Değerli arkadaşlar;
Öncelikle bu acı, öfke ve keder dolu günlerde hayatını kaybedenleri bir kez daha, bu düzeni değiştirme kararlılığımızla andığımızı hatırlatarak sözlerime başlamak istiyorum. Sizlere ve kendimize “Hoş geldiniz” diyemeyeceğim. Aslında çok anlamı vardı bu söylenememiş ‘Hoş geldin’in. Öncelikle bizim için. Çünkü bir süredir burada, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde psikiyatri, sinirbilim, psikanalitik kurama dair bilgimizi, deneyimimizi Marksizm ve sosyalizm mücadelesi ile birlikte düşünebileceğimiz, birlikte ele alabileceğimiz bir etkinlikler dizisi başlatmak istiyorduk. Bu hem bizim için, hem de çatısı altında bulunduğumuz bu düşünce ve eylem vahası için çok anlamlıydı. Ve kucaklayıcı bir “Hoş geldin”i hakediyordu. Ama şimdi planladığımız etkinlikler dizimiz başka bir anlamı olarak başladı. Kayıplarla…
Kayıplar insan hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu kadar sosyalizm mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası. Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda toplumsal mücadeleler geçmişimizin önemli, hatta ağırlıklı bir bölümü baş edilmesi zorlu birçok kayıplarla doludur. Herhalde bu anlamda Türkiye güney Avrupa kuşağındaki ve Latin Amerika ülkeleriyle bir nebze aynı kaderi yaşamaktadır diyebiliriz. Bir nebze derken ileride açmaya çalışacağımız biçimde Türkiye’de sol toplumsal bir güç olmaktan uzaktır ve bunu ancak kendisi olmaktan çıkarak başarabileceğini her seferinde yeniden ve yeniden öne sürmektedir.
Kayıplar, yas ve toplumsal mücadeleler konusuna daha ayrıntılı olarak girmeden önce burada ne yapmak istediğimize dair biraz daha bilgi vermek istiyorum. Özellikle de etkinliklerimize ilgi gösterecek katılımcıların, dinleyicilerin ve konuya ilgi duyan meraklıların gerek psikiyatri, psikoloji ve psikanaliz terminolojisi ya da tam da diğer uçta olmak üzere Marksizm’in kendi diline aşina olmayışlarını göz önünde bulundurarak.
Burada, şimdilik ayda bir kez olmak üzere iki dili bir arada düşünmeye, daha doğrusu iki dilli bir düşünme gerçekleştirmeye çalışacağız. Etkinliklerimizi genel olarak söyleşi olarak tarif edilebiliriz. İki psikiyatrist, zaman zaman küçük sunumlar yapacağız, birbirimize sorular soracağız, birbirimize itiraz edeceğiz ve tartışacağız. Tüm bunları yaparken de canlı, dinamik, teoriye göndermeler yapan ve günceli yeniden kuran bir yol bulmaya çalışacağız.
Açıkçası bu arayış, bu yol konusunda hem deneyimli hem de acemi (amatör) olduğumuzu belirtmeliyim. Bu nedenle sürçü lisan edeceğiz. Yanlış anlatacağız ama doğrusunu da aramaktan geri kalmayacağız.
Değerli arkadaşlar,
Bizim de bir parçası olduğumuz geleneksel sol, Türkiye sosyalist hareketi az önce işaret ettiğimiz iki dilli düşünme konusunda hiç de deneyimsiz değildir. Özellikle siyasi kimliğimizi bulduğumuz Türkiye komünist hareketi aslında iki dilli düşünmeye yatkındır: Örneğin Türkiye burjuva sınıfının korkaklığından, endişelerinden ve kendisine, çevresine güvenememesinden sıkça söz ederiz. Ya da işçi sınıfı hareketinin kişilik bulmasından, özgüven kazanmasından da bahsederiz. Ancak itiraf etmek gerekir ki bu iki dilli düşünme daha çok liberal sola terk edilmiştir. Bugün sol, siyaset ve psikanalitik düşünce denilince temel referans kaynağı liberal solun düşünce dünyasıdır. Bu durumu kendi konumumuz açısından bir zorluk ve aynı zamanda bir imkân olarak gördüğümüzü belirtmeliyiz.
Zorlu çünkü gönül rahatlığıyla yaslanabileceğimiz bir kuramsal geçmiş olduğunu düşünmüyoruz. Ayrıca iddia ettiğimiz iki dilli düşünmenin bazı ciddi belirsizlikler ve siyasi aldanışlar içerdiğini hem sosyalizm mücadelesinden hem de psikiyatri tarihinden sayısız örnekle biliyoruz. Ancak birlikte tartışmak, düşünmek ve beraber yol almak istiyoruz. Mütevazı, çekingen ama kararlı bir biçimde.
Aslında psikoloji ve psikiyatri içinde siyasal süreçleri, kendi sınırları içinde ele alan bir altbirim bulunuyor: politik psikoloji/psikiyatri. Derdimizin bir tür politik psikiyatri macerasına çıkmak olmadığını belirtmek isteriz. Böyle bir derdimiz yok. Zaten politik psikiyatri yöntemi görmezlikten gelinemeyecek ağır bir sorun içeriyor: Bu sorun yöntemin günümüz dünyasında oturduğu yerden kaynaklanıyor. Keza politik psikoloji/psikiyatri daha çok ABD ve Avrupa merkezli enstitülerde ele alınıyor; bu kurumlar ağırlıklı olarak üzerinde çalışılan toplumların içyapısını çözümleyerek ve olası emperyal açılımlar konusunda nerelerden hareket edilebileceğine dair veriler sağlayarak yollarına devam ediyorlar. Yani yöntemin egemen anlayışı oldukça riskli alanlardan çıkıyor ve tabii ki riskli kuramsal çıktılar taşıyorlar. Diğer yandan psikolojik süreçleri, örneğin Türkiye solu gibi geniş, heterojen, sınırları ve iç ilişkileri değişken kitlesel gruplara uyarlarken yöntemin, siyasal ana hattın üstünü örtme riski bulunuyor.
Ancak bu risklere rağmen yöntemin siyasal süreçlere ek girdiler sağlamasını denemek gerektiğine inanıyoruz. Çünkü ilginç kesitlerde, örneğin günümüzde Yunanistan’da ya da Ergenekon, Haziran ayaklanması ve içinden geçtiğimiz günler olmak üzere Türkiye’de de kişisel yargıların, psikolojik arzu ve isteklerin, önüne geçilemeyen temennilerin tarihte rol oynadığını biliyoruz.
İlginçtir, Türkiye’de ve dünyada genel olarak siyasetin diline psikiyatrik terimler daha çok giriyor. Bu terimler daha çok girdi ve yerleşti. Paranoya, ego, narsisistik, depresyon, buhran, tükenmişlik, öğrenilmiş çaresizlik gibi gibi… Bu durumdan şikâyetçi değiliz. Kendi adımıza ilgi ile izliyoruz ama ortada net bir doğrultu, toplam olmadığını da görüyoruz. Hatta daha çok bir kafa karışıklığı olduğunu! Biz de bu karışıklıktan azade değiliz. Tam tersine daha net olabilmek adına konuşmak, düşünmek için buradayız.
Bir ön tespit olarak toplumsal mücadeleler içinde psikiyatriye ait dilin daha çok yer bulmasının işçi sınıfı hareketinin, ezilenlerin, solun (her nasıl tanımlıyorsanız işte O’nun, yani bir öznenin) alttan alta kendisini belli etmesinden ziyade orta sınıfların endişelerinin ve arayışlarının bir yansıması olduğunu düşündüğümüzü belirtmeliyiz. Talepleri, istekleri ve gündelik alışkanlıkları daha fazla görünür olan orta sınıflar yaşadıkları belirsizliği, travmayı ve yanıt arayışını siyasetin diliyle değil de psikolojinin diliyle anlatmayı tercih etmektedir. Demek ki böyle bir ihtiyaç var. İnsani bir ihtiyaç. Tamam! Ama bize göre bu ihtiyacın en önemli nedeni örgütsüzlüktür. Örgütsüzlük, tüm bu yaşananlardan (bir tek son yaşananları değil belki de son 10 yıllık kesitte yaşananları kastedererek) siyasi değil psikolojik bir çıkış aramaktadır. Psikoloji, dönüştürücü, harekete geçirici ve etkin bir siyasetin yerini almaktadır.
Etkinliklerimizi ve bugün dile getireceklerimizi bu geniş çerçeve ile değerlendirmenizi isteriz. Cümlelerimizin önemli bir kısmının sonunda nokta yer alacaktır ama virgüllere, soru işaretlerine ve üç noktalara da yer olduğunu da belirtmek isteriz.
Bu bir tarafı açık çerçeveye zaman zaman bir mücadele insanını, bazen bir terapisti, bazen bir analisti bazen de bir düşünce insanını konuk etmeyi planlıyoruz. Umarız hep birlikte düşünür ve yol alırız.
* İzmir, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde 22.10.2015 tarihinde ilki düzenlenen Psikopolitik Söyleşiler etkinliklerinin açılış konuşması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder