18 Ekim 2013 Cuma

Bir Gün Mutlaka

Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra  
Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz  
Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür 
          gümbür bir telaş  
Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne 
          güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!  
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz  
          kafalılar! Ey sadrazam!  
Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç  
          yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz  
Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl  bitebilir 
          bir bombayla, nasıl kazanabilir o kirli adamlar  
Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü, temiz  
          bir gömlek giyiyorum  
Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu han-i yağma  
Ama yorgunum şimdi, çok sigara içiyorum, sırtımda kirli bir pardesü


19 Eylül 2013 Perşembe

Ne dediğimi anlıyor musunuz bayım?

Iggy Pop 11 Mart 1977’de CBC televizyonundan Peter Gzowski’nin konuğu olur. Program başında Gzowski Iggy Pop'u ‘punk rockın tanrısı’ olarak tanıtır. Ardından söyleşiye geçilir ve Gzowski Pop'un ‘punk rock’ olarak isimlendirilen müziği açıklamasını ister. Iggy Pop, yayıldığı koltukta önce tanrılık meselesiyle inceden inceye dalga geçer. Sonra doğrulur ve ‘punk’ teriminin kullanımına saldırır. Mevzuyu kendince yeniden ele alır ve konuşmasını (ya da tiradını) aşağıdaki benzersiz yanıtla bitirir.

I'll tell you about punk rock: punk rock is a word used by dilettantes and, uh... and, uh... heartless manipulators, about music... that takes up the energies, and the bodies, and the hearts and the souls and the time and the minds, of young men, who give what they have to it, and give everything they have to it. And it's a... it's a term that's based on contempt; it's a term that's based on fashion, style, elitism, satanism, and, everything that's rotten about rock 'n' roll.'I don't know Johnny Rotten... but I'm sure, I'm sure he puts as much blood and sweat into what he does as Sigmund Freud did.

You see, what, what sounds to you like a big load of trashy old noise... is in fact... the brilliant music of a genius... myself. And that music is so powerful, that it's quite beyond my control. And, ah... when I'm in the grips of it, I don't feel pleasure and I don't feel pain, either physically or emotionally. Do you understand what I'm talking about? Have you ever, have you ever felt like that? When you just, when you just, you couldn't feel anything, and you didn't want to either. You know, like that? Do you understand what I'm saying, sir?
*
Size punk rock’ın ne olduğunu söyleyeyim: punk rock zevk, sefa düşkünleri ve hım... ve, hım... vicdansız manipülatörler tarafından, müzik hakkında... kullanılan bir kelimedir. Ki bu müzik, genç insanların sahip oldukları enerjilerini, ve bedenlerini, ve kalplerini ve ruhlarını alır ve onlara ihtiyaçları olanı ve verilmesi gereken her şeyi verir. Ve punk rock... küçümsenmeye dayanan bir terimdir; tavır, tarz, seçkinlik, şeytana tapma ve rock’n rollla ilgili olup da çürüyen ne varsa ona dayanan bir terimdir. Johnny Rotten’ı tanımıyorum... ama eminim ki , eminim ki uğraştığı şeye Sigmund Freud’un yaptığı kadar kan ve ter akıtmaktadır.

Görüyorsunuz ya size ıskartaya çıkmış eski bir gürültünün kocaman ağırlığı gibi gelen şey... aslında... bir dehanın... benim... parlak müziğidir. Ve bu müzik o kadar güçlüdür ki haliyle de benim kontrolümde değildir. Ve hımm... Onun pençeleri arasındayken hem bedensel hem de duygusal olarak haz duymam ve acı da duymam. Neyden bahsettiğimi anlıyor musunuz? Siz hiç, siz hiç böyle hissettiniz mi? Sadece ve sadece bir şey hissedemediğiniz ve hissetmeyi de istemediğiniz. Hiç böyle bir şeyi biliyor musunuz? Ne dediğimi anlıyor musunuz, bayım? 

Buradan: Gzowski interviews Iggy Pop

11 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Yazarın Bir Zamanları

Truman Capote isminden ve kitaplarından çeşitli nedenlerle (kıl olma, huylanma, adını tikky isimlerden duyma, bu nedenle kendisinde bir nevi züppelik ve hoppalık görme gibi) uzak duruyordum. Bir yandan da içten içe merak ediyordum ama mesafeyi koruyordum. En fazla, kitapçıda Türkçe'ye çevrilmiş kitaplarının kapaklarına baktığım oluyordu. O kadar. Sonra günlerden bir gün Breakfast At Tiffany's filminden bir sahneye denk geldim. Daha sonra da filmin ilk sahnesini izledim: Bomboş sokaklarıyla bir kent ve sakin, duru, telaşsız bir yalnızlık. Böylece kitap aklıma düşmüş oldu. 

Kitapların ilk cümlelerini okumayı çok severim. Hatta kitapları, ilk cümlelerini sevdiklerim ve sevmediklerim diye ikiye ayırırım. Kitapçıda gözatmak üzere elime alıp da ilk cümlesini okuyunca Breakfast At Tiffany's doğrudan birinci kategoriye girdi: "I am always drawn back to places where I have lived, the houses and their neighbourhoods." Bir kez daha dedim ki iyi edebiyat daha ilk cümlede, ilk kelimede başlıyor. 

Capote'un bu kısa anlatısında (novella) insanın zihnine kazına birçok etkileyici cümle, konuşma, an var. Zaten anlatı, bir yazarın (Paul) bir zamanlarını dile getirdiği, geçmişi anlattığı için sinemaya uyarlanmaya, görsel bir yan ile okunmaya çok yatkın bir ritimle ilerliyor. Hatta Breakfast at Tiffany's kelime kelime bir ritimle örülmüş gibi; bir sonat gibi; canlı, neşeli ve hüzünlü. Kitaptan iki kelimeyi çıkarsanız, sanki büyüsü bozulacak. 

Birçok cümle arasında ise ben en çok Holly'nin "I don't want to own anything until I find a place where me and things go together. I'm not sure where that is but I know what it is like." demesini sevdim. Bir de Wuthering Heights'den tutkuyla bahsetmesini.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Hızlı okuma turları


Haftasonu ara ara hızlıca gazete-dergi-kitap okuma şansım oldu. Her zaman böyle fırsat olmuyor. Aklımda kalanlar şunlar oldu: Pepe Escobar'ın Suriye üzerine Asian Times ve Russia Today gazetelerinde geçtiğimiz hafta yayınlanan yazılarının çevirileri süreci anlamak, anlatmak açısından çok bilgi verici ve ironikti. İronikti çünkü çevirilen yazılardan bir tanesinin başlığı Obama El-Kaide ile Aynı Safta idi.

BirGün'de Selami İnce çevirisi ile yayınlanan Adonis röportajı da tarih, ironi ve trajedi sularında dolaşıyordu. Suriye kökenli şair Adonis bir Alman gazetesinde geçtiğimiz hafta yayınlanan söyleşisinde Arap dünyasında ve Suriye'de yaşananlara dair çok tartışılmayan ama meselenin tam da kalbinde duran bir noktanın altını çizmiş: "Dini temeller üzerine kurulmuş siyasal sistemlerde demokrasi olmaz", "Laiklik olmadan modern bir toplum kurulamaz", "bu toplum hala halifenin dilini konuşuyor ve fetih ilkeleri hala geçerli" ve "Biz Araplar 1500 yıldır aynı çemberin etrafında dönüyoruz" gibi görmezlikten gelinen ama aslında tam da karşımızda duran gerçekleri dile getirmiş.
Yine BirGün gazetesinin pazar ekinde yer alan Ercan Kesal anlatısı da aklımda kalanlardandı.

23 Ağustos 2013 Cuma

Gâvur ve de ulusalcı

İzmir söz konusu olunca siyasi tanımlamalarda garip bir durum var. İktidara ve de muhafazakâr külliyata soracak olursanız İzmir 'gâvur' bir memleket. Meşrebi karışık, dini bütün hiç değil, hatta bir de şehir sakinleri (özellikle de bazı semtlerde yaşayanlar) geceleri köpekleriyle yatıyorlar.

Muhalefete, özellikle de sol liberal muhalefete soracak olursanız da İzmir 'ulusalcı' bir kent: Seçim konvoyu taşlayacak kadar Kürt düşman. Açıktan savaş yanlısı değil belki ama barış ve çözüm yanlısı hiç değil. Hatta bir de şehir sakinleri (özellikle bazıları değil her sınıftan, her katmandan, her kesimden olanları) her önemli gündemde evlerine, balkonlarına, işyerlerine bayrak asıyorlar. Böylesine gâvur ve de ulusalcı bir şehir İzmir.

Ama bir yandan da kime sorarsanız aynı cevabı alırsınız: İzmir 'çok rahat' bir şehirdir. Buna göre Ankara'nın devletlû soğukluğu ve disiplini, İstanbul'un sonradan görme halleri ve karmaşası yoktur İzmir’de. Herkes gönlüne göre yaşar gider. Koca bir çanakta toplanmış üç milyona yakın nüfusuyla bu devasa şehir, hani neredeyse kendi yağında kavrulup giden bir Ege sahil kasabasıdır. Hafif meşreptir, rakıcıdır, çalgıyı, çengiyi çok sever ama esas olarak kimse kimseye karışmaz. Velhasıl liberal bir şehirdir İzmir. Rahatın politik karşılığı liberaldir diye.

Türkiye’de son 10 yılda yaşanan siyasi yeniden yapılanma ise İzmir'i hem gâvur, hem ulusalcı, hem laik, hem liberal hem de ırkçı yaptı. Bir araya gelmesi mümkün olmayan tanımlamalar farklı kesimler tarafından İzmir'i anlatmak için kullanıldı ve halen de kullanılıyor. Yani nereden bakarsak bakalım İzmir aynı anda hem azize hem de fahişe olabilecek kadar kafa karışıklığına yol açmış durumda.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Psikotik bozukluklar kentlerde neden daha yüksek?*


Kentlerde yaşıyoruz. Kırlar ve az nüfuslu yerleşim birimleri boşalırken şehirler gittikçe kalabalıklaşıyor. Ama kentler bazı sağlıksızlık koşullarını da beraberinde getirdi. Bunlardan bir tanesi de şizofreniyle ilgili.

Kentlerde yaşıyoruz. Kırlar ve az nüfuslu yerleşim birimleri boşalırken şehirler gittikçe kalabalıklaşıyor. Kalabalıklaşmakla kalmıyor, kent değişiyor, “dönüşüyor”. Kent merkezleri ve semtler yenileme, güçlendirme, dönüşüm ya da düzenleme adı altında talan edilirken yaşadığımız hayat da değişiyor.

Kent aslında bir yandan da kapitalist modernizm demek. Özgürlüğün ve dinamizmin yanı sıra “refah”ın daha fazla olması demek. Örneğin birçok enfeksiyon hastalığının ortadan kalkması, kentlerle yani temiz suya ulaşım ve barınma koşullarının iyileşmesi ile sağlandı. Ama kentler bazı sağlıksızlık koşullarını da beraberinde getirdi. Bunlardan bir tanesi de şizofreniyle ilgili.

Nasıl mide hücrelerinin ürettiği salgılar besinleri öğütmeye yarıyorsa, sinir hücrelerinin ürettiği salgılar da kendi iç dünyamızı ve dış dünyayı sindirmemizi sağlar. İşte bu sırada duygular, düşünceler ve algılar ortaya çıkar. Örneğin ilk kez girdiğimiz bir ortamda ilk kez karşılaştığımız insanların bakışlarının üzerimizde olduğunu, hatta o bakışlarla baştan aşağıya süzüldüğümüzü düşünebiliriz. Düşüncelerin yanı sıra, kendimizi biraz da tedirgin hissederiz. İnsanlarla tanıştıktan ya da ortamı tanıdıktan birkaç dakika sonra ise düşünceler değişir ve tedirginlik de genellikle kaybolur.

Ancak tedirginlik hissinizin bir türlü geçmediğini, bakışların bir şekilde üzerinizde olduğunu düşünmeye devam ettiğinizi düşünün. Hatta bu tür düşüncelerin ve duyguların olur olmaz yerlerde karşınıza çıkıverdiğini. Tanıdık, bildik yerlerde dahi. Örneğin kendi evinizde bile izlendiğinizi, gözetlendiğinizi, istenmediğinizi, size oyun oynandığını düşündüğünüzü düşünün. Düşüncelerinize ve rahatsızlık verici bu duygularınıza bir süre sonra “senin ne olduğunu biliyorlar” gibi yabancı seslerin eşlik ettiğini düşünün. İşte bu yaşantılar, yani bu tür yaşantıların içindeki düşünceler, algılar ve duygular bir psikoz tablosudur. Şizofreni ise psikozun prototipik örneğidir (van Os and Kapur 2009).

17 Haziran 2013 Pazartesi

Ramallah Night Club

Her ayrılık cenazesi bir türlü kaldırılamayan bir ölüm değil mi?

Hâlâ aklımdadır, evden giden siyah-beyaz televizyonun arkasından ağlamışlığım. Yerine renklisi gelmişti ama sanki ben evden birisini kaybetmiştim, öyle hislenmiştim. Ve her kaybın kaderidir, bir süre içinde ve hatta daha ilk andan başlayarak unutulmak. Kimisi, etrafın uğultusu içinde kaybolur: Şaşkınlıklar, öfkeler, bağırış, çığırış kaybın, ayrılığın, ölümün önüne geçer. Kimisini ise sessizlik yutar; insanların, etrafın sessizliği kara bir örtü gibi üzerlerine örtülür.

İşte biz böyle bir sessizlikte kaybolup gidiyorduk ve kimse farkında değildi. Biz dediğim, çok değil, üç, bilemediniz dört kişidir. Kahveci Eşref abi, Recep, ara sıra bize takılan bekar Süleyman ve ben. Biz bu kadardık işte, dünya ise pek çoktu, pek çok. Sessizliğin içinde kaybolup gidiyorduk ama cenazemiz bir türlü kalkmıyordu. Bekliyorduk, beklediğimizi bilmeden.

Sessizliğin bizi biraz daha içine çektiği o gün, öğleden sonra ortalıklarda daha pek kimsecikler yokken, ben Eşref'in kahvede oturmuş düşünüyordum. "Oğlum" dedi Eşref abi, "edebiyat dediğin bu devirde kaybedenlerin işidir. Eski bir Hacı Murat ile hava atmaya çıkmak gibi. Sen kolunu dayarsın cama, artistik bir hareketle direksiyonu tutarsın, hatta güzel bir kaset de takarsın teybe ama nafile olur be yavrum. Bakmaz kimse senin gibisine." Önümdeki defteri görmüştü. Arasıra çiziktirdiğim defteri. Aslında pek göstermezdim onlara. Yazıp çizdiğimi bilirlerdi bilmesine ama öyle ileri geri konuşmalarını, gereksiz yere sorular sormalarını da istemezdim. Yazdığımı kendime bile söylemezken bir de bunu onlardan duymak zor gelirdi bana. Utanırdım.

[16.07.2013]

4 Mart 2013 Pazartesi

Demek Yazar Olmak İstiyorsun

herşeye rağmen,
içinden fışkırmıyorsa
bırak yapma.
kalbinden ve aklından ve ağzından 
ve ciğerinden gelmiyorsa, 
bırak yapma.
bilgisayar ekranına bakarak
saatlerce oturman gerekiyorsa
ya da daktiloya
gömülerek
sözcükler arıyorsan, 
bırak yapma.
para için yapıyorsan ya da
şöhret, 
bırak yapma.

2 Mart 2013 Cumartesi

Yeryüzündeki ortak sancılar


Kendi şiir kitaplarıyla tanıdığımız İlyas Tunç ile geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Güney Afrika Şiiri Antolojisi” için buluştuk. Güney Afrika edebiyatı, Cevat Çapan ve Kemal Özer’in çevirileri dışında Türkiye’de pek bilinmiyor. Tunç’un yıllar içinde çevirdiği şiirleri bir araya getiren antoloji ise bu uzak ülkenin şairlerinin hemen hemen tamamını kapsıyor. Tunç, kentleşmeyle birlikte sokak şiirine dönüşmüş bir halk geleneğine dayanan bu şiirin temelde bir mücadele şiiri olduğunun altını çizerken, antolojide yer alan şairlerin çoğunun en az bir kez yasaklandığını ya da hapis yattığını da belirtiyor.

Sizi kara kıtaya da götüren şiirin, hayatınızda önemli bir yeri var; çeviri de bu yerin serüvenli bir parçası sanırım.
Şiir, bana bu anlamsız, saçma, acımasız, eşitsiz dünyaya, bu seçeneksiz, parçalanmış yaşama karşı katlanma gücü veriyor diyebilirim. Bir kaçış mı? Hayır! Tam tersine, diğer sanatlar gibi şiir de insanı ehlileştirme, uygarlaştırma çabasının bir parçasıdır. Yeryüzünde insan dışında hiçbir canlı sanat yapamıyor. Sanat, özelde şiir, bu nedenle bir ayrıcalıktır. Bir üstünlük olarak değil, hizmet olarak bir ayrıcalık... Çok iddialı gibi gelse de insana yapılan hizmette hiç bir şey sanatın yerini tutamaz. Bu nedenle, şiiri kibrin, ikiyüzlülüğün, ukalalığın, vahşetin, barbarlığın, yapaylığın, kabalığın, korkaklığın, tutsaklığın, yobazlığın, vandallığın, safsatanın, politik pisliğin panzehri olarak görüyorum.

Sizi çevirilerden önce kitaplarınızla tanıyoruz. Geride bıraktığınız şiir kitaplarınız ile kara kıtanın seslerinin bir paralelliği de var.
Bir bakıma. İlk şiirim 1977’de yayımlanmasına rağmen ilk kitabım ‘Kış Bir Alkış mıydı’ 1992’de çıktı. ‘Kış Bir Alkış mıydı’ da yer alan şiirler 1990’dan sonra yazılmış şiirlerdir. Bu kitapta çocukluk ve ilk gençlik anılarımın, yaşadığım mekânın, dokunduğum nesnelerin izleri egemen. İkinci kitap ‘Kül ve Kopuş’ ilk kitabın devamı gibi düşünülebilse de özellikle ölüm ve yalnızlık duygularını sorgulaması açısından ondan farklıdır. Anne karnındaki bir fetüsün yaşamını yansıtan ‘Fetüs Günlüğü’ ise üçüncü kitabım. Ortalama doğum süresini vurgulamak amacıyla yedişer dizelik otuz sekiz bölüm halinde yazdığım kitap boyunca anne, fetüs ve şair doğum öncesi yaşamın izlenimlerini farklı boyutlarda dile getiriyorlar. ‘Savrulmalar’şiirin, dilin, sözün, yabancılaşmanın, aşkın, mitolojik unsurların düşünsel düzlemde şiirleştirildiği bir düzyazı şiirler toplamı. Düşünsel boyutun ağır bastığı bir diğer kitap ise diyalog şiirleri gibi kaleme aldığım ‘Karnaval Sözler Kitabı’dır. Son kitabım ‘Sesler İncelikler’ aşkın lirik diliyle yeni tatlar yakalama çabasının ürünüdür diyebilirim.