Yakıcı bir dönemin içinde yaşamak ise zor oluyor. Çünkü nereden gelip nerelere gitmekte olduğunuzu kestirmek pek mümkün olmayabiliyor. İşte belirsizliğin içinde biçare kalmaktansa tıbbi ya da psikolojik tanımlamaları kullanmak işe yarayabilir. Örneğin üstünden neredeyse yüzyıl geçtikten sonra kimse çıkıp da dünya savaşlarını öncelikle psikolojik terimlerle, kuramlarla açıklamıyor artık. O döneme dair siyasetin ateşi düştü.
Ama, örneğin, siyasetin gücü toplumun ateşine yetişemediği bir dönemde, toplumu da analiz etmek Freud’un kaçamayacağı bir mesai olmuş. Belirgin biçimde isteksiz ve kötümser olmasına rağmen oturup Uygarlığın Huzursuzluğu’nu yazmak zorunda kalmış, Freud. Tuhaflıkları, açıklanamayanı, psikolojinin çerçevesiyle açıklamayı denemiş.
Tarih bir yanıyla böyledir. Tuhaf görünen ancak zamanla tuhaflığından sıyrılır ve bir yere oturur. Neyin nereye gittiği ancak zamanla belirginleşir, çünkü. Ama insan ilişkilerinde nerede bir tuhaf varsa, işte orada psikolojik olan bir şeyler vardır. Benzer biçimde, tuhaf, toplumsal dokunun bilinmeyen ya da az çok bilinen arzularının, isteklerinin ve özlemlerinin kendini belli ettiği yerdir.
Örneğin Hitler’in kitleleri arkasından sürükleyen ihtirası tuhaf bir haldir ama o dönemin Almanya’sına şimdi dönüp baktığımızda hiç de tuhaf değildir. Ya da Batista, o dönem için ne kadar da tuhaftır. Fidel bir çok konuşmasında Batista’ya bönlüğü, önünü görmezliği ve kibri için teşekkür etmiştir. Çünkü tuhaf Batista ve emperyal hamisi Kübalıların işini kolaylaştırmıştır. Tuhaf bir adamla, bir halk tuhaflaşarak başa çıkmıştır.
Temel olarak işleyen sınıf mücadelesi ve o mücadelenin yasalarıdır. Kitle psikolojisi ya da kişiliklerin yasaları değil. Ama neyin nereye evrildiği ortaya çıkıncaya kadar bazı haller farklı, tuhaf görünebilir. Psikoloji, o tuhaflıklar için geçici ama kapsamlı bir açıklama sunabilir.
Türkiye, tuhaflıklar arayanlara bol malzeme sunuyor. Cemal Dindar işte bu tuhaf anları işlediği yazılarından bir tanesinde Türkiye’nin son yıllarından “insanlığın eşitsizlik tarihinin neredeyse tüm sahnelerinin yeniden kurulduğu bir dönem” olarak bahsediyor.*
Tuhaf zamanlardayız. Nereden baksak birkaç on yıl sonra ateşi düşecek bu dönemin. Ve neler olup bittiğini ancak o zaman daha iyi anlayacağız.
Tuhaf zamanlar diye düşününce aklıma ilk Cola Turka geliyor. Öyle başlamamış mıydı şu son on, onbeş yıl. İddialı! Kolanın sahibine kola içirecek bir Türkiye anlatılmıyor muydu?
Hep itilip kakılan Türkiye’nin zihinsel ihtiyaçlarına nasıl da denk gelmişti, bir Kemalettin Tuğcu sahnesiyle geri dönüş: “Bakın! Siz beni hiç kale almadınız ama ben sizin malınızı, sizin yayılmacılığınızı size geri getirdim. Sizi fethettim!”. O reklamlarda böylesi bir Yeni Türkiye vardı.
İçeriye akan ve içeride üretilen refahın, paranın da etkisiyle oradan başlayarak gayet başarılı bir psikopolitik “PR” çalışması yürütüldü Türkiye’de. Adı Yeni Türkiye oldu.
Mesela hâlâ hatırlarım: 2006 ya da 2007 yılı falandı. Ergenekon meseleleri henüz başlamamıştı. Ortalık süt liman sayılırdı ve AB’ye girdik gireceğiz masalı bayağı hipnotik bir etki yaratmıştı. Toplumca öylece gidiyorduk. Taksim’de Zaman gazetesinin ilanları dönüyordu, duraklarda. O “sükunet ve huzur günlerinde” ilanda yazılanlara inanamamıştım ve (şimdikinin yanında hani neredeyse yarı-kör sayılacak) telefonumun kamerasını hemen ilanın üstüne doğrultmuştum: “Cumhuriyet için bombalayacaklar!” gibi bir ilan asılıydı. Daha kuru gürültü kopmamıştı. Savaş ilanının ilanıymış meğerse o ilan. Sonrasında zaten toplumsal infialler, tutulmalar ve tuhaflıklar gırla gitti.
Toplumsal zihnimize örtülü ya da açık müdahalede bulunan bir çok tuhaflık yapıldı son on beş yılda (Fazla yapısalcı geldiyse toplum arzuladı, iktidar da sakınmadı diyebilirim, sizi rahatlatmak için). Acayip bir tutulma halinin içinden bugünlere geldik. Birbirlerinin önüne yatanlar, birbirlerini masalarında ağırlayanlar birbirlerine düştüler.
Cemal Dindar geçtiğimiz aylarda yayınlanan kitabında (‘Yeni Türkiye’ Sendromu: Tanıdan Tedaviye) bir yandan tüm bu tuhaflıkların, kadim eşitsizlik sahnelerinin ve girişimlerin çetelesini tutmuş. Bir yandan da geride bıraktığımız yıllar için dönüşüm ve itiraz merkezli iki ayrı okuma önermiş. Maruz kaldığımız dönüşümü, dönüşümün dilini, hallerini ve itirazın nasıl biçimlendirildiğini işlemiş yazılarında. Bu tuhaf yılları “kardeş katli dönemi”, “oğul kurbanı dönemi” gibi dönemlere ayırmış. Ruhsallığı, Freud kuramını yetkinlikle yardıma çağırmış.
Kitabında Dindar vurguluyor ama altını bir kez daha çizmekte kesinlikle yarar var: Geçtiğimiz yıllarda Türkiye bir laboratuvardı; kitle psikolojisine dair belli başlı kuramların çalışıldığı ve uygulandığı bir laboratuvar.
Belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama insanların güven, sevgi, benlik saygısı gibi en temel duygularıyla, farkında bile olmadıkları endişeleriyle oynandı, bu dönemde. Modern psikoloji örtülü ya da açık olarak sık sık göreve çağrıldı, önemli isimlere danışıldı. Cemal bu durumu “Son 13 yıl içinde Türkiye'de olup bitenler günümüz politik psikoloji kabullerinin birer mezar kitabesi gibiydi.” olarak tanımlıyor.
Ve solun da bu dönüşüm içinde bir metamorfoz geçirdiğini yazıyor. Yeni Türkiye Sendromu için solun başkalaşımını öngörücü bir etken olarak not ediyor. Kesinlikle! Türkiye’nin kendisinden önce Türkiye solu AB’ye sokulmaya çalışıldı. Metamorfozun biçimi o sokulma haliydi.
Tıpta bir hastalıklar vardır bir de sendromlar. Hastalıkların az çok tanısı, nedeni, biçimi, ne olacağı ve tedavisi bellidir. Sendromlar ise bir tür belirti toplamıdır. Neyin, ne zaman ortaya çıkacağı ve nerelere gideceği pek belli olmaz.
Bir bakarsınız tüm toplum bunama belirtileri gösterir. Bir bakarsınız dışkıya övgü düzülür. Bir bakarsınız bujuvazinin ahırında çeşit çeşit karnavallar döner. Maskeler takılır, değişilir. Ve bir de bakarsınız bunca öfke, bunca bastırma geri döner. Ve sağlam bir tokat indirilir tarihe.
Kim bilir!
* Cemal Dindar | ‘Yeni Türkiye’ Sendromu: Tanıdan Tedaviye | Telos Yayıncılık | Mart 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder