Her ayrılık cenazesi bir türlü kaldırılamayan bir ölüm değil mi?
Hâlâ aklımdadır, evden giden siyah-beyaz televizyonun arkasından ağlamışlığım. Yerine renklisi gelmişti ama sanki ben evden birisini kaybetmiştim, öyle hislenmiştim. Ve her kaybın kaderidir, bir süre içinde ve hatta daha ilk andan başlayarak unutulmak. Kimisi, etrafın uğultusu içinde kaybolur: Şaşkınlıklar, öfkeler, bağırış, çığırış kaybın, ayrılığın, ölümün önüne geçer. Kimisini ise sessizlik yutar; insanların, etrafın sessizliği kara bir örtü gibi üzerlerine örtülür.
İşte biz böyle bir sessizlikte kaybolup gidiyorduk ve kimse farkında değildi. Biz dediğim, çok değil, üç, bilemediniz dört kişidir. Kahveci Eşref abi, Recep, ara sıra bize takılan bekar Süleyman ve ben. Biz bu kadardık işte, dünya ise pek çoktu, pek çok. Sessizliğin içinde kaybolup gidiyorduk ama cenazemiz bir türlü kalkmıyordu. Bekliyorduk, beklediğimizi bilmeden.
Sessizliğin bizi biraz daha içine çektiği o gün, öğleden sonra ortalıklarda daha pek kimsecikler yokken, ben Eşref'in kahvede oturmuş düşünüyordum. "Oğlum" dedi Eşref abi, "edebiyat dediğin bu devirde kaybedenlerin işidir. Eski bir Hacı Murat ile hava atmaya çıkmak gibi. Sen kolunu dayarsın cama, artistik bir hareketle direksiyonu tutarsın, hatta güzel bir kaset de takarsın teybe ama nafile olur be yavrum. Bakmaz kimse senin gibisine." Önümdeki defteri görmüştü. Arasıra çiziktirdiğim defteri. Aslında pek göstermezdim onlara. Yazıp çizdiğimi bilirlerdi bilmesine ama öyle ileri geri konuşmalarını, gereksiz yere sorular sormalarını da istemezdim. Yazdığımı kendime bile söylemezken bir de bunu onlardan duymak zor gelirdi bana. Utanırdım.
[16.07.2013]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder