29 Nisan 2020 Çarşamba

Gramsci’den çocuklara, sevgilerle

Geçtiğimiz Pazartesi, yani bir kaç gün önce Gramsci’nin, İtalyan Komünist Partisi lideri Antonio Gramsci’nin ölüm yıldönümüydü. 27 Nisan 1937’de hayata veda etmişti Gramsci. Öldüğünde sadece 46 yaşındaydı ve kötüleşen sağlığı nedeniyle hapisten çok kısa süre önce, şartlı olarak çıkarılmıştı. Hayatının son 11 yılını ise çoğunluğu tek kişilik hücrede olmak üzere kötü koşullar altında içeride geçirmişti. 

Tutuklanmadan önce, 1926’da ise Gramsci İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri ve aynı zamanda Torino milletvekilidir. Faşist Mussolini’ye yönelik bir saldırı gerekçe gösterilerek tutuklanmıştır. Tutuklandığında karısı Giula ile çocukları Delio ve Giuliano ise Sovyetler Birliği’ndedir. Delio iki yaşındadır, Giuliano ise sadece bir kaç aylıktır.

Genç bir keman sanatçısıdır Giula Schucth ve adanmış bir komünisttir. Hem kendi ailesi hem de çocuklarıyla birlikte hayatları boyunca sosyalizme adanmış olarak kalacaklardır ve Sovyetler Birliği’nde yaşayacaklardır. Giuliano babasını hiç göremeyecektir. Delio ise büyüdüğünde Sovyet deniz kuvvetlerinde komünist bir subay olarak görev yapacaktır. Ama aile 1926’dan sonra Antonio Gramsci olmadan onun entelektüel mirasıyla bir ömür geçirecektir. Hatta torunu, küçük Antonio Gramsci dedesi ve ailesi üzerine, ancak 2000’lerde, her şeyin, tüm tarihin tozu kalktıktan sonra yazabilecektir.

26 Nisan 2020 Pazar

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde

Polonya beni hep sıkmıştır. Öyle gidip gördüğüm için falan değil. Çocukluk mirası diyelim. Çünkü herhangi bir alakamın olmadığı bu ülkenin iki hikâyesi vardır bende. Kestirme sonuçlara vardığım iki hikâye. Gerçi kestirme sonuçlar iyi değildir; önyargılara yol açar, önyargılar da gereksiz hatalara. Ama bazen kestirme sonuçlar tüm uzak sonuçları da öngörebilir. Belli olmaz.

Polonya beni iki sebepten ötürü sıkmıştır. Birincisi papa ile ilgili. Papa John Paul'le ilgili...

Şimdilerde unutuldu gitti rahmetli ama o zamanlar yani ben çocukken çok ünlüydü. Bir Reagan, bir Gorbaçov, bir bizimkisi ve bir de o vardı sanki televizyonda. Sabah akşam çıkardı. Uğradığı suikast, suikastın failinin bizim buralardan olması, kaçabilmesi, yakalanması, suikast girişiminin neden yapıldığı, ne olduğu, bağlantılar, delilikler vs. vs. Bunların hepsi birer muammaydı ama sabah akşam televizyona çıkan bu papa Polonyalıydı. Açıkçası uyuz olmuştum adama ve de ülkesine. Zaten Doğu Bloğu dedikleri bir ülkeden neden papa seçmişlerdi ki? Ne bileyim, Arjantin falan varken neden papalı ülke Polonya'ydı ki? Yoksa papa içeriden satın mı alınmıştı? Bana göre falso daha oradan başlıyordu, satın alınmadan ve de satılık olmaktan. Ve bir de tüm o belirsiz işlerin ortasında sevimsiz, soğuk birine benziyordu.

Polonya konusunda beni bezdiren ikinci isim ise Lech Walesa'ydı. Ona da gıcık oluyordum, çünkü televizyon, gazeteler onu bir işçi önderi, demokrasi kahramanı olarak ermiş mertebesine çıkarırken aynı günlerde ne bileyim Güney Afrika'dakileri, Zonguldak'takileri vatan haini ilan ediyordu hepsi. İnsan çocuk da olsa "Hayırdır? Bu kayırma da nereden geliyor yahu? Nasıl bir hizmeti var ki bu posbıyığın?" diye sormadan edemiyordu.

Düşünsenize TRT izliyorsunuz, hatta sadece TRT izliyorsunuz (zaten o günlerde tek bir kanal var, bilemediniz iki) ve önce bu Walesa çıkıyor, alkış kıyamet kopuyor. Sonra bizim gariban madenci çıkıyor: Pis anarşist! Herifin bir yerden kesin sağlam torpili vardı ve o sevimli, gevrek, Katolik gülüşüyle çok popülerdi. Ve ben daha o ön ergen günlerimden itibaren popüler olan herkese gıcık olmayı huy edinmiştim. Walesa sağolsun!

Sonra büyüdük. İşte biliyorsunuz, duvar falan yıkıldı. Demir perde eridi. Ben tabii ki o zamanlar halen ön ergenlikteyim. İçimde kıpırtılar var ama öyle siyasi bir kimliğim falan yok. Nereden baksanız derli toplu bir dünya görüşü için en az sekiz yılım falan vardı daha önümde. Bir erişkin müsveddesi olarak etrafımda olup bitenleri kendimce kaydediyor ve işliyorum. O kadar! Ama Polonya’yı çoktan işe yaramaz bir yer olarak bellemiştim.

24 Nisan 2020 Cuma

Salgınlar, enfeksiyonlar ve şizofreni: Bağlantı nerede?


Kulağa zorlayıcı geliyor, değil mi? Enfeksiyonlar ve şizofreni… Nasıl bir ilişki olabilir ki? Hele şizofreni gibi “genetik/biyolojik yanı” belirgin bir hastalık söz konusu iken virüsler, bakteriler böylesi bir duruma yol açabilir mi? Yani viral ya da bakterilere bağlı bir enfeksiyon geçireceksiniz ve sonrasında psikotik belirtiler ortaya çıkacak ve hatta bu belirtiler uzun süreli bir hastalığın başlangıcı olacak! Pek olası gelmeyebilir ama araştırmalar, hem de çok sayıda araştırma, şizofreni ile bazı enfeksiyonlar arasında ilişki olabileceğini söylüyor. Hem de öyle yabana atılmayacak bir ilişki…

Biraz tarihçe
İşin ilginç yanı şizofreni ile enfeksiyonlar arasındaki ilişki yeni bir konu değil. Her ne kadar son yıllarda oldukça ilgi gören, yeniden gündeme gelen bir konu olsa da oldukça eski bir tarihe sahip. Bu tarih içinde psikozlar ile enfeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceğini ilk iddia eden psikiyatrist Fransız Jean-Étienne Esquirol (Severance ve Torrey 2019). İddiasını dile getirdiği tarih ise 1845. 

Esquirol, psikotik dönemlerin de tıpkı salgınlar gibi yatışmalar ve alevlenlenmelerle seyrettiğini gözlemlemesi üzerine bu tür bir bağlantı kurar. Zaten 19. yüzyıl psikiyatrisinin en önemli ayırıcı tanılarından birisi nörosifiliz ile organik olmayan, fonksiyonel durumları ayırmaktır. Bu nedenle enfeksiyonlar, her ne kadar etkenleri henüz bilinmese de, psikiyatrinin ana gündemlerinden birisidir (Severance ve Torrey 2019). Ve yüzyılın sonuna doğru bu durumdan Alman psikiyatristler de etkilenir. Emile Kraepelin de erken bunamanın, yani 1911’de Eugen Bleuler tarafından isimlendirilen haliyle şizofreninin enfeksiyona verilen yanıt (oto-entoksikasyon) sonucunda ortaya çıktığını düşünür. Buna göre enfeksiyonlar bazı toksinlerin birikmesine ve beynin etkilenmesine yol açmaktadır (Noll 2004). 

Geçtiğimiz yüzyılın başında ise psikozun tifo, verem, difteri, sifiliz ve diğer ensefalit tablolarıyla birlikte sık görülmesi şizofreninin enfeksiyonlarla ilişkisine dair yeni ipuçları sağlar (Yolken ve Torrey 2008). Ama iki dünya savaşının ardından Batı psikiyatrisinin temel olarak dinamik psikiyatri etkisine girmesi bu tür nedenlerin göz ardı edilmesine neden olur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkesi diğer sosyalist ülkelerde şizofreni ile enfeksiyonlar arasındaki ilişki araştırılmaya devam ederken Batı’da bu konu neredeyse 50 yıl boyunca uykuya yatırılır (Severance ve Torrey 2019). 1970’lerden itibaren ise sinir sistemini tutan (nörotrofik) enfeksiyon ajanlarının keşfedilmesiyle birlikte konu tekrar gündeme gelmeye başlar.

19 Nisan 2020 Pazar

Sıkılmadık mı?


Eh, sıkıldık biraz. Gerçi haftaya daha çok sıkılacağız ve ondan sonraki hafta daha da çok. Evde kalanlar da sıkılacak, işe gitmek zorunda kalanlar da. Yaşlılar da gençler de.

Ama sıkılacağız. Orası kesin, belli.

İlk günlerin endişe dolu, tedirgin havası artık geride kalıyor. Uzamış bir misafirliği andırmaya başlıyor artık bu salgın hali. Yavaş yavaş “bitse de gitsek” havası beliriyor. Çaylar içilmiş, meyveler yenmiş, sohbetler bitmiş ama zoraki gülüşmelerle herkes bu ziyaretin sonunu merak ediyor. Ve bir yandan da herkes bu mecburi misafirlik sırasında misafir ağırlamanın ve misafir olmanın hakkını vermeye çalışıyor. İşte her zamanki nezaket kuralları, kolonya kokusu ve orta sehpada duran, yeni açılmış misafir sigaraları gibi. Olağan bir ziyaret söz konusuymuş gibi sıkılıyoruz.

Ama dedim ya sıkıldık ya da sıkılacağız. Daha çok. Eski hayatımız olduğu gibi devam etsin istediğimiz için...

Öyle mi? Hayatımız olduğu gibi devam mı etsin?

Aynı hatalar, aynı aldanışlar. Aynı hız! Ah, evet, aynı hız, devam etsin diye mi? Tuhaf! Şu salgın nasıl da yavaşlattı zamanı. “Ama iyi ki sosyal medya var!” Yoksa ne yapardık? Ya da... Ya da mesela iyi ki Zetflix var! Değil mi? Yoksa... Yoksa ne yapardık?

Sıkıntıdan patlardık.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Koronavirüs salgını şizofreni hastalarını nasıl etkiler?


Günlerdir koronavirüs salgınını konuşuyoruz. Olağandışı günlerden geçtiğimiz aşikâr. Ve daha ne kadar daha böyle geçer, onu da bilemiyoruz. Açıkçası kimse de bilmiyor. Hastalanma olasılığının ve salgın tehdidinin yanına olağandışılık ve belirsizlik de ekleniyor. Hani neredeyse dünyanın hemen hemen her yerinde eşzamanlı ortaya çıkan bir altüst oluş yaşıyoruz. Toplumsal ve bireysel hayatlarımızda.

Peki, bu olağandışı durum, olağandışılığı sık sık yaşayan şizofreni hastalarını nasıl etkiliyor olabilir? Evet, bu soruya henüz “klinik” bir yanıt vermek için çok erken. Salgının şizofreniye etkisine dair elimizde hemen hemen hiç veri yok. Başka, geçmiş salgınlardan kalmış çok dolaylı bilgilerimiz var. Ayrıca toplumsal tarihimiz açısından çok özgün, daha önce eşi, benzeri hiç görülmemiş bir durumdan geçiyoruz ve kıyaslamak da yetersiz kalabilir. Geçmiş deneyimlerin işaret ettikleri de kısıtlı bilgi sağlıyor. Ama sormakta, düşünmekte fayda var: Toplumların oldukça dezavantajlı kısmını oluşturan şizofreni hastalarını bu salgın günlerinde neler bekliyor?


Şizofreni hastaları için Covid-19 riski daha mı yüksek?
Bunu henüz bilmiyoruz. Yani şizofreni hastaları arasında yeni koronavirüs enfeksiyonu açısından genel topluma göre risk daha mı yüksek, henüz bu sorunun yanıtını bilemiyoruz. Ancak geçmiş salgınlardan ve toplumsal büyük olaylardan biliyoruz ki bu tür altüst oluşlardan sonra psikiyatrik sorunlar artıyor (Brooks ve ark. 2020). Ayrıca şizofreni gibi kronik psikiyatrik hastalıklarda kronik enfeksiyon hastalıkları da genel topluma göre daha yüksek olma eğiliminde (Partti ve ark. 2015).

12 Nisan 2020 Pazar

Alışmakla şok olmak arasında bir yer değil, başka bir yer


Rüya gibi. Kabus gibi. Sürreel bir film gibi. Evet öyle, ama...

Ama bize gereken alışmakla, şaşırıp kalmak arasında bir yer değil. Başka bir yer, başka bir bakış. Başka bir anlayış. Hatta anlayış falan da değil, basbayağı başka bir mücadele. Bize gereken bu. Ama işi yokuşa sürüyoruz, o ayrı!

İnsan, kendisinin ve çevresinin olan bitene uyum sağlama, adapte olma ve kabullenme yeteneğine şaşırıyor. Hani ışık hızıyla her şey geride kalıyor gibi. Bir ay önce neredeydik, şimdi nerelerdeyiz? Korktuğumuz yere doğru gittikçe korktuğumuz yeri de, korktuğumuz yere doğru gittiğimizi de unutuyoruz. Ve sonra önümüzde yeni bir yer beliriyor ve hafızası olmayan bebekler gibi sevinerek o yeni yere doğru yuvarlanıyoruz.

Halimiz öyle olunca düşünmeden edemiyorum, şu büyük psikiyatrist, Elisabeth Kübler-Ross, kayıp ve yasın kuramcısı, yoksa haklı mı diye? Ne kadar da “evrensel” bir teori atmış ortaya! Bu kadar mı tıkır tıkır işler bir kuram, her koşulda ve her ortamda! Yuh! İnsan davranışına dair çağlar, yıllar ve yollar boyunca geçerli, böyle kaç teori vardır ki? Haklı mı ki acaba?

Mesela şok evresini geride bırakıp inkâr evresine mi geçiyoruz? Her şey böyle açıklanabilir mi? Mesela Cuma gecesi yaşanan panik!? Evrensel ve zamandışı bir kuram ile açıklanabilir mi? Yas kuramı ile. Mesela yas, bin yıl önce de böyle miydi? Olan biteni bir kaç günde kabullendiğimize göre öyle olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan.

Ama, cık! Değil!

Bir ay önce o ilk kişinin hastalanmasıyla toplumca hastalar olmuştuk. Endişeler sarmıştı bizi. Telaş ve evham. Ama şimdi binler hastalanıyor, biz sessiz, sakin bekliyoruz.

Neyi?

Onbinlerin hastalanmasını. Ve sonra da ona uyum sağlamayı. İşte bunları bekliyoruz.

10 Nisan 2020 Cuma

Selfitis ya da kapitalizmde sosyal olmak!


10 yıl önce söyleseydik... Ama pek inanmazdık: Sosyal medya, çeşitli halleriyle kendimizle ve çevremizle kurduğumuz ilişkinin temel platformu olmaya doğru gidiyor. Bir taraftan bir bilim-kurgu filmi sahnesinde gibiyiz. Gerçek hayatlarımızda yalnızlaştıkça ve çözüldükçe sanal hayatlarımızda daha kalabalık ve kolektif hale geliyoruz.

Toplumun geniş kesimlerinin zihin dünyalarını birleştiren, ortaklaştıran sıra dışı olaylar ya da felaket günlerinde bu sanal bir aradalık hali daha belirgin hale geliyor. Ve yıllar içinde önümüze çıkan her yeni olayda, özellikle de Arap Baharı’ndan bu yana (hatırlayın, o baharı aynı zamanda twitter devrimi olarak ilan etmemişler miydi?) bu belirginleşmenin dozu artıyor. Sosyal medya toplumla, toplumsal olaylarla ilişki kurmanın neredeyse temel alanı haline geliyor.

Ama sadece “sosyolojik” bir durumla karşı karşıya olmadığımız ortada. Aynı zamanda psikolojik bir durumla da karşı karşıyayız. Hatta sosyal medya neredeyse baştan sona psikolojik bir soruna dönüşmüş durumda: linçleriyle, beğeni alma telaşıyla, takipçi edinme baskısıyla, sürekli yazma stresiyle, dışında kalınca ortaya çıkan huzursuzluğuyla, trendleriyle. Neredeyse psikiyatrik bir hastalık tarifi gibi!

Sosyal medya herkesin seraplar içinde kendi vahasını aradığı uçsuz bucaksız bir çöl gibi. Bireyler son güçleriyle, canhıraş o vahaya varmaya çalışıyor. Siyaset de orada kuruluyor tabii ki. Egemeninden muhalifine, basit atışmalardan en kritik konulardaki açıklamalara kadar sosyal medya (hatta sadece ve sadece Twitter) kullanılıyor. Sol da orada devrimi, muhalifliği arıyor. Ama bu yazının konusu sol değil; sosyal medyanın psikiyatrik yanı: Sosyal medya kullanımı psikiyatrik bir sorun olabilir mi?

5 Nisan 2020 Pazar

Ey hayat!

Ey hayat, 
seni bulmaya geleceğim,
yeniden.

Ölüm daha çekilmeden sokaklarından.
Ve her günü, aynı güne dönüştüren şu taç
indirilmeden tahtından.

Mahzenlerden çıkarak geleceğim, hayat.
Çanak çömlek patlatan çocuklarla birlikte.

Boş peronlardan kavuşmaları toplayarak geleceğim.
Uzun uzun sarılan sevgililerle birlikte.

Kuytuluklardan çıkıp geleceğim.
Bütün şu günlerin evhamları ve kâbuslarıyla birlikte.

Çok kelimeli kâğıtları yırtarak geleceğim hayat.
Eşitlik gibi unutulmuş sözcüklerle.

Boş yatakları taşıyacağım sana,
ve ihtiyacımız kalmayan maskeleri takacağım kollarıma.

Hükmü kalmamış tüm levhaları
yerlerinden sökerek geleceğim.

Ve bir yanıma yolları özleyen babamı,
öbür yanıma da
yüzyıllık ömrüne
hâlâ meydan okuyan babasını alarak geleceğim, hayat.