Truman Capote isminden ve kitaplarından çeşitli nedenlerle (kıl olma, huylanma, adını tikky isimlerden duyma, bu nedenle kendisinde bir nevi züppelik ve hoppalık görme gibi) uzak duruyordum. Bir yandan da içten içe merak ediyordum ama mesafeyi koruyordum. En fazla, kitapçıda Türkçe'ye çevrilmiş kitaplarının kapaklarına baktığım oluyordu. O kadar. Sonra günlerden bir gün Breakfast At Tiffany's filminden bir sahneye denk geldim. Daha sonra da filmin ilk sahnesini izledim: Bomboş sokaklarıyla bir kent ve sakin, duru, telaşsız bir yalnızlık. Böylece kitap aklıma düşmüş oldu.
Kitapların ilk cümlelerini okumayı çok severim. Hatta kitapları, ilk cümlelerini sevdiklerim ve sevmediklerim diye ikiye ayırırım. Kitapçıda gözatmak üzere elime alıp da ilk cümlesini okuyunca Breakfast At Tiffany's doğrudan birinci kategoriye girdi: "I am always drawn back to places where I have lived, the houses and their neighbourhoods." Bir kez daha dedim ki iyi edebiyat daha ilk cümlede, ilk kelimede başlıyor.
Capote'un bu kısa anlatısında (novella) insanın zihnine kazına birçok etkileyici cümle, konuşma, an var. Zaten anlatı, bir yazarın (Paul) bir zamanlarını dile getirdiği, geçmişi anlattığı için sinemaya uyarlanmaya, görsel bir yan ile okunmaya çok yatkın bir ritimle ilerliyor. Hatta Breakfast at Tiffany's kelime kelime bir ritimle örülmüş gibi; bir sonat gibi; canlı, neşeli ve hüzünlü. Kitaptan iki kelimeyi çıkarsanız, sanki büyüsü bozulacak.
Birçok cümle arasında ise ben en çok Holly'nin "I don't want to own anything until I find a place where me and things go together. I'm not sure where that is but I know what it is like." demesini sevdim. Bir de Wuthering Heights'den tutkuyla bahsetmesini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder