o çocuksu yeni yetmeliğin ferahlığıyla. Dertsiz, tasasız. Hesapsız. Aklı bir karış havada olarak, sanki. Sanki...

22 Ağustos 2014 Cuma

Sinop'suz

Ah aklım, sen şimdi burada kal.

Yalı Kahvesi'nde bir çay iç. Martılar geçsin başının üstünden ve hatta kış olsun, bir kuğu ailesi göç etsin, önünde uzanan limana kuzeyden. Onlar uzanırken simidine sen kalk git Zeyden'de kahvaltını tamamla. Biraz bal, biraz kaymak ve bolca insanlık.

Sonra surlara daya sırtını ve selam ver, gelip geçene. Az ilerideki balık tezgahlarını yokla. Çarpan, karagöz, iskiri var mı, bir bak. Kalmadıysa dertlenme. Ellerin ceplerinde bir türkü tuttur ve ağır aksak yürü Aşıklar'a. Selam ver mendireğe, Saray'a ve Hey Yavrum Hey'e. Gel De İçme'nin kapısı kilitli mi yine, bir kontrol et.

Rengarenk teknelerin arasından geç. Hemen köşede aklı karışmış iki kardeş bekliyordur seni; onlar kendi kendilerine konuşurken tokalaş ve bir eyvallah çekip yol ver teknelere limandan. Bırak, dolaşsınlar Ada'nın etrafını ve izin verirse karayel, uzansınlar Hamsilos'a, fiyortlara. Çöz iplerini sahipsiz takaların, süzülsünler Antik'e doğru. Bangır bangır çalınsın şarkılar, kırılsın gerdanlar, atılsın göbekler güvertede. Ve kocaman gövdesiyle bir gemi yanaştıysa rıhtıma, hoş geldiniz demeyi ihmal etme, şaşkın ve tedirgin turistlere.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Öyküler yazıyordu, okuru olmayan

Sanırım O'nu yakından tanıyan kimse yoktu. Hakkında bildiklerimiz söylentilerden ibaretti, o da bir elin parmakları kadardı. Bir söylentiye göre gençliğinde uzun yıllar kitapçılık yapmıştı. Eski kitap alıp satmış ve kazandığı parayı o zaman da şaraba ve kitaba yatırmıştı. Ve yine aynı söylentiye göre bir zaman sonra aniden her şeyi bırakıp gitmişti. Güneyde bir koyda derme çatma bir kulübeye sığınmıştı. İnsanlardan uzak epey bir zaman geçirmişti o koyda. Öyle apansız, kitaplarını, hayatını bırakıp gitmesine dair de yine muhtelif rivayetler varmış o zamanlar. Bir tanesine göre bir hayale kapılmış; aşık olmuş diyelim. Hayalin peşine düşmüş ya da kaçmış o hayalden. Kimisi bunu çok kitap okumaya, çoğunluk ise şaraba bağlamış. Bir diğerine göre ise her hangi bir ilişki içinde olmaktan, örneğin kitaplar hakkında konuşmaktan - ki en çok neşelendiği anlar kitaplar hakkında konuşulduğu zamanlar, anlarmış - sıkılmış. Konuşmaktan, dinlemekten, selam verilmesinden, halinin sorulmasından, ayılmaktan, ayık olmaktan ve katlanmaktan sıkılmış. Her şeyi bırakıp gitmiş. Bir sonbahar sabahıymış ve şehrin bulvarları kurumuş yapraklarla doluymuş.

Hiç habersiz terkettiği şehre yine bir sonbahar akşamı geri dönmüş. Şehrin bulvarları kurumuş yapraklarla ve O'nu çoktan unutmuş, hiç tanımamış, zaten hiç tanımayacakmış olan insanlarla doluymuş. Geri dönmüş ve bu apartmanın en alt katına yerleşmiş.

[Kings of Convenience - My Ship Isn't Pretty]

O sıralar neler dinliyorduk ki acaba?

1996-1999 arasını kastediyorum. Köşe bucak dolanıp müzik aradığımız günler olduğunu iyi hatırlıyorum. Post-rock tarzı şeyler sarmamış, Dead Can Dance olayı imanımızı gevretmişti. Umut bağladığımız gruplar (örn. Paradise Lost) genel dinleyiciye seslenmeyi ve para yapmayı kararlaştırmıştı. Etnik müzik vb. iyiydi, güzeldi ama bir önceki yılların bizlerinden, o dikbaşlı, dünyaya kafatutan, öfkeli bizlerden birşeyler de alıp götürüyordu o ezgiler. Ne de olsa tarihtiler.

Hâlbuki bize yavanlaşan hayata sert bir tokat gibi inecek bir ses lazımdı. Her şey çürüyordu, gelecek hiç de geçmişte düşlediğimiz gibi çıkmamıştı ve bana etkili, sert ve anlamlı bir ses lazımdı. Özü, çekirdeği günlerin getirdiklerine daha dayanıklı bir müzikal malzeme arıyordum. Bu dayanıklı malzemenin içinde siyasal olan da mutlaka yer almalıydı. İşte o günlerde aradığımız müziği Godspeed you! Black Emperor yapıyormuş o dönemde. Kanada'da. Ne yazık, ancak haberim oldu: "We're trapped in the belly of this horrible machine and the machine is bleeding to death"

Erik Satie ve kollektif biraradalığın komünist biçimi


Bunun [kolektif yakınlığın komünist biçiminin - communist form of collective intimacy] timsaliyse Erik Satie'nin piyano eserleridir. Eric Satie'nin usulca akan melankolik piyano eserleri ile komünizmin evreni arasında olandan daha güçlü bir karşıtlık hayal edebilir misiniz? Komünizmle özdeşleştirilen müzikler genelde propaganda şarkıları, korolar ya da devlet başarılarını veya önderlerini öven tumturaklı kantatlardan oluşur - bu açıdan bakıldığında, Satie "burjuva bireyciliğin" cisimleşmiş hali değil de nedir? 1920'lerin başlarında, hayatının son yıllarında, yeni kurulmuş Fransa Komünist Partisi'nin üyesi olması ve hatta Merkez Komite'ye girmiş olması [ki o yıllarda Satie, dadaist hareketin mimarı Tristan Tzara'nın dostu ve bir diğer avangard Andre Breton'un arkadaşıdır; bu avangard, dikbaşlı isimlerin hepsi Fransa'da komünist hareketin kuruluşunda yer almıştır] nevi şahsına münhasırlığından mı yoksa bir provakasyondan mı ibaretti?

Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Metis Yayınları, Eylül 2011, sf. 460-463

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Keaton Henson'ın Romantik İşleri

Bir nehirde bulmuşlar seni. Oralara nasıl gittiğini kimse bilmiyor. En son neler yaptığını, neler düşündüğünü... Kimse bir şey bilmiyor sanki senin hakkında.

Nehrin dalgalarına nasıl kapılıp gittin? Suya gömülürken aklından neler geçiyordu? Işıklar vuruyor muydu aşağılara, derinlere?

Seni buldukları yerin yukarısında bir köprü varmış, artık pek kullanılmayan. Oradan mı? Oradan mı daldın karanlığa, ulaşılmazlığa, sorulara? Dingin bir kayıtsızlıkla teslim mi oluverdin? Nefesin tükenir ve gözlerin, dünyan, sen kararırken ne yapıyordun? Çırpındın mı? Ağladın mı, suyun içinde? Hareketsiz, kımıltısız bekledin mi? Ceketin bir dal parçasına mı takıldı? Kolların çamura mı saplandı? Nasıl oldu da gittin oralara?

Bir nehir kıyısında bulmuşlar seni, uyanışı olmayan derin bir uykuda.

[Bu metin Keaton Henson'ın Romantic Works albümünde yer alan Healah Dancing etkisi altında yazılmıştır.]