1 Ekim 2016 Cumartesi
Gözleri tamamen kapalı
Bakmak her zaman görmek anlamına gelmiyor. Görmek için bakmanın ötesi gerekiyor. Ama çoğu zaman görmek de yetmiyor. Araya ne görmek istediğimiz giriyor. Ne görmek istediğimiz ise arzularımız oluyor. Bazen değil çoğu zaman “gerçeği görmemizi engelleyen, kamufle eden” bizzat kendimiz oluyoruz. Ama yine de pek farkına varmıyoruz. Toplumsal meseleler söz konusu olunca ise herkesten ve her şeyden önce arzular giriyor araya.
Mesela kandırılmak, düz bir trajedi vaat eder ve bu düz trajedi sayesinde dikkatleri genelde kandıran üzerine toplar. Kandıranın yaşanmakta olanı çok önceden bildiği ve hemen her şeyi tam olarak kestirebildiği farz edilir. Kandıranın bilmemesi mümkün değildir; bilgiye tam olarak vakıftır, hatta artık bilgiye dönüşmüş olanı kuran da odur. Bilmesine, yani kandırdığını bilmesine rağmen devam ettiği için kötüdür. Tüm kötülük onda toplanmıştır.
Kandırılan ise saftır. Kelimenin her iki anlamıyla da saftır: Hem sürece bilerek ve isteyerek bir katkısı olmamıştır (yani karışmamıştır, kirlenmemiştir, halis kalmıştır) hem de art niyetsizdir, ardında sakladığı bir niyeti yoktur ve aslında neler olup bitmekte olduğu bilmemektedir. Daha doğrusu olan biteni başka türlü bilmektedir.
Kandırılmak, bizleri, yani izleyicileri de ister istemez birer karar verici haline getirir: kandıranın kötülüğünü ve kandırılanın saflığını takdis etmemiz beklenir. Genellikle de bu çağrıya uyarız ve gereken payları dağıtırız. Böylece bölme, yani iyinin ve kötünün bölünmesi tamamlanmış olur.
Peki durum bu mudur? Yani, o tehlikeli soruyu soracak olursak, kandırılanın sürece hiç mi katkısı, dahili söz konusu değildir? Kandırılanın bilmemesi tam bir bilmeme midir yoksa arzusuyla baktığı için, daha doğrusu arzusuna daldığı için görmeme midir? O zaman bu bilmeme bir tür bilip bilmeme olmaz mı? Hatta gözleri tam olarak açıkken aslında tam olarak kapalı değil midir?
Kandırılan, yaşananı, ne yaşandığını görebilinceye kadar arzusuyla görendir. Kandırılmak, aldanmak ve hüsrana uğramak “her daim bir baştan çıkarılma sahnesidir; kurtulmaya, sahte çözümler bulmaya çalıştığımız, bizi daha radikal aldanmaların içine sürükleyen” bir konumdur [1].
Trajedi, arzunun parıldadığı bu histerik sahne, genelde sorular sormamıza engel olur. Kandıranın (katıksız art niyetli) kötülüğü ve kandırılanın (katıksız, saf) körlüğü bizi de anlamaktan alıkoyar; payları dağıtmayı kabul eder ve görmeyi biz de erteleriz. Ne de olsa kandırılanla özdeşleşmek kolay (iyi ve masum olmak hoştur), kandıranla özdeşleşmek ise zordur. Kötülüğün ve saflığın kolayca dağıtılması bizim de omzumuzdan bir yük alır.
Fransız yönetmen Mathieu Kassovitz’in filmi La Haine (Öfke) da izleyiciye bu kolay özdeşlemeyi dayatır. Hem de çaktırmadan; kandırarak.
Paris’in kenar mahallelerinde yaşayan ve birer kaybeden oldukları her hallerinden belli olan üç arkadaşın (biri zenci, diğeri Yahudi ve öbürü de Cezayir kökenli) bir günü anlatılır filmde. Şehirde, kaybedenler ile kaybettirenler arasında süregiden ve insanların yüzlerine, ekranlarına, sokaklarına yansımış tedirgin bir karmaşa vardır. Üç arkadaş film boyunca, neredeyse bir tam gün içinde belanın etrafında dolanırlar. Dolanırlar ve en sonunda ellerinden polisin eline geçen silah aralarında en sağduyulu olanlarının, hayhuya genelde karışmayı en tercih etmeyenlerinin, en saf olanlarının yüzünde patlar.
Film izleyiciye tabiri caizse tuzak kurar ve kandırılan ile özdeşleşmeye sevk eder. Ne de olsa toplumsal işleyiş, toplumsal düzen kaybedenlerin kaybettiklerini tescillemek için çeşitli badirelerle doludur. Yeter ki onlar, yani olan bitenden bihaber günlerini geçiren kaybedenler belalarını arasınlar. Belayı bir çatı katında, bir sergide ve tabii ki sokaklarda kolayca bulabilir, bu kaybedenler. Bu anlamda film kolay okumayla bizi de kandırır. Öfkemizi kaybettiren her şeye yöneltebiliriz ve kaybedenleri de sorgusuz sualsiz geçebiliriz.
Ama filmin artalan hikayesi, filmin hemen başında anlatılan bir hikâyenin içindedir: 50 katlı bir gökdelenden düşen bir kişinin hikayesidir bu. Kişi düşmekte ve düşerken bir yandan da “buraya kadar her şey yolunda” demektedir. Düştüğünü ve eninde sonunda yere çarpacağını bilmekte ama her şey yolunda olduğu için düştüğünü unutmaktadır. Hatta düşerken düşmemektedir. Düşmediği için de yere çakıldığında “Ben hiç düşmedim ki!” diyebilmektedir.
Kandırılan konumunda her daim bir uzlaşma vardır: Kandırılan, kandıranın, arzuladığını vereceğini, temin edeceğini, bulacağını varsayar ve gözlerini tamamen kapatır. Bu sayede, örneğin hikayedeki kişinin düşmesi, düştüğünün değil oraya kadar her şeyin yolunda olduğunun göstergesine dönüşür. Gözleri açık olsa bile tamamen kapalıymışçasına düşmeye devam eder.
Kandırılan bir anlamda kandırana dönüşür. Hangi arzudan baktığınıza bağlı olarak.
[1] Adam Philips, Kaçırdıklarımız, Metis Yayınları, sf. 54, Nİsan 2016
soL Portal, 01.10.2016
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder