Bu konulardan, alanlardan bir tanesi intihardır. Psikiyatri kitapları intiharı enine boyuna ele alır ama örneğin en temel soruya, Brecht’ten ödünç alarak söylersek bizleri neyin hayatta tuttuğuna hiç yer vermezler. Hayat neden yaşanası olsun ki? Bu sorunun yanıtı yoktur hayatı yaşamaya değer bulmayanlar üzerine yazılan bölümlerde, kitaplarda.
Dikiş tutmayan konulardan bir diğeri de yastır. Halbuki psikiyatride bir çok yakınmanın, bir çok psikiyatrik belirtinin, sürüp giden ve bir türlü dinmek bilmeyen bir sürü insanlık halinin altında ‘tutulamamış bir yas’ olduğunu söyler kitaplar. Kişi “kayıplarıyla baş edemediği için” çeşitli belirtiler geliştirmiştir. Ya da “zaten baş edilemeyecek bir kayıp vardır” klinik tablonun altında.
Psikiyatri yası neredeyse baş köşeye koyduğu kadar aslında tam olarak nereye yerleştirceğini de bilememektedir. Örneğin geçtiğimiz yıllarda psikiyatrik bozuklukları sınıflandırmak için Amerikan psikiyatrisi öncülüğünde yapılan uzun tartışmalarda yas neredeyse bir hastalığa dönüştürüldü. Yani kayıptan sonra ortaya çıkan üzüntü, isteksizlik, hayattan keyif almamak, insanın tadının tuzunun olmaması, bungunluk “nasıl olsa eninde sonunda tedavi ediyoruz” denilerek depresyondaki dışlama kriterleri arasından çıkarıldı. Artık ‘yas=depresyon’, yani mutlaka ama mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durum.
Velhasıl yas, psikiyatri içinde dahi tam olarak kestirilemeyen bir konu. Ya çok önem atfediliyor (ve böylece kökten bir sorgulamadan da uzaklaşılmış oluyor) ya da insani bir hâl olmaktan çıkarılıp iyiden iyiye tıbbileştiriliyor (ve böylece kökten bir sorgulamaya hiç gerek kalmıyor).
Şimdi ise politik bir talep olarak yasın yükselişiyle karşı karşıyayız. Türkiye’de…
Yaşananların şiddeti düşünülünce insanca, hem de pek insanca bulunabilir yas talebi: İnsanların paramparça edildiği, geriye kalanların gaza boğulduğu, kovalandığı, bedenlerin yerlerde sürüklendiği, cenazeler üzerinde tepinildiği ve sonra da dönüp ‘ne işin vardı orada’ denilebildiği günlerde “Bırakın da yasımızı tutalım!” talebi insanca değil midir?
Ama aksayan bir yan da yok mu yasın siyasi bir talebe dönüşmesinde? Tamam kolu kanadı kırık bir yas ama uzlaşmaya, tüketilmeye ve böylece defedilmeye hemen hazır bir yanı yok mu? Belediye binalarına, reklam panolarına asılan kocaman “Yastayız” pankartları teselli mi etmeli bizleri? Şu kadar sıkışmışlık içinde, yüreğimiz ağzımıza gele gele yaşarken ve hemen her gün bir başka yeni olaya küfürler basarken azıcık da olsa rahatlayamaz mıyız ilan edilen milli yasla? Yarıya indirilmiş bayraklar sersemlemişliğimizi de yarıya mı indiremez mi? Çok mu?
Sorun bu insani arayışta değil zaten. İnsani arayışın siyasi tercümesinde. Çünkü yasın siyasi bir talebe dönüşmesi bir imkansızlığı olduğu kadar bazı kapalı, örtük, belirsiz olasılıkları da çağrıştırıyor.
İmkansız olan aslında bizzat yasın tutulamayacağı. Bir söylem olarak yas bu kadar yükseliyorsa öncelikle aslında “yas tutamayacak kadar çok kayıplarımız var!” demek istiyor olabiliriz. Bu coğrafyada, özellikle de solun içinde ölümler uzun yıllardır hiç gündemden çıkmadı ama son iki yıla sığan kayıplar neredeyse hemen her haftaya, hemen her güne uzandı. Önceki politik anma ve eylem takvimlerine yeni bir çok gün, isim ve olay eklendi. Yas, kayıplar karşısındaki tükenmenin bir ifadesi olarak daha fazla dile geliyor ve imkansızlığı anlatıyor olabilir bu nedenle.
Diğer yandan yasın ardında bir iyimserlik, en azından bir umut olduğu da düşünülmüyor mu? Bazı ‘iyi’ olasılıklar da ima edilmiyor mu? En naif biçimiyle yasın tutulabileceği, tamamlanabileceği ve kayıplarla barışılıp devam edilebileceği ima edilmiyor mu? En naif haliyle! Bir de yas çağrılarıyla gün gibi aşikâr olana bile bile lades demek var.
Ardı arkası kesilmeyen kayıpların yası, mümkün müdür ki? Bireysel olarak, zor ama, belki yine de tamamlanabilir, yas. Ama toplumsal olarak yas mümkün mü? Ya barışmak? Bu kadar suçu affetmek mümkün mü?
Örneğin ufukta görünen olası bir koalisyon yaraları sarar mı? Hükümete gireceğiz, devlete, düzene sahip çıkacağız, “bizim de en az onlar kadar yönetme kabiliyetimiz olduğunu, bazı hususlara ciddiyetle yaklaştığımızı göstereceğiz” ve yüzümüzdeki acı bir tebessümle yolumuza devam mı edeceğiz? Hiçbir şey öğrenmeden hem de… Örneğin yas bu kadar gündeme gelirken İslam, şiddet ve nefret arasındaki ilişkinin neredeyse hiç dile getirilmiyor olması garip değil mi?
Görünen o ki siyasi bir talep olarak yükselen yas, iki zıt yöne sahip. Bir tarafı daha ilk andan uzlaşma arayışına yönelirken diğer taraf ise bitip tükenmez bir sorgulamaya çağırmakta. Bir taraf çaresizliği kendisine zırh edinirken diğer taraf ise canlı; kapı kapı dolaşıp zırhların ardında yanıtlar arıyor. Bir taraf onarıcı iken diğer taraf yıkıcı; kendisi dahil her şeyi yıkmayı, yakmayı göze almakta; hatta bunu istemekte. Bir taraf uslanırken, öbür taraf ise dellenmekte. Bir taraf ülkeyi her şeye rağmen kendi ülkesi olarak görmeye meylederken öbür taraf ise ülkeyi güzel olan her ne varsa onu kurutan, solduran ve koparanların ülkesi olarak görmekte.
Bir taraf unutmak isterken, diğer taraf sürekli hatırlamaktadır. Bir taraf kendi çaresizliğine bakıp sığınacak sakin bir liman ararken öbür taraf tek başınalığından çare çıkarmaya çalışmaktadır. Bir taraf dağılırken, öbür taraf ise derlenip toparlanmaktadır. Acıyla, öfkeyle ve karalılıkla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder