Bazı hayat olayları vardır. Büyük olaylardan değil; hani hemen her gün bir yerlerde olup bitenlerden bahsediyorum. Her birimizin hayatına bir uğrakta mutlaka giriveren, hayatımızın bir köşesinden öylece geçip gidiyormuş gibi yapan olaylardan bahsediyorum.
Doğumlar, düğünler ve de cenazeler gibi.
Bu tür olaylar, durumlar hayatın akışı içinde herkesin başına geldikleri için alabildiğine sıradandırlar, çokturlar ama tekil bir hayatın içinde de bir o kadar iz bırakırlar.
Doğumlar, düğünler ve de cenazeler, hayatın kilometre taşlarıdır bir bakıma.
İlk gençlikten sonra genelde düğünlerde buluşulur. Dostlar, arkadaşlar, ahbaplarla okul bahçesi, iş çıkışı, mahalle arası yerine düğünlerde bir araya gelinir artık. Paraya kıyılır ve ilk, bilemediniz ikinci takım elbise, abiye kıyafet bu düğünler için alınır.
Sonra doğumlar başlar. Onun kızı, bunun oğlu pek tatlıdır, pek şirindir, pek güzeldir artık. Ve ufaktan ufaktan ebeveyn, amca ya da teyze olma zamanı da gelmiştir.
Sonra ise cenaze haberleri yavaş yavaş sıklaşmaya başlar. Hayat bu; bir gün kendimizi “Vay be, o da mı öldü, arkadaş?” derken bulabiliriz.
Doğumlar, düğünler ve de cenazeler bir hayatın olağan döngüsü gibidir ama her birinde de mutlaka bir hâller olur bizlere.
Çünkü bu tür durumlar, olaylar yoğun duygular oluştururlar içimizde. Bilinçli ya da değil. İnsanın iç dünyasındaki dengeleri zorlayan günlerdir, bu duygu yoğun olaylar. Bu tür süreçlerde insanların genel geçer davranışları zaman zaman askıya alınır. İkili ilişkilerde, arkadaşlıklarda, aile içi ilişkilerde eski hesaplar kendini yeniden belli eder. Alınganlık, imrenme, öfke ve tarifi mümkün olmayan duygular doğum ziyaretini, düğün eğlencesini ve de cenaze kederini karıştırır.
Doğumlar, düğünler ve de cenazeler sıradan oldukları kadar iç dünyamızı kışkırtıcıdırlar. Bu tür günlerde, özellikle de yoğun duygular söz konusu ise kimin ne yapacağı belli olmayabilir.
Çok değil, daha üç-dört yıl önce arkadaş ortamlarında “Hayatta düğün yapmam!” diyenler kına gecesinden damat halayına kadar her ayrıntıyı yerine getirebilir. “El öpmem; sizinkilere de anne-baba falan demem” diyenler, ufak ufak el de öperler, “anneciğim” sözünün içinde kaygıları ehlîleştirici bir yakınlık da bulurlar.
Ama işler çığırından da çıkabilir. Örneğin yüzükler en çok düğün alışverişi sırasında atılır. Damat, şehrin kalabalık meydanlarında uçarı iki sevgili olarak kimseyi takmadan gezindiği sevgilisinin Zaman gazetesi abonesi lüks bir mobilyacının üçüncü katında kayınvalidenin beğendiği deri “kitch” koltukları beğenmesi karşısında dumur olabilir.
Gelin ise o sırada sinir krizleri geçirebilir; çünkü aralarında bilmem kaç kez konuşmuş olmalarına ve de boy boy (“Kimseyi karıştırmayacağız!” şeklinde) kararlar almış olmalarına rağmen sevgilisi “Bizimkiler ne der?” derdine düşmüştür.
Düğünler, düğün alışverişleri neredeyse insanın içinden bir başkasını çıkarırlar.
Keza doğumlar farklı mı?
Cinsiyetçilikle uzaktan yakından alakası olmayanlar oğlana mavi, kıza pembeyi yakıştırmaya başlar. Tüketiciliği eleştirenler hastane kapısına asılacak süslerin peşine düşerler. Çarşaf çarşaf listelerle dolaşılan doğum alışverişleri ise cabası. Doğum fotoğrafçısını da unutmamak lazım! “En alternatif ilişkiler” bile gün gelir, o fotoğrafçıya en unutulmaz pozu vermek için kılıktan kılığa girebilirler.
Olağan zamanlarda başkalarının “abarttığını” (“Abicim, bir gittik ki odayı boydan boya kurdelelerle süslemişler!”) düşünenler doğum günü yaklaştıkça “Eksik kalmasın canım, birkaç kurdele olsa fena mı olur?” havasına kendilerini kaptırıverirler.
Doğumlar, insanın kendisini erişkin hayata yeniden doğurması gibidir. Bazı düşünceler, tavırlar, ilkeler, beğeniler o hatırlanmayan ana rahminde tatlı bir mazi olarak geride kalır.
Ya cenazeler?
Eski hesapların görüldüğü yerlerdir cenazeler. Daha cenaze kalkmadan ailenin içi karışır. Cenazeye kesinlikle çağrılmayacak bazı akrabalar vardır örneğin. Onlardan birisi vefatı duyar, başsağlığı için aramaya kalkışır: “Zamanında ettiğin o boy boy lafları hatırlıyor musun?” denir ve çat diye kapanır telefon mesela. Mezarlıkta seçilecek yer ve de kaç kişilik olacağı acayip bir soruna dönüşebilir. Sonra gizlice kayıt tutulur, “Kimler geldi başsağlığına?” diye.
Cenazeler de insanın kendisini yavaş yavaş gömdüğü yerlerdir aslında.
Çok da eski olmayan bir oyundan (Metin Balay’ın ‘İnadına İnsan’ oyunu; Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Altan Erkekli oynamıştı) hatırladığım bir sözle durumu özetleyecek olursam doğumlar, düğünler, cenazeler “bizi bir başkası yapmazlar. İçimizde ne varsa onu ortaya çıkarırlar.” Tıpkı seçimler gibi…
Seçimler de çok güçlü duygular uyandıran hayat kesitleridir. Althusser’in “özne olarak çağrılma” işleminin veçhelerinden bir tanesidir seçimler. Olağan zamanlarda yüksekten atıp tutanlar seçimler kapıya gelince “şimdi demokrasi sınavı bu!” deyiverirler örneğin. Bazı konularda kulakların üzerine yatılır; bazı partiler göze güzel görünmeye başlar; çok olmak, vekil seçmek ve çokun içinde yer almak istenir; yavaş yavaş bazılarına sonsuz kredi açılır, bazıları ise ağızlarıyla kuş tutsalar göze giremezler.
Velhasıl seçimler, doğumlar, düğünler ve de cenazelerde insanlara bir hâl olur.
Sonra ne mi olur?
Merak etmeyin hepsi geçer.
Günler, aylar ve yıllar geçer. Geriye bakınca belki bir ara “Nasıl oldu da şu salak masayı, o salak mağazadan alıp bu salak salonun ortasına getirdik?” diye düşünürken bulursunuz kendinizi.
Ya da “kızın doğumunda amma gereksiz alışveriş yapmışız” derken.
Ya da “Cenazeye amcamları da çağırsak iyi olurmuş!” derken.
Ya da “O zamanlar bilmem kim gitsin de kim gelirse gelsin havasındaydık herhalde!” derken bulabilirsiniz kendinizi.
Merak etmeyin, seçimler, doğumlar, düğünler ve de cenazeler çok nevrotik haller içerseler de sonrasında insan ilk önce kendisini unutur.
Rahat olun.
soL Portal, 30.05.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder