Yine çıkmış ortalığa. Karşılaşıyoruz bahçede. Gülümseyerek selam veriyorum. Üç yıldır orada, biliyorum. Tek başına. Bir ailesi yok. Sanırım. Çünkü bahçede ve civarda başka bir kirpi görmedim. Gören de yok. Kediler var, tek tük. Sırnaşık ve sevimli. Bir de insanlar var, tabii ki. Alabildiğine sıradan ve kendi halinde. Yine de sonuçta hep beraber yaşayıp gidiyoruz işte. O bahçede.
Ama kirpiyi bir ayrı seviyorum. Yanından geçerken meraklı gözlerle izliyor beni. Biliyorum tedirgin ama üç yıldır karşılaşıyoruz ve az çok tanıdık artık birbirimizi. Hayata beraber meydan okuyoruz, sanki. Ama daha çok o meydan okuyor. Onca betonun arasında hayatta kalabiliyor. Ve bir insan olarak şaşırıyorum onun direngenliğine. Hatta özeniyorum. Tek başına yaşayabilmesine, kendini koruyabilmesine.
**
Küba’da da en çok buna şaşırmıştım. Onca betonun arasında Küba’nın tek başına yaşayabilmesine, kendini korumasına. “90lar” demişti Norma, “çok zordu. Çoğu zaman tek öğün yemek vardı ve bazen o da yoktu.” Sovyetlerin yenilmesi ülke ekonomisini felç etmişti. Ama dayanmışlardı. Karşımda gülümseyerek o günleri anlatırken Norma, ben 90ları düşünmüştüm. Türkiye’de ve dünyada. Televizyonlarda Çiller, baba Bush ve Çarkıfelek vardı.
Tamam, küçük bir grup direnebilir. Bir çekirdek kendisini koruyabilir. Ama ya koca bir ülke? Koca bir toplum? Nasıl ikna edilirdi ki? Başka bir yol yoktu da katlanmışlar mıydı o günlere? Düşündükçe Türkiyeli kafam yanlış cevaplar buluyordu yanlış sorulara.
Tüm dünyanın bambaşka bir yere gittiği bir kesitte, hani neredeyse tek başına direnen bir ülkeydi Küba.
Ha, başka direnenler yok muydu aynı dönemde? Artık açık yüreklilikle sorabiliyorum kendime: Mızmızlanmak ne zaman direnmek oldu ki? Şimdi geriye bakıyorum da 90lardan bu yana ne de çok mızmızlanma var ve kendini direniş diye nasıl da yutturabilmiş tüm bunlar.