19 Temmuz 2020 Pazar

El camino de los vientos

The album’s title, translating as The Way of the Winds, refers to the many musical traditions Matthieu Saglio’s music has absorbed. A jazz pulse informs many of the album’s tracks, and classical influences, reflecting the French-born cellist’s formal training in Rennes, surface in the baroque “Las Cathédrales”, the album’s final piece. Saglio has lived in Valencia since 2002, and has absorbed that city’s vibrant cultural mix. The result is a richly flavoured musical stew, downbeat in tone, and spiced by a gentle, but compelling rhythmic drive. North African laments and Andalusian blues are prominent ingredients and tango is a distinct strand. 

The album opens with the contrasting moods, Arabic scales and exemplary musicianship of “L’appel du Muezzin”. The composition begins as a mournful cello extemporisation over a sustained multi-tracked drone then cuts suddenly to the percussion-fuelled bounce of a village dance. “Bolero Triste” comes next, belying its title with the flavours of French chanson. Here Saglio supports Vincent Peirani’s accordion with gentle plucks and strums and both solo lyrically. As the album continues, compositions mix traditions and change direction as though cued from within. Thus, the cellist introduces “Metit” with syncopated jazz, but the body of the piece is a showcase for the Senegalese-born singer Abdoulaye N’Diaye. “Amanecer” delivers broody Nils Petter Molvaer trumpet, “Caravelle” the sting of Nguyên Lê’s guitar and both feature plangent jazz-inflected cello and lilting 5/4 support. The cellist can soar into the upper register with the dexterity and sonic register of a violin, and when actual violinist Léo Ullman combines with Saglio on “El Abrazo” and “Sur le Chemin”, their phrasing is so close it is hard to tell them apart. Indeed, Saglio’s vibrant tone, touch and technique stand out on every track, but, impressively, never at the expense of his guests. [Mike Hobart - ft.com]

Matthieu Saglio • El Camino De Los Vientos • ACT • 2020

14 Haziran 2020 Pazar

Batının Doğusu | Öykülerle bir ülke


Korona günlerini özlersek hayatı yavaşlattığı, normalde yapamadıklarımıza yer açtığı için özleyeceğiz sanırım. Kısıtlamalarla geçirdiğimiz günlerde örneğin kitap okumaya daha çok vaktimiz oldu. Ya da “normalde” başka yapamadığımız şeylere... Ben de öyle yaptım. Yani kitaplar okudum, olağan zamanlarda koşuşturma içinde okuyamadığım kitapları.

Öykü okumayı severim, öykü yazmayı sevdiğim kadar; hatta ondan daha çok. Hayatımın ritmine, hızına daha uygun bir edebi tür gibi gelir bana öyküler (ve bir de öykü içeren şiirler). Roman okurken mesela, hayat sürekli araya girer, romanın akışını, ritmini bozar. Ta ki cümleler su gibi, heyecanla akmaya başlayıncaya kadar. Bu akıp gitme için de bazen çok beklemek gerekebilir ve hayatımın ritmi de milyonlarca insanın hayatının ritmi gibi bu tür beklemeler için sıklıkla çok uygun olamayabiliyor.

Öykü ise öyle değildir; hayat öykünün içine girer girmesine ama öykü de hayatın içine girer. Hayat daha farketmeden öykü başlar ve hızlıca içine yerleşir. Mesela iki metro durağı arasına sığabilir öykü. Ya da beş, on dakikalık ayaküstü beklemelere...

İşte ben de korona günlerinde birçok insan gibi kimi kitaplar okudum, hazır fırsat bulmuşken de daha çok öykü kitapları okudum. Hayal kırıklığına uğradıklarım da oldu, piyasa işi abartılar olduğuna kanaat getirdiklerim de. Çevirisiyle boğuştuklarım da oldu, hiç bitmesin istediklerim de. 

Sonra...

Floyd’u anarken Fanon’u hatırlamak


Bir genelleme yapmak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama psikiyatri tıp bilimi ve pratiği içinde toplumsal yanı en belirgin dallardan bir tanesi. Sosyallik anlamında önde gelen dallar arasında elbette halk sağlığı, çocuk hastalıkları, göğüs hastalıkları da yer alır. Hatta tüm tıp pratiği eninde sonunda sosyal bir olgudur. Ama bu belirgin toplumsal yönü siyasetle birleştirmek konusunda psikiyatrinin bir tık önde olduğu sanırım söylenebilir. Bu anlamda psikiyatri sosyal olanı siyasi bir düşünme sistematiğine devşirme, siyasi bir bakış ve sorgulama kazandırma anlamında biraz daha farklı bir yere ve tabii ki tarihe sahip.

Çünkü psikiyatri, safi insana dairdir. Yani elbette ki genel anlamda tıp da insana dairdir ama psikiyatri, insana çok özgü özelliklerle ilgilidir: düşünceler, duygular, bellek, bilinç, sosyal ilişkiler, kişilikler, anılar, yargılama vs. vs. Hâl böyle olunca da psikiyatrinin bir ucu biyolojiye, kimyaya çıkarken bir ucu da felsefeye, siyasete çıkmış ve tarihi boyunca da psikiyatrinin içinde siyasi figürler, akımlar hiç eksik olmamış.

Hiç eksik olmamış ama özellikle iki dönem hem psikiyatri pratiğini hem de psikiyatri düşüncesini siyasetin kıyılarına çekmiş: Ekim Devrimi’nin hemen öncesi ve sonrası (ki 1910’lardan 1930’lara genişletilebilir) ve 1968’li yıllar (ki bu dönem de 1960’tan başlatılıp 70’lerin sonuna kadar uzatılabilir). İşte bu iki dönemde hem psikiyatrinin içinde temel değişimler olmuş hem de psikiyatriyi psikiyatri yapan isimler ortaya çıkmış. Bu isimlerden birisi de hiç kuşkusuz Frantz Fanon.

Fanon, Fransız bir psikiyatrist. Adının günümüzde halen yankı bulmasının nedeni ise hem Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın içinde yer alması hem de “sömürgecilik karşıtı” siyasetin bir nevi teorisyeni olarak görülmesi. Yani aslında psikiyatristliğinden ziyade psikiyatri bakışının getirdikleriyle siyasete kazandırdıkları üzerinden biliniyor. Daha çok ırkçılık, emperyalizm karşıtı, bağımsızlık mücadelesinin içinden birisi olarak biliniyor.

Ama Fanon, sömürgecilik karşıtı, Marksist-Leninist siyasi mücadeleden esinlenen siyasi görüşlerinden yola çıkarak psikiyatri pratiğine de yenilik getirir. Meslektaşları insanların kafataslarıyla ve ırklarıyla uğraşırken (evet, 1950’lerde Fransız ve Batı psikiyatrisi halen kafatasçıdır) o psikiyatriye sömürülenlerin gözünden bakacaktır.

Peki, kimdir Frantz Fanon?

7 Haziran 2020 Pazar

Kötülüğün sırıtkanlığı


Tanımına, kullanım biçimi bana uymasa da “kötülük” denilen geniş insan hali yine her yerdeydi bu hafta. Kışladan Trump’ın suratına, bürokrasiden büyük acılara her yerde kendisini ve izini gördük kötülüğün, rahatlığın, nasıl olsa yırtacak olmanın.

Bilemiyorum, birkaç gün önce tepkiler çeken şu “asker videosu”na denk geldiniz mi? Bir kışla yatakhanesinde çekilmiş bir video. “Çömeze hoşgeldin” videosu. Aşağılama, tehdit ve sırıtış doluydu video. Kendini odanın ağası olarak tanıtan “kıdemli” bir asker (çavuş), kışlaya yeni gelmiş acemi bir askere efeleniyor, dayılanıyor, dikleniyor ve saçma sapan emirler verip tehdit ediyordu. Odadaki diğer askerlerin desteği ve tezahüratıyla. Asker şakası gözüyle bakılıp geçilebilir ama videoda Hababamvari bir şakanın ötesi vardı. Hafiften bir linç havasıyla çekilmişti video.

Tehdit edilen, sıkıştırılan asker ise hem durumun vahametini anlamaya çalışıyordu hem de gururunu ezdirmemeye. Çünkü çok açıktı: karşısındakiler kendisine olan saygısını, gururunu, onurunu çiğnemeye çalışıyorlardı. Şaka yoluyla… Hatta belki de videoyu da “toprağımmmm” diye yeni terhis olmuş devredaşlarına göndereceklerdi. Onlar da memlekette sağa sola göstersinler ve eğlensinler diye. Sıradan bir sırıtışın sıradan bir paylaşımı olarak!

Videoda bir küçük ayrıntı daha vardı. Odada aşağılanan er gözlüklüydü. Az çok okumuş, eğitimli birisi izlenimi uyandırıyor. Bu nedenle keyifle çekilen o videoda işin içine kesin okumuş, hafif aydın olana yönelik bir öfke de olduğunu atlamamak gerekiyor. Tehdit eden asker dile gelmese de belli ki bunu da gözetiyor. İçinin yağları eriyor; sanki karşısındakinden köklü bir öç alıyor. Rahatlılığıyla ve gevrek gevrek sırıtışıyla.

31 Mayıs 2020 Pazar

Nefes alamıyoruz!


Sanırım dönüp dolaşıp hep oraya geleceğiz. Yıllarca biriken ve sonra da ansızın tutuşan gerilimlere, karmaşanın içinde yol alan arayışlara ve rengini bir türlü bulamayan isyanlara.

Geleceğiz ama hep başka bir şey gerekecek bize. Başka bir şey!

Bugünler tam da yıldönümü: Gezi'nin, Haziran günlerinin içeriğinde de bunlar yok muydu? Birikmiş türlü gerilimler, karmaşa, arayış ve rengini bir türlü bulmayan isyan.

Tüm bunların izdüşümünü Arap Baharı’nda da görebiliriz, öncesinde kabaran küreselleşme karşıtı hareketlerde de. Ve elbette 2008’de, Atinalı küçük Alexis için tutuşan öfkede de. Unutmak mümkün mü? O hep 15 yaşında kaldı ve bir başka Alexis de gelip o öfkenin ateşiyle düzenin belini doğrulttu. Unutmak mümkün değil!

Şimdi George Floyd’un ardından tutuşan ateş de benzeri bir öfkeyi içermiyor mu? Ansızın tutuşan tarihsel bir gerilim ve rengini arayan koca bir isyan. Gördüğümüz bu.

Kapitalizmin başı her yerde belada. O süslü, bol yaldızlı Amerika hariç değil işte!

Ama isyanlar zor, muhaliflikler kolay. Ne yazık ki!

24 Mayıs 2020 Pazar

Kırmızı çizgiler ne için var?


Herkesin kırmızı çizgileri var. Değişen ve değiştirilmek üzere bekleyen.

Hâlbuki kırmızı çizgiler değişime, değişim olasılığına karşı ortaya çıkıyor, öyle kullanılıyor. Değil mi? Ama, eninde sonunda değişim kaçınılmaz oluyor.

Değişim de öyle durup dururken, mitolojik nedenlerle olmuyor. Tarihsel olduğu kadar, hatta ondan daha çok üretim ilişkileri kökenli nedenleri var düşüncelerin, düşünsel bölünmelerin, sınırların değişmesinin. Değişim öyle gökten inmiyor; keyfi olarak da icat edilmiyor. Nesnel bir zemini var.

Ve bu nesnel zemin değiştikçe düşünceler, değerler de değişiyor. Çok değil birkaç on yıl önce kabul edilemeyecek, hatta akla bile getirilemeyecek durumlar yeni norm haline gelebiliyor. Bunu, yani düşüncelerdeki, değerlerdeki değişimi sanırım ülkemizde en iyi küçük ilçe insanları bilir ve yaşar. Bir yüksekokul ya da fakülte açılmaya görsün; ilk birkaç yıl öğrencilerin her şeyine karışır küçük ilçe insanı ama sonra olmaz dediklerine kendisi de alışır. Kırmızı çizgileri on yıl içinde değişiverir.

Velhasıl hayat değişiyor, insanların yaşam biçimleri değişiyor ve tabii ki düşünceleri de değişiyor. Hayat değiştikçe de “kırmızı çizgiler” dile daha çok vuruyor. Yeniden ve yeniden altı çiziliyor. Türkiye’de sık sık olduğu gibi.

Madem sık sık duyuyoruz “kırmızı çizgi”nin adını, merak ettim ve biraz bakındım, bizim buralarda 10-15 yıldır meşhur olan bu “kırmızı çizgi” meselesinin kökeni nereye dayanıyor diye.

İşin ilginç yanı Wikipedia’da çoktan bir madde olarak yerini almış [1]. Tabii ki “red line” olarak. Hikâyesi ve tarihçesi ise bizim buralara dayanıyormuş. Yani bir anlamda bizde sık kullanılması boşuna değilmiş. Tarihin bilinçdışısı dönmüş dolaşmış ve mevzuyu doğduğu topraklara, tarihe geri getirmiş!

17 Mayıs 2020 Pazar

Ne zaman biter?


Açıkçası bilemiyorum. Ama böyle giderse uzun süreceği kesin.

Salgından bahsetmiyorum. Salgının ne olacağı, nasıl olacağı soL’da her gün yazıyor. Mesela salgın için İlker Belek’in önceki günkü yazısını hatırlatmak isterim: “Bu salgın sünecek!”. 

Sürecek değil; evet, sürecek ama sürmekle de kalmayacak; salgın sünecek! Çok iyi bir tanımlama. Salgını ve ele alınışını dört dörtlük anlatan bir tanımlama.

Zaten üst üste yayınlar çıkmaya başladı, “salgın hemen bitmeyecek, şöyle gidecek, böyle gidecek” yollu. Dalgalı seyirden bahsediyorlar, saman alevinden bahsediyorlar, “Bunlar daha iyi günlerimiz” de diyorlar. Her ne olacaksa belli, İlker Ağabey’in tanımlaması hepsi için çok uygun olacak. Bu salgın sünecek!

Ama benim kastettiğim başka bir salgın. Bitmeyen, dinmeyen, sündükçe sünen! Bir tür akılsızlık. Tutulma hali. Çeşit çeşit. Sağı var. Bol. Ama solu da var.

İşte o salgın ne zaman bitecek, ben onu soruyorum kendime.

*

10 Mayıs 2020 Pazar

Tam normalleşeceğim, küt!


Ama işte biliyorsunuz. Tam normalleşecekken darbe üstüne darbe geliyor! Küt, küt iniyor hepsi. Gerçi çat, çat da olabilir, bam bam da! Farketmez. Ama sağlı sollu, altlı üstlü geliyor hepsi.

Yok, yok! Koronadan bahsetmiyorum. Ona alıştık. Alışmadıysak bile az kaldı, alışacağız. Hem zaten yaz geldi, gelir geçer artık bu hastalık da. Öyle diyorlar bizim kahve bilim kurulunda. Gerçi halen kombi yanıyor geceleri ve diyorum ki “Bu ne biçim yaz?” Enteresan! Değil mi?

Hah, ama işte sen yine de aynen öyle yaz: Bu ne biçim yaz, bu ne için yas?

Ama işte sıkıldım. Sıkıldık. Türk’e bir şey olmaz ile girmiştik Türk’e neler olmadı ki ile çıkacak mıyız ki ne! Endişe içindeyim. Oğuz Atay hikâyeleri gibiyim. Öylece bekliyorum korkuyu, neler olacak ki diye!

Ama demiştim.

Şunları demiştim: (bir) Kastım korona değil, (iki) sözüm meclisten dışarı. Hem de palas pandıras! E, diyeceksiniz ki (biliyorum, diyeceksiniz) palas pandıras da ne? Haklısınız. Laf dolandı ama bu dolar da ne dolandı! Di mi?

Öyle olunca üşenmedim, baktım. (Bir) bu palas pandıras nereli? (İki) bu dolar nasıl dolandı ki?

Öncelikle tahminim doğru çıktı: Palas pandıras, Yahudi İspanyolcası (Ladino) üstünden yerleşmiş dilimize: Yani aslen İberyalı; sizin için Endülüslü de olur bu “palos y panderos”. Yani davul ve tef; şamatalı nümayiş!

Boyozdan sonra gündelik hayatıma giren İspanyolca ikinci kelime bu. Hatta üç. Hatta ilk kelime tamlaması. Ladino sayesinde İberya’dan şu korona sefili şehre gelmiş, dile kolay 500 yıl önce. Ama pardon, o zamanın korunası koronası bugünün koronası değil ki! Veba. Ayrıca biz buralarda çoktan taharetlendiğimiz için taaa o zamanlardan, biliyorsunuz, Avrupa kırılırken biz kuruluyorduk. Tarih, böyle tarih oluyordu. Olsun.

Geçelim.

3 Mayıs 2020 Pazar

Salgından sonra size çok iş düşecek!


Herkes böyle söylüyor. Bileni, bilmeyeni, yaşlısı, genci, sağlıkçısı, sağlıkçı olmayanı. Yani salgın geçtikten sonra herkesin “bozulan psikolojisi” için yardım arayacağını ima ediyorlar. Bu aralar kiminle karşılaşsam aynı şeyi söylüyor. Bize çok iş düşecek! Orası kesin.

Yaşadığı sıkıntıyı yumuşatmak ya da iğnelemek için işi dalgaya vurup “Müşteriniz artacak!” diyen de oluyor ama kamuda çalışmanın rahatlığıyla oradan da yırtıyoruz. Halen “hasta” görüyoruz. Tabii ki kimileri “hasta” dememize de uyuz oluyor. Danışan onlar, danışan! Öyle diyorlar, öyle dememizi istiyorlar. Olur, neden olmasın. Her şey olur. Piyasa bu, her şeyi değiştirir. İnsanın dili ne ki!

Ama işte bu aralar karşılaştığım herkes “size çok iş düşecek” diyor. Haklılar mı? Olabilirler. Tam bilemiyorum, içeriden dışarısını görmek bazen zor oluyor. Ve tabii ki zor zamanlar, zor duygular ortaya çıkarıyor. Bilim bunu söylüyor, açık ve net. Ama zor günler başımızdan ne zaman eksik oldu ki? Benim aklıma da bu soru geliyor.

Geride bıraktığımız hangi yıl kolaydı mesela? 2000’ler mi? Düşünüyorum… Bu günlerden bakınca hakikaten daha iyiymişiz. Nereden geldiğini bilmesek de bir para varmış mesela piyasada, herkese az biraz düşüyormuş ondan. Güzel aldırmazlık yılları! Avrupa hayalleri falan bayağı bir pembe dizi gibiymiş. Gözleri sağlam boyuyormuş o hayaller. Sağı bilemem ama soldan soldan acayip teorik çıkarımlar kasılıyormuş o pembiş siyasi pozisyonlar için mesela. Hey gidi günler, hey!

Sonrası ise mâlum. Yokuş aşağı iniş!

Öyle mi?

Aklı olan yutmaz bunu, yani “Her şey iyi gidiyordu ama sonradan inişe geçtik!” masalını. Yutmaz ve sorar: Öncesi çıkış mıydı? Bana sorarsanız pek değil. Hep iniş, hep! Yani yaşadığımız o yıllar, çıkarken bile hepimizi hep aşağıya indiren yıllardı. Yıldızımızın parladığı günler, yıllar değildi onlar. Alâkası olmadı!

Ama geldi, geçti. Sene oldu 2020!

29 Nisan 2020 Çarşamba

Gramsci’den çocuklara, sevgilerle

Geçtiğimiz Pazartesi, yani bir kaç gün önce Gramsci’nin, İtalyan Komünist Partisi lideri Antonio Gramsci’nin ölüm yıldönümüydü. 27 Nisan 1937’de hayata veda etmişti Gramsci. Öldüğünde sadece 46 yaşındaydı ve kötüleşen sağlığı nedeniyle hapisten çok kısa süre önce, şartlı olarak çıkarılmıştı. Hayatının son 11 yılını ise çoğunluğu tek kişilik hücrede olmak üzere kötü koşullar altında içeride geçirmişti. 

Tutuklanmadan önce, 1926’da ise Gramsci İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri ve aynı zamanda Torino milletvekilidir. Faşist Mussolini’ye yönelik bir saldırı gerekçe gösterilerek tutuklanmıştır. Tutuklandığında karısı Giula ile çocukları Delio ve Giuliano ise Sovyetler Birliği’ndedir. Delio iki yaşındadır, Giuliano ise sadece bir kaç aylıktır.

Genç bir keman sanatçısıdır Giula Schucth ve adanmış bir komünisttir. Hem kendi ailesi hem de çocuklarıyla birlikte hayatları boyunca sosyalizme adanmış olarak kalacaklardır ve Sovyetler Birliği’nde yaşayacaklardır. Giuliano babasını hiç göremeyecektir. Delio ise büyüdüğünde Sovyet deniz kuvvetlerinde komünist bir subay olarak görev yapacaktır. Ama aile 1926’dan sonra Antonio Gramsci olmadan onun entelektüel mirasıyla bir ömür geçirecektir. Hatta torunu, küçük Antonio Gramsci dedesi ve ailesi üzerine, ancak 2000’lerde, her şeyin, tüm tarihin tozu kalktıktan sonra yazabilecektir.

26 Nisan 2020 Pazar

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde

Polonya beni hep sıkmıştır. Öyle gidip gördüğüm için falan değil. Çocukluk mirası diyelim. Çünkü herhangi bir alakamın olmadığı bu ülkenin iki hikâyesi vardır bende. Kestirme sonuçlara vardığım iki hikâye. Gerçi kestirme sonuçlar iyi değildir; önyargılara yol açar, önyargılar da gereksiz hatalara. Ama bazen kestirme sonuçlar tüm uzak sonuçları da öngörebilir. Belli olmaz.

Polonya beni iki sebepten ötürü sıkmıştır. Birincisi papa ile ilgili. Papa John Paul'le ilgili...

Şimdilerde unutuldu gitti rahmetli ama o zamanlar yani ben çocukken çok ünlüydü. Bir Reagan, bir Gorbaçov, bir bizimkisi ve bir de o vardı sanki televizyonda. Sabah akşam çıkardı. Uğradığı suikast, suikastın failinin bizim buralardan olması, kaçabilmesi, yakalanması, suikast girişiminin neden yapıldığı, ne olduğu, bağlantılar, delilikler vs. vs. Bunların hepsi birer muammaydı ama sabah akşam televizyona çıkan bu papa Polonyalıydı. Açıkçası uyuz olmuştum adama ve de ülkesine. Zaten Doğu Bloğu dedikleri bir ülkeden neden papa seçmişlerdi ki? Ne bileyim, Arjantin falan varken neden papalı ülke Polonya'ydı ki? Yoksa papa içeriden satın mı alınmıştı? Bana göre falso daha oradan başlıyordu, satın alınmadan ve de satılık olmaktan. Ve bir de tüm o belirsiz işlerin ortasında sevimsiz, soğuk birine benziyordu.

Polonya konusunda beni bezdiren ikinci isim ise Lech Walesa'ydı. Ona da gıcık oluyordum, çünkü televizyon, gazeteler onu bir işçi önderi, demokrasi kahramanı olarak ermiş mertebesine çıkarırken aynı günlerde ne bileyim Güney Afrika'dakileri, Zonguldak'takileri vatan haini ilan ediyordu hepsi. İnsan çocuk da olsa "Hayırdır? Bu kayırma da nereden geliyor yahu? Nasıl bir hizmeti var ki bu posbıyığın?" diye sormadan edemiyordu.

Düşünsenize TRT izliyorsunuz, hatta sadece TRT izliyorsunuz (zaten o günlerde tek bir kanal var, bilemediniz iki) ve önce bu Walesa çıkıyor, alkış kıyamet kopuyor. Sonra bizim gariban madenci çıkıyor: Pis anarşist! Herifin bir yerden kesin sağlam torpili vardı ve o sevimli, gevrek, Katolik gülüşüyle çok popülerdi. Ve ben daha o ön ergen günlerimden itibaren popüler olan herkese gıcık olmayı huy edinmiştim. Walesa sağolsun!

Sonra büyüdük. İşte biliyorsunuz, duvar falan yıkıldı. Demir perde eridi. Ben tabii ki o zamanlar halen ön ergenlikteyim. İçimde kıpırtılar var ama öyle siyasi bir kimliğim falan yok. Nereden baksanız derli toplu bir dünya görüşü için en az sekiz yılım falan vardı daha önümde. Bir erişkin müsveddesi olarak etrafımda olup bitenleri kendimce kaydediyor ve işliyorum. O kadar! Ama Polonya’yı çoktan işe yaramaz bir yer olarak bellemiştim.

24 Nisan 2020 Cuma

Salgınlar, enfeksiyonlar ve şizofreni: Bağlantı nerede?


Kulağa zorlayıcı geliyor, değil mi? Enfeksiyonlar ve şizofreni… Nasıl bir ilişki olabilir ki? Hele şizofreni gibi “genetik/biyolojik yanı” belirgin bir hastalık söz konusu iken virüsler, bakteriler böylesi bir duruma yol açabilir mi? Yani viral ya da bakterilere bağlı bir enfeksiyon geçireceksiniz ve sonrasında psikotik belirtiler ortaya çıkacak ve hatta bu belirtiler uzun süreli bir hastalığın başlangıcı olacak! Pek olası gelmeyebilir ama araştırmalar, hem de çok sayıda araştırma, şizofreni ile bazı enfeksiyonlar arasında ilişki olabileceğini söylüyor. Hem de öyle yabana atılmayacak bir ilişki…

Biraz tarihçe
İşin ilginç yanı şizofreni ile enfeksiyonlar arasındaki ilişki yeni bir konu değil. Her ne kadar son yıllarda oldukça ilgi gören, yeniden gündeme gelen bir konu olsa da oldukça eski bir tarihe sahip. Bu tarih içinde psikozlar ile enfeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceğini ilk iddia eden psikiyatrist Fransız Jean-Étienne Esquirol (Severance ve Torrey 2019). İddiasını dile getirdiği tarih ise 1845. 

Esquirol, psikotik dönemlerin de tıpkı salgınlar gibi yatışmalar ve alevlenlenmelerle seyrettiğini gözlemlemesi üzerine bu tür bir bağlantı kurar. Zaten 19. yüzyıl psikiyatrisinin en önemli ayırıcı tanılarından birisi nörosifiliz ile organik olmayan, fonksiyonel durumları ayırmaktır. Bu nedenle enfeksiyonlar, her ne kadar etkenleri henüz bilinmese de, psikiyatrinin ana gündemlerinden birisidir (Severance ve Torrey 2019). Ve yüzyılın sonuna doğru bu durumdan Alman psikiyatristler de etkilenir. Emile Kraepelin de erken bunamanın, yani 1911’de Eugen Bleuler tarafından isimlendirilen haliyle şizofreninin enfeksiyona verilen yanıt (oto-entoksikasyon) sonucunda ortaya çıktığını düşünür. Buna göre enfeksiyonlar bazı toksinlerin birikmesine ve beynin etkilenmesine yol açmaktadır (Noll 2004). 

Geçtiğimiz yüzyılın başında ise psikozun tifo, verem, difteri, sifiliz ve diğer ensefalit tablolarıyla birlikte sık görülmesi şizofreninin enfeksiyonlarla ilişkisine dair yeni ipuçları sağlar (Yolken ve Torrey 2008). Ama iki dünya savaşının ardından Batı psikiyatrisinin temel olarak dinamik psikiyatri etkisine girmesi bu tür nedenlerin göz ardı edilmesine neden olur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkesi diğer sosyalist ülkelerde şizofreni ile enfeksiyonlar arasındaki ilişki araştırılmaya devam ederken Batı’da bu konu neredeyse 50 yıl boyunca uykuya yatırılır (Severance ve Torrey 2019). 1970’lerden itibaren ise sinir sistemini tutan (nörotrofik) enfeksiyon ajanlarının keşfedilmesiyle birlikte konu tekrar gündeme gelmeye başlar.

19 Nisan 2020 Pazar

Sıkılmadık mı?


Eh, sıkıldık biraz. Gerçi haftaya daha çok sıkılacağız ve ondan sonraki hafta daha da çok. Evde kalanlar da sıkılacak, işe gitmek zorunda kalanlar da. Yaşlılar da gençler de.

Ama sıkılacağız. Orası kesin, belli.

İlk günlerin endişe dolu, tedirgin havası artık geride kalıyor. Uzamış bir misafirliği andırmaya başlıyor artık bu salgın hali. Yavaş yavaş “bitse de gitsek” havası beliriyor. Çaylar içilmiş, meyveler yenmiş, sohbetler bitmiş ama zoraki gülüşmelerle herkes bu ziyaretin sonunu merak ediyor. Ve bir yandan da herkes bu mecburi misafirlik sırasında misafir ağırlamanın ve misafir olmanın hakkını vermeye çalışıyor. İşte her zamanki nezaket kuralları, kolonya kokusu ve orta sehpada duran, yeni açılmış misafir sigaraları gibi. Olağan bir ziyaret söz konusuymuş gibi sıkılıyoruz.

Ama dedim ya sıkıldık ya da sıkılacağız. Daha çok. Eski hayatımız olduğu gibi devam etsin istediğimiz için...

Öyle mi? Hayatımız olduğu gibi devam mı etsin?

Aynı hatalar, aynı aldanışlar. Aynı hız! Ah, evet, aynı hız, devam etsin diye mi? Tuhaf! Şu salgın nasıl da yavaşlattı zamanı. “Ama iyi ki sosyal medya var!” Yoksa ne yapardık? Ya da... Ya da mesela iyi ki Zetflix var! Değil mi? Yoksa... Yoksa ne yapardık?

Sıkıntıdan patlardık.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Koronavirüs salgını şizofreni hastalarını nasıl etkiler?


Günlerdir koronavirüs salgınını konuşuyoruz. Olağandışı günlerden geçtiğimiz aşikâr. Ve daha ne kadar daha böyle geçer, onu da bilemiyoruz. Açıkçası kimse de bilmiyor. Hastalanma olasılığının ve salgın tehdidinin yanına olağandışılık ve belirsizlik de ekleniyor. Hani neredeyse dünyanın hemen hemen her yerinde eşzamanlı ortaya çıkan bir altüst oluş yaşıyoruz. Toplumsal ve bireysel hayatlarımızda.

Peki, bu olağandışı durum, olağandışılığı sık sık yaşayan şizofreni hastalarını nasıl etkiliyor olabilir? Evet, bu soruya henüz “klinik” bir yanıt vermek için çok erken. Salgının şizofreniye etkisine dair elimizde hemen hemen hiç veri yok. Başka, geçmiş salgınlardan kalmış çok dolaylı bilgilerimiz var. Ayrıca toplumsal tarihimiz açısından çok özgün, daha önce eşi, benzeri hiç görülmemiş bir durumdan geçiyoruz ve kıyaslamak da yetersiz kalabilir. Geçmiş deneyimlerin işaret ettikleri de kısıtlı bilgi sağlıyor. Ama sormakta, düşünmekte fayda var: Toplumların oldukça dezavantajlı kısmını oluşturan şizofreni hastalarını bu salgın günlerinde neler bekliyor?


Şizofreni hastaları için Covid-19 riski daha mı yüksek?
Bunu henüz bilmiyoruz. Yani şizofreni hastaları arasında yeni koronavirüs enfeksiyonu açısından genel topluma göre risk daha mı yüksek, henüz bu sorunun yanıtını bilemiyoruz. Ancak geçmiş salgınlardan ve toplumsal büyük olaylardan biliyoruz ki bu tür altüst oluşlardan sonra psikiyatrik sorunlar artıyor (Brooks ve ark. 2020). Ayrıca şizofreni gibi kronik psikiyatrik hastalıklarda kronik enfeksiyon hastalıkları da genel topluma göre daha yüksek olma eğiliminde (Partti ve ark. 2015).

12 Nisan 2020 Pazar

Alışmakla şok olmak arasında bir yer değil, başka bir yer


Rüya gibi. Kabus gibi. Sürreel bir film gibi. Evet öyle, ama...

Ama bize gereken alışmakla, şaşırıp kalmak arasında bir yer değil. Başka bir yer, başka bir bakış. Başka bir anlayış. Hatta anlayış falan da değil, basbayağı başka bir mücadele. Bize gereken bu. Ama işi yokuşa sürüyoruz, o ayrı!

İnsan, kendisinin ve çevresinin olan bitene uyum sağlama, adapte olma ve kabullenme yeteneğine şaşırıyor. Hani ışık hızıyla her şey geride kalıyor gibi. Bir ay önce neredeydik, şimdi nerelerdeyiz? Korktuğumuz yere doğru gittikçe korktuğumuz yeri de, korktuğumuz yere doğru gittiğimizi de unutuyoruz. Ve sonra önümüzde yeni bir yer beliriyor ve hafızası olmayan bebekler gibi sevinerek o yeni yere doğru yuvarlanıyoruz.

Halimiz öyle olunca düşünmeden edemiyorum, şu büyük psikiyatrist, Elisabeth Kübler-Ross, kayıp ve yasın kuramcısı, yoksa haklı mı diye? Ne kadar da “evrensel” bir teori atmış ortaya! Bu kadar mı tıkır tıkır işler bir kuram, her koşulda ve her ortamda! Yuh! İnsan davranışına dair çağlar, yıllar ve yollar boyunca geçerli, böyle kaç teori vardır ki? Haklı mı ki acaba?

Mesela şok evresini geride bırakıp inkâr evresine mi geçiyoruz? Her şey böyle açıklanabilir mi? Mesela Cuma gecesi yaşanan panik!? Evrensel ve zamandışı bir kuram ile açıklanabilir mi? Yas kuramı ile. Mesela yas, bin yıl önce de böyle miydi? Olan biteni bir kaç günde kabullendiğimize göre öyle olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan.

Ama, cık! Değil!

Bir ay önce o ilk kişinin hastalanmasıyla toplumca hastalar olmuştuk. Endişeler sarmıştı bizi. Telaş ve evham. Ama şimdi binler hastalanıyor, biz sessiz, sakin bekliyoruz.

Neyi?

Onbinlerin hastalanmasını. Ve sonra da ona uyum sağlamayı. İşte bunları bekliyoruz.

10 Nisan 2020 Cuma

Selfitis ya da kapitalizmde sosyal olmak!


10 yıl önce söyleseydik... Ama pek inanmazdık: Sosyal medya, çeşitli halleriyle kendimizle ve çevremizle kurduğumuz ilişkinin temel platformu olmaya doğru gidiyor. Bir taraftan bir bilim-kurgu filmi sahnesinde gibiyiz. Gerçek hayatlarımızda yalnızlaştıkça ve çözüldükçe sanal hayatlarımızda daha kalabalık ve kolektif hale geliyoruz.

Toplumun geniş kesimlerinin zihin dünyalarını birleştiren, ortaklaştıran sıra dışı olaylar ya da felaket günlerinde bu sanal bir aradalık hali daha belirgin hale geliyor. Ve yıllar içinde önümüze çıkan her yeni olayda, özellikle de Arap Baharı’ndan bu yana (hatırlayın, o baharı aynı zamanda twitter devrimi olarak ilan etmemişler miydi?) bu belirginleşmenin dozu artıyor. Sosyal medya toplumla, toplumsal olaylarla ilişki kurmanın neredeyse temel alanı haline geliyor.

Ama sadece “sosyolojik” bir durumla karşı karşıya olmadığımız ortada. Aynı zamanda psikolojik bir durumla da karşı karşıyayız. Hatta sosyal medya neredeyse baştan sona psikolojik bir soruna dönüşmüş durumda: linçleriyle, beğeni alma telaşıyla, takipçi edinme baskısıyla, sürekli yazma stresiyle, dışında kalınca ortaya çıkan huzursuzluğuyla, trendleriyle. Neredeyse psikiyatrik bir hastalık tarifi gibi!

Sosyal medya herkesin seraplar içinde kendi vahasını aradığı uçsuz bucaksız bir çöl gibi. Bireyler son güçleriyle, canhıraş o vahaya varmaya çalışıyor. Siyaset de orada kuruluyor tabii ki. Egemeninden muhalifine, basit atışmalardan en kritik konulardaki açıklamalara kadar sosyal medya (hatta sadece ve sadece Twitter) kullanılıyor. Sol da orada devrimi, muhalifliği arıyor. Ama bu yazının konusu sol değil; sosyal medyanın psikiyatrik yanı: Sosyal medya kullanımı psikiyatrik bir sorun olabilir mi?

5 Nisan 2020 Pazar

Ey hayat!

Ey hayat, 
seni bulmaya geleceğim,
yeniden.

Ölüm daha çekilmeden sokaklarından.
Ve her günü, aynı güne dönüştüren şu taç
indirilmeden tahtından.

Mahzenlerden çıkarak geleceğim, hayat.
Çanak çömlek patlatan çocuklarla birlikte.

Boş peronlardan kavuşmaları toplayarak geleceğim.
Uzun uzun sarılan sevgililerle birlikte.

Kuytuluklardan çıkıp geleceğim.
Bütün şu günlerin evhamları ve kâbuslarıyla birlikte.

Çok kelimeli kâğıtları yırtarak geleceğim hayat.
Eşitlik gibi unutulmuş sözcüklerle.

Boş yatakları taşıyacağım sana,
ve ihtiyacımız kalmayan maskeleri takacağım kollarıma.

Hükmü kalmamış tüm levhaları
yerlerinden sökerek geleceğim.

Ve bir yanıma yolları özleyen babamı,
öbür yanıma da
yüzyıllık ömrüne
hâlâ meydan okuyan babasını alarak geleceğim, hayat.

29 Mart 2020 Pazar

Korona insanları

I.

Yeni gelmişim nöbete. Ortalık sakin. Alışkın değiliz servisin böyle olmasına ama tedirgin de değiliz. Normal zamanlarda havada bu tür bir sakinlik olsa diken üstünde oluruz. Sessizlik fırtınanın habercisi gibidir. Ama o gün fırtına beklemiyoruz. Fırtınayı o güne beklemiyoruz.

Odadan çıkıyor. Başında bonesi yok. Maskesi yüzünde. Gözleri küçülmüş. Biraz da kızarmış. Biliyorum, nereden baksak üç gündür burada. Kesintisiz. Belki bir iki saat ya uyumuş ya da uyumamış. Hafif sallanıyor ki normalde de böyle sallanmayı sever. Bir de gülmeyi. Yine gülüyor. Yüzünün ancak yarısını görsem de gözleriyle gülüyor. Kızıl gözleriyle.

Naber?” diyorum. “Ne olsun be, bildiğin şeyler işte.” diyor. Fazla yaklaşmıyor. Uzak duruyoruz birbirimizden. Normalde dokunmayı sever. Ya elimi tutar ya koluma girer. Sevecenliğiyle hepimizi gülmekten kırar geçirir. Şimdi gardı bir tık düşmüş. Bilmem kaçıncı rounda çıkacak boksör gibi. Yediği yumruklarla kelimeler ağzından zor çıkıyor. “Yorgun görünüyorsun.” diyorum. “Eh işte! Yorulduk biraz. Herkes yoruldu.” diyor. “Haydi git, dinlen biraz artık!” diyorum. Dokunmuyoruz birbirimize. Gözlerimiz değiyor sadece. Selam verip çıkıyor. Normalde sarılır. Mutlaka. Ama gidiyor. Sallanarak.

Ardından bakıyorum. En güvendiğim eller orada. Sırtını hiç sorgusuz sualsiz yaslayacağın dağ. Yorgun ama huzurlu olduğunu biliyorum. Ama o böyle şeyleri umursamaz. Hep tetiktedir yine de. Her zaman. Şimdilerde daha çok. Atik ve tetikte.

26 Mart 2020 Perşembe

"Gerisi Hep Rivayet" Şarkıları


Şarkıların öyküsü olur da öykülerin şarkıları olmaz mı?

Bu listede yer alan şarkıların hepsi bir biçimde Gerisi Hep Rivayet’in içinde yer almışlardı. Hatta o zamanlar, yani öyküleri yazarken, her öykünün altına öyküye eşlik eden şarkıyı da eklemiştim ama sonradan, yani kitabı basarken şarkıları kitaba eklemeye çekindim. Hem hakkım yokmuş gibi geldi, hem gereksiz, fazla bir paylaşım gibi geldi. Hem de şarkıların Gerisi Hep Rivayet’in üstünü örtmesinden de çekindim. Sonuçta, evet, bu şarkılar oralarda bir şekilde yer almışlardı ama öykülerin ortaya çıkış sürecindeki anlamları ile kendi anlamları arasında da oldukça fark vardı. Bu nedenle listeyi hep aklımda taşıdım ama hiç paylaşmadım. Kendimle bile…

Ama madem ki şimdi araya yıllar girdi, hatta ben bile neyi, ne zaman ve nasıl yazdığımı (dinlediğimi) unutmaya başladım (evet, bellek böyle bir şey değil mi? Yıllar geçtikçe su alan ve yavaş yavaş batıp giden) ve madem ki Gerisi Hep Rivayet’e artık çevrimiçi olarak ulaşılabiliyor, şarkıları da geri çağırmanın zamanı geldi.

Bu şarkılar kâh öykülere eşlik ederek, kâh öykülerin ortaya çıkmasını sağlayarak, kâh da öykülerin içinde yer alarak bir araya geldiler. Şarkıları da vardı o günlerin. Gerisi Hep Rivayet şarkıları bunlar. Ve onlar da artık burada uyusunlar, öylece.

23 Mart 2020 Pazartesi

Güzel bir şey...


Bunu unutmak istemem.

Şu kötü günlerin içinde çok güzel bir şey oldu. Yazılama Yayınevi, Gerisi Hep Rivayet'i paylaşıma açtı. Yayınevi'nin sayfasından ücretsiz olarak erişilebiliyor ve indirebiliyor. Bu zorlu günlerde öykü okumak, öykülere dalmak da iyi gelir. Hepimize...

Teşekkürler Yazılama.

Ve bir de bu güzel habere, bir güzel ek daha... Yeni öyküler de dosya da hazır. Şu günler bir geçsin, hep beraber kâh gülerek kâh kahırlanarak okuyalım... 

Sevgiler.

Sevgiler ama, bu öyle bir denk geliş ki Gerisi Hep Rivayet 23 Mart'ta, tam da dört yıl önce yayınlandığı günde paylaşıma açılmış. Bunu ben bile unutmuşum... 

Çok ilginç, çok...

22 Mart 2020 Pazar

Limbik kapitalizmden dümbük kapitalizme geçişin sancıları!

Bence meseleyi Sovyetler’in çözülüşünden başlatmakta fayda var. Yani tüm bu geçiş sancılarını. Araya Körfez savaşlarını, İkiz Kuleleri, Afganistan işgalini, Çin’in devasa bir fabrikaya dönüşümünü ve Trumpgillerin iktidara gelişini yerleştirebiliriz. Salgın da bu sürecin şimdilik son halkası gibi. Koca bir tarihin parçası. Şok üstüne şok tarihinin!

Kapitalizmin orada, yani toplumları “şoke” eden olaylarda kalıp kalmayacağı ise nereye gideceğini bilen bir öznenin güç ve onay kazanıp kazanamamasına bağlı. Bu kadar yalın ve net.

Yoksa yaşanabileceklerin çapı çoktan açığa çıkmış durumda. “Şoklardan şok beğenin!” diyorlar. Daha ne desinler! Ama belli ki kapitalizm, 50 yıllık dönemini bu salgın şokuyla kapatıyor. Bir anlamda limbikten dümbüke geçerek...

Nedir limbik kapitalizm? Cevap bir beyin bölgesi ile ilgili: Limbik sistemle.

Bu bölgeye, insanı insan yapan bir beyin bölgesi de denebilir. Gerçi tüm memelilerde var ama insanda önemli ve farklı bu sistem. Oldukça hayati bir öneme sahip, evrimsel bir yanı var ve daha çok “canlılıkla, yaşıyor olmakla” ilgili. Yani bir tür “hayatta kalma” bölgesi. Canlılığın sınırı. Zaten limbik de “limbus” ile ilişkili. Yani kelime olarak sınırla, sınır olmayla ilişkili. İnsanın ve canlılığın sınırıyla.

Mesela ödül, haz orada. Doyum, başarı ve keyif de orada. Vaatler, hayaller, serüvenler de orada. Kırılmalar, vazgeçişler ve kabullenişler de...

İşte kapitalizm, hep bu bölgeye seslendi, hep bu bölgeyi aktive etti: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” mesela tam da limbik bir seslenmedir. Hem de çok!

15 Mart 2020 Pazar

Korkmayın!

İnsanın aklına ister istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” kitabı geliyor. 2007’de yayınlanan kitabında felaketler kapitalizminin yükselişini ve egemen sınıflara, küresel elitlere “yönetme” sürecinde sağladığı olanakları anlatıyordu. Askeri, toplumsal, bilimsel ve psikolojik olanakları. Bir hafta içinde yaşadıklarımız, dolaylı yoldan izlediklerimiz tam da bu olanakların boyutlarına da işaret ediyor, sanki.

Kendi adıma, günümüzde, şu son bir iki haftaya damga vuran olaylarda, masa başı mesai ile yazılan senaryolarla, projelerle yol alındığını düşünmüyorum. Böyle masalar vardır. Ama dünya, Türkiye, toplumsal düzen, masa başında kotarılamayacak kadar karmaşıklaşmış durumda. Planlar olur, ama planlar asla tutmaz.

Öbür taraftan her şeyin çok kontrol altında olduğunu söylemek de pek mümkün görünmüyor. Yani ortada planlı ve kontrollü bir “felaket” olmadığı da ortada. Ama yaşananları an ve an izleyip raporlayan “düşünce kuruluşları” da mutlaka vardır. Strateji ve hamleler öneren de... Ama yaşadıklarımız bir film değil. Kurmaca değil. Gerçek.

Klein kitabında bunun, yani küresel ölçekteki felaketlerin yeni bir yönetim biçimi olduğunu söylüyordu. Ki dün yayınlanan bir söyleşisinde (*) de Koronavirüs’ün “felaket kapitalizminin aradığı mükemmel felaket” olduğunu söylemiş. Yani kapitalizmin yapısal krizini bastırmak için aradığı çok boyutlu bir felaket olduğunu belirtmiş.

Olabilir mi? Yani bu salgın üzerinden kapitalizm küresel ölçekte daha otoriter, kitleleri ölüme gönderebileceği, çeşitli kısıtlamalar ve düzenlemeler getirebileceği bir döneme geçebilir mi? Zor değil mi? Ama öbür yandan bunlara çoktan geçmediğimizi söylemek de mümkün mü?

Göreceğiz.

23 Şubat 2020 Pazar

İyi ve güzel şeyleri özlemek


Günlerinin kötürümlüğünü görüp de görmek istemeyen bir halk gibiyiz. Başka şeyler görmek istiyoruz. Bize iyi gelecek, azıcık teselli edecek, “buna da şükür” ya da “o kadar da değil, iyi şeyler de oluyor” dedirtecek şeyler. Haksız da sayılmayız. Her güne intiharlar, olası savaşlarla başlıyoruz. Kolektif, toplumsal gündemimiz herkesin fellik fellik kaçacağı işlerle dolu. Bireysel hayatlarımızı, gündemimizi ise sormayın: Uzunca süredir, herkesin kendi sarsıntılarını yaşadığı, kendi enkazlarının altında kaldığı koca bir ülkeyiz.

Tek sebep kötü giden bir hayatta bir yudum iyiye ve güzele olan ihtiyaç değil belki ama felsefe kitaplarını okuyup yutan Atakan tüm o çatışmaların üstüne iyi geldi. İyi geldi ve sonra da deyim yerindeyse kapışıldı. Koca bir ülke neredeyse üstüne atladı bu Atakan afacanlığının. Atakan’ın zihninin güzelliğine gölge düşürmek istemem (gerçi o “zihin” çoktan gölgelendi) ama koca bir toplum neredeyse “Daha, daha, daha” nidalarıyla talan etti onun imgesinde bulduklarını: akıl, özel olma, olgunluk gibi mesela.

Belli, herkes tüm bunların açlığını çekiyor; aklın, özellikli olmanın, olgunlaşabilmenin. Yırtmak için mi? Olabilir. Ama açlık çekmekte haksız da sayılmazlar.

Ama...

9 Şubat 2020 Pazar

Bozuk psikoloji!


Haftanın ruhunu anlatan bir kare olarak önümüze düşüverdi dün Hatay’da kendini ateşe veren babanın fotoğrafı*. Çığ altında kalanları kurtarmaya giderken çığ altında kalabilen, uçağı havada değil yerde düşebilen bir ülkenin insanlarıyız ya bembeyaz bir sis bulutunun içinde yere kapanmış o insanda kendimizi buluverdik hızlıca. Daha hikayesini bile bilmeden biz de yandık, biz de kahrolduk.

Çocuklarım aç!” diyen bir baba kendini ateşe vermişti ya biz o aç çocuklardık sanki. Sanki o babaydık her birimiz. Sanki o duman bulutunun ortasında, tek başına yere kapaklanan “biz”dik. Fotoğraf, içimize işledi, içinizdekilere ses oldu. Halimizi anlattı: “tek başına” kalmış çaresizliğimizi ve başımıza gelen afetleri.

Sonra fotoğrafın haberine ve açıklamalarına baktık. Başka bir şeyler duymak ister gibi. Ama fotoğraftaki sise, dumana daha çok battık.

Haberlerde, açıklamalarda kendini ateşe veren kişinin aldığı sosyal yardımlara ve “psikolojik rahatsızlıklarına” vurgu yapılıyordu. Sanki yapacak bir şey yoktu. Yoksulluk ve “bozuk” psikoloji kurulu bir zemberek gibi işlemiş ve “tüm çabalara” karşın o fotoğraftaki görüntüyü, hiç de arzu edilmeyen sonucu ortaya çıkarmıştı. Hepsi buydu!

Doğrudur, ülkemizde o tanımlamalarla yaşayan 20 milyon insan var: Sosyal yardım alan, hayatı yokuş aşağı inen, bir türlü toparlayamayan, boşanan, göç eden, içeri giren, psikolojik rahatsızlık yaşayan... O fotoğraftaki baba da onlardan birisiydi işte. Anlaşılan o ki “ikna edilmeye” çalışılmıştı. “Tamam, iş bulacağız” denilmişti. Ama “çocuklarım aç” diyen baba durmamıştı. Milyonlar duruyorken o durmamıştı ve durdurulmamıştı! Ve sonrasında da içimize işleyen o kareyi ortaya çıkaran anlar yaşanmıştı.

28 Ocak 2020 Salı

Depremler, salgınlar ve dükkânın önü...


Öncelikle depremi ve yıkımı yaşayanlara geçmiş olsun. Deprem anına dair görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla oldukça şiddetli bir depremdi yaşanan. Ve hatta yıkım daha fazla olabilirdi, sanırım görece kısa sürmesi hasarın büyüklüğünü önledi. Keza 99 depremi neredeyse bir dakika boyunca devam etmişti... Ama süre ve şiddet bir kenara, bölgede yaşayanlara, etkilenenlere tekrar geçmiş olsun. Kayıplar yaşayanlara ise sabırlar diliyorum.

Öte yandan bu depremde, kulak verildiğinde bilimin, hatta dikkatli bir gözlem ve bilgi süzgecinin sağladıklarını, sağlayabileceklerini görmek de (bir kez daha) sarsıcı oldu sanırım.

Mutlaka izlemişsinizdir, geçtiğimiz Ekim ayında Prof. Dr. Naci Görür’ün katıldığı bir televizyon programına dair görüntüler paylaşıldı depremden hemen sonra. Prof. Görür o programda yaptığı konuşmasında tarihsel bilgilere ve teorik bilgiye dayalı olarak neredeyse nokta atışıyla, “Sivrice gölü çevresi” diyerek Cuma akşamı yaşanan depremi haber veriyor. Haber vermekle de kalmıyor, bir an önce önlem alınması gerektiğini söylüyor.

Yazık ki bilmek sadece “para” ediyor günümüzde. Çoğu kişi oraya bakıyor. Hâlbuki bilmek kolektif bir eylem. Kimse bir bilgiyi tek başına ortaya çıkarmıyor. Koca bir birikimi ardına alıyor. Bu nedenle bilmek kamusaldır, kolektiftir; aynı zamanda, öngörmek, uyarmak, önlemek, müdahale etmek demektir. Bir süredir bunları unutmuş olsak da...

Prof. Görür’ün verdiği bilgilere bakarsak depremin şiddetinin beklenenden biraz daha düşük olduğunu, tarihte bu bölgede daha şiddetli depremler yaşandığını ve yaşanan depremin başka depremlerin habercisi olabileceğini de anlıyoruz. Zaten kendisi Ekim ayında dile getirdiği bu bilgileri depremden hemen sonra birçok kanaldan tekrarladı. Altını bir kez daha çizerek.

Bilim, böyle bir şey: Tarihsel bilgiyi sentezlemek, yorumlamak ve öngörmek. Son haftalarda çok yara almıştı bu “bilimsi” bakış. Hani neredeyse liberal ve muhafazakar bir dalgayla hırpalanmıştı. Gereksiz yere. Somut bir acıya ihtiyaç vardı etrafına çöken kirliliğin dağılması için. Çin’de yaşanan koronovirüs salgını, Elazığ’daki deprem hemen dağıtıverdi bu çürük yapıyı.

İlginçtir ki kimse salgınlar ve deprem yaraları için sarı kantaron vs. önermiyor. Önermeye cesaret edemiyor. Somut bir iki olay bu orta sınıf kökenli idealist hedehödöyü dağıtıverdi. Ya da en azından şimdilik seslerini kısmak zorunda bıraktı. Ne denir? "Güzel!"

19 Ocak 2020 Pazar

Sarı kantaronun tadı...


Ülke, dünya, toplum, etrafımız. Her şey sarı kantaron tadında. Bu ara...

Nedir sarı kantaron?

Bir bitki. Kılıç otu olarak da biliniyormuş, KoyunKıran olarak da. Latince adı Hypericum Perforatum. Yani “ısıtıp delen”. Türkçe tam karşılığı böyle oluyormuş. Aynı zamanda, Anglo-Sakson dünyasındaki popüler “Aziz John Mayası (St. John Wort)” isimli şurubun içindeki bitki. Bu maya ise bir tür kocakarı ilacı. Endüstriyel ilaçların olmadığı zamandan kalma. O dönemden bir çok karışım tarihin çöplüğüne karışırken o kalmış. Hâlâ her yerde bulunabiliyor.

Depresyon ve anksiyete bozukluklarında işe yaradığı biliniyor. Ama, öyle “süper” işe yarar bir şey değil. İşe yarıyor işte. Üçüncü, dördüncü sıra bir seçecek olarak. Mesela etkisi her gün düzenli olarak yapılan 30 dakikalık egzersiz kadar değil. Depresyonda ve anksiyete bozukluğunda düzenli egzersiz çok daha etkili. Ama Aziz’in mesirinin seveni ve efsanesi çok, o ayrı. Bir tür mesir macunu işte.

Peki, bu ara neden gündeme geldi?

Adedidir bu otun. Böyle beş-on yılda bir hatırlatır kendini. Sapından bir tutanı olur, yolar da yolar. Yolduktan sonra da binbir vaatle saçar ortalığa.

En son, geçtiğimiz hafta içinde yine birisi, adının yanına apolet gibi MD/PhD-C/MsC yazmayı seven (ve tabii ki tüm bu apoletlerin bir karşılığı olduğunu da gayet iyi bilen) “pop birisi” ortalığa saçtı Aziz John’un otunu. “Depresyonda ilacı milacı boşverin, sarı kantaron çayı için” diyerek.