2015 yaz sonunda çıkmış bir ilk albüm The Small Things. Dresden Carl Maria von Weber Müzik Okulu’nda 2007’de yolları kesişmiş yirmilerinde iki genç kadının, iki okullu müzisyenin özgün bestelerinden oluşuyor. Solo yorumlarıyla bir ucundan Türkiye’ye de dokunan klasik gitarist Franziska Henke (Schnee in Istanbul / “İstanbul’da Kar” adlı eseri dinlenebilir) ile vokalist Anna Bolz’un Dresden ve Berlin arasında yaptıkları ses yolculuklarının kaydı. İki vokal ile akustik gitarın sakin adımlarla yaptıkları yürüyüşe zaman zaman yaylılar arkadaşlık ediyor; ama bir oda müziği beşlisi büyüklüğünde en fazla. İngilizce şarkı sözlerini (yavaş yavaş sözlü müziğin ana dili olmaya başladı, söyleyenlerle dinleyenler arasında kolayına kaçılan bir sessiz anlaşma bu, onlar “böylesi bize daha akıcı geliyor” dese de) Henke ve Bolz birlikte yazmış.
Biraz pop, biraz jazz, biraz klasik, biraz fısıldama; biraz arayış, biraz kayboluş ve melankoli. Ama hepsinden küçük bir tutam, zira albümdeki tüm parçalar çok sade. Kalabalık olursa, ya da biraz daha şiddetli, sanki o zaman opak örtüyle sakladıkları “küçük şeyler” ortaya dökülecek gibi.
The Small Things ile ilgili bir diğer “küçük şey”, yapım şirketi Doctor Heart Music. Gerçekten de bir “kalp doktoru” kardiyolog Dr. Hubert Seggewiß ve gitarist Thomas Fellow tarafından kurulmuş bir albüm şirketi. Küçük, bağımsız bir şirket; aramadıkça bulunmayanlardan, ana akım müzik sevenler için pek yerleri yok. Şimdi kış mevsimi yaklaşırken, biraz tarçın ve portakal kokusu ile birlikte dinlenmelik.
25 Ekim 2016 Salı
20 Ekim 2016 Perşembe
Τρεις μέρες στην Αθήνα
Μπρίκι (tr. kahve durağı)
Historical bar at Mabili square (nearby the Megaro Mousikis). Small, with great vibes! And good music. They have a nice beer catalogue. Haven't tried the cocktails but the ones I saw (thayother people ordered) looked nice. Especially Aperol Spritz. Visited the place with some friends after 2am on a weekday and it was still packed with people, so I guess that says something. The music was great especially if you like rock.
A nice bookstore with music and art retailer with several stores in the two major cities, Thessaloniki and Athens. It was named after the ancient god. In ancient Roman religion and myth, Janus (/ˈdʒeɪnəs/; Latin: IANVS (Iānus), pronounced [ˈjaː.nus]) is the god of beginnings, gates, transitions, time, duality, doorways, passages, and endings. He is usually depicted as having two faces, since he looks to the future and to the past.
15 Ekim 2016 Cumartesi
İlahi Bob
Garip bir sıkışmanın nesliyiz işte. Bir tarafta Nejat Alp vardı çevremizde, bir tarafta da Boblar. Bir değil hem de kaç tane! Bebob vardı mesela. Bob Marley vardı ayrıca. Ve tabii ki Bob Dylan vardı. Uzakta. Bir yakın çevremize bakıyorduk bir de uzaklara, oralara.
Uzakları yüceltmek kolaydır; ayrıntılar, çirkinlikler, kabalıklar, eğretilikler pek seçilemez. Yakın olduklarımızı ise didik didik biliriz. Her santimini, her köşesini. Zerresi bile batar bize. İşte öylesi bir nesil olduk, biz. Zaten geçiyor artık zaman. Yakınımızdakilerin bir derdimize derman olacakları yoktu. Mecbur uzaklara bakıyorduk. Cevabı esen yelde arıyorduk. Gök kubbede hoş bir seda bırakan her sese de dört elle sarılıyorduk.
Geçen hafta bir tür araf konumundan bahsetmiştim. Bitaraf görünmeyi becerenlerden. Takipçilerini ve kendisini ilk fırsatta babanın (düzenin) hanesine yazdıran ama o fırsata kadar da babayı, babanın düzenini iplemez, takmaz olanlardan, olabilenlerden bahsetmiştim.
Ama heyhat! Hayat bu ya! Herkes bir biçimde taraf olur ve “bir de bakılır ki iş işten geçivermiş: Bu kimseyi takmayan ağabeyler, ablalar, arkalarında bıraktıkları enkaza hiç bakmadan eninde sonunda babanın yanında yer alırlar ve protesto arayışındaki herkesi babanın hanesine yazdırırlar.” Ve bağırır şarkı: Yaşıyorum gelişine, takılıyorum kafama göre!
Eksik bırakmışım; tam da üstüne denk geldi. Kaldığım yerden devam ediyorum.
8 Ekim 2016 Cumartesi
Ses etme!
Althusser’i severim. Ne zaman aklımızı tam da on ikiden vuran görsel bir iş dolaşıma girse hemen ona başvururum. Yazıp çizdiklerinin siyasete tedavülü zor olsa da toplumsal halleri, tutulmaları, histeriyi anlamak açısından bir farklı olduğunu düşünürüm.
Althusser hep tetiktedir, hatta biraz fazla tetiktedir. İşte bu tetikte olma hallerinden birisinde çok önemli bir söz söyler Althusser: “Modern dünyada hemen her şeyin, özellikle de babası belli olmayan doğumların önlemi çok önceden alınmıştır,” der. Doğum, dünyaya gelme kurumsallaşmıştır. Öyle sürprizlere, beklenmedik gebeliklere, sarsıcı doğumlara yer yoktur. Ayrıca babasız evlatlara, dünyaya gelmenin bedeli de ağır ödetilir: Ya ehlîleştirilirler ya da hemen önemsizleştirilirler.
Modern dünya babasızlığa ve babanın yasasının çiğnenmesine katlanamaz.
Lafı Athena’ya getireceğim. Son yayınladıkları klibe.
Diyeceksiniz ki ne lakası var? Althusser’le, kafasına göre takılıp giden ve babanın yasasını (örneğin cinsiyet sınırları) başkalarına göre pek bedel ödemeden çiğneme lüksünü ellerinde tutan müzisyenlerin ne alakası var? Ama dedim ya görsellik, görsel tutulma Althusser’i çağırıyor.
4 Ekim 2016 Salı
Laclau Çıkmazı
Ernesto Laclau hemen hemen tüm kuramsal ve poltik arayışının altında özcülükten (essentialism) kurtulmak, uzak durmak yattığını belirtir. Buna göre "klasik Marksizmin" içinde belirlenimci (fazla indirgemeci) bir yan vardır ve bu baskın yan siyasal çözümlemenin, kuramsal kavrayışın derinleşmesine engel olmaktadır. Örneğin "sınıf, sınıf mücadelesi, kâr oranlarının azalması eğilimi" gibi tanımlamalar soyutlamanın çok daha erken bir aşamasında, çok da yüzeyde devreye girmekte, özün yerini almakta ve derinleşmeye olanak tanımamaktadır. İşte bu sınıf özcülüğe ve tarihsel belirlenimciliğe saplanmamak, o habitata dalmamak ve toplumsal değişimin güncel, yenilenmiş dinamiklerini ortaya çıkarabilmek için psikanaliz teorisine, söylem analizine ve dilbilime yönelir.
Ancak bu yönelişte Marksizmin bazı temel özelliklerden uzaklaştıkları birbirinden oldukça farklı yaklaşımlarda dile getirilmiştir (Çulhaoğlu 1998; Madra 2008).
Laclau'nun temel tezi aslında çok yalındır: nesneler "söylemsel bağlam" dışında oluşa sahip değildir, yalnızca varlığa sahiptir. Nesnelerin oluşları konusundaki hakikat ancak kuramsal ve söylemsel bağlam içinde kurulabilir, her türlü bağlam dışında kalan bir hakikat fikri anlamsızdır (Laclau ve Mouffe 1987). Aslında Laclau'nun Lacancı psikanalizden geldiği analistin o ünlü sözü hatırlanacak olursa kolaylıkla görülebilir: Cinsellik yoktur! Benzer biçimde siyasal söylemin dışında sınıf, sınıf mücadelesi de yoktur.
Mesele dönüp dolaşıp "özne, toplumsal varoluş ve bilinç" meselesine, Marx'ın 1856'da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın Önsözü'ne yazdığı o meşhur cümleye gelip dayanmaktadır: İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değildir, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.
Ancak bu yönelişte Marksizmin bazı temel özelliklerden uzaklaştıkları birbirinden oldukça farklı yaklaşımlarda dile getirilmiştir (Çulhaoğlu 1998; Madra 2008).
Laclau'nun temel tezi aslında çok yalındır: nesneler "söylemsel bağlam" dışında oluşa sahip değildir, yalnızca varlığa sahiptir. Nesnelerin oluşları konusundaki hakikat ancak kuramsal ve söylemsel bağlam içinde kurulabilir, her türlü bağlam dışında kalan bir hakikat fikri anlamsızdır (Laclau ve Mouffe 1987). Aslında Laclau'nun Lacancı psikanalizden geldiği analistin o ünlü sözü hatırlanacak olursa kolaylıkla görülebilir: Cinsellik yoktur! Benzer biçimde siyasal söylemin dışında sınıf, sınıf mücadelesi de yoktur.
Mesele dönüp dolaşıp "özne, toplumsal varoluş ve bilinç" meselesine, Marx'ın 1856'da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın Önsözü'ne yazdığı o meşhur cümleye gelip dayanmaktadır: İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değildir, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.
1 Ekim 2016 Cumartesi
Gözleri tamamen kapalı
Bakmak her zaman görmek anlamına gelmiyor. Görmek için bakmanın ötesi gerekiyor. Ama çoğu zaman görmek de yetmiyor. Araya ne görmek istediğimiz giriyor. Ne görmek istediğimiz ise arzularımız oluyor. Bazen değil çoğu zaman “gerçeği görmemizi engelleyen, kamufle eden” bizzat kendimiz oluyoruz. Ama yine de pek farkına varmıyoruz. Toplumsal meseleler söz konusu olunca ise herkesten ve her şeyden önce arzular giriyor araya.
Mesela kandırılmak, düz bir trajedi vaat eder ve bu düz trajedi sayesinde dikkatleri genelde kandıran üzerine toplar. Kandıranın yaşanmakta olanı çok önceden bildiği ve hemen her şeyi tam olarak kestirebildiği farz edilir. Kandıranın bilmemesi mümkün değildir; bilgiye tam olarak vakıftır, hatta artık bilgiye dönüşmüş olanı kuran da odur. Bilmesine, yani kandırdığını bilmesine rağmen devam ettiği için kötüdür. Tüm kötülük onda toplanmıştır.
Kandırılan ise saftır. Kelimenin her iki anlamıyla da saftır: Hem sürece bilerek ve isteyerek bir katkısı olmamıştır (yani karışmamıştır, kirlenmemiştir, halis kalmıştır) hem de art niyetsizdir, ardında sakladığı bir niyeti yoktur ve aslında neler olup bitmekte olduğu bilmemektedir. Daha doğrusu olan biteni başka türlü bilmektedir.
Kandırılmak, bizleri, yani izleyicileri de ister istemez birer karar verici haline getirir: kandıranın kötülüğünü ve kandırılanın saflığını takdis etmemiz beklenir. Genellikle de bu çağrıya uyarız ve gereken payları dağıtırız. Böylece bölme, yani iyinin ve kötünün bölünmesi tamamlanmış olur.
Peki durum bu mudur? Yani, o tehlikeli soruyu soracak olursak, kandırılanın sürece hiç mi katkısı, dahili söz konusu değildir? Kandırılanın bilmemesi tam bir bilmeme midir yoksa arzusuyla baktığı için, daha doğrusu arzusuna daldığı için görmeme midir? O zaman bu bilmeme bir tür bilip bilmeme olmaz mı? Hatta gözleri tam olarak açıkken aslında tam olarak kapalı değil midir?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)