23 Ocak 2010 Cumartesi

Kör noktaları aydınlatacak bol ışıklı dostlar


Little Hells [Marissa Nadler]; De Te Fabula Narratur [Bandista]; Exile [Gilad Atzmon and the Orient House Ensemble]; Akokan [Roberto Fonseca]; Band a Part [Nouvelle Vague]; Muse [Yaron Herman Trio]; Radio Retaliation [Thievery Corporation]; Once Upon A Time In Mingrelia [Mircan]; Ne La Thiass [Cheikh Lô]; Avanti Popolo [Das kleine elektronische Weltorchester]; Mexico [Erik Truffaz and Murcof]; Sessiz Bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları [Tayfun Erdem]; Corvidae [Myshkin's Ruby Warblers]; Uyan [Jehan Barbur]; Evocaciôn [Raynald Colom]; There's Me and There's You [The Matthew Herbert Big Band]; Ki-Oku [dj Krush and Toshinori Kondo]; Sounds Of War On The Poor [Ultra-Red]

Black Cadillac [No Blues]; Tewt [Mikail Aslan]; Jesus For The Jugular [The Veils]; River Of Dirt [Marissa Nadler]; Mountain Bike [Tayfun Erdem]; Set [Cheikh Lô]; Yaprak Dökümü [Yeni Türkü]; Dal'ouna on The Return [Gilad Atzmon and The Orient House Ensemble]; Under An Old Umbrella [Marissa Nadler]; Ruby Warbler [Myshkin's Ruby Warblers]; Inside A Boy [My Brightest Diamond]
Gilad Atzmon Exile [2004]
Bernard Lewis İslam Dünyasında Yahudiler isimli kitabında İsrail Devleti’nin kuruluşunun yol açtığı bir başka yıkımdan daha bahseder. Hitler Orta ve Doğu Avrupa’daki Yahudi kültürünü insanları toplama kamplarında toplayarak nasıl ortadan kaldırdıysa İsrail de Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki Yahudi kültürünü insanları İsrail’e toplayarak ortadan kaldırmıştır. Ortaya ilkel psikolojik ihtiyaçlarla hareket eden bir toplum çıkmıştır. Her toplum güvende olmayı, huzur içinde olmayı ister, arzular. Ancak emperyalizmin göbeğinde duran, ilkel ihtiyaçlara saplanmış bir İsrail’in barış istediğini düşünen varsa yanılmaktadır. Savaş şu anki İsrail’in varoluş biçimidir; savaş günümüz Türkiye’sinin de varoluş biçimidir. Her iki ülke de geçtiğimiz yıllarda ekonomik büyüme sağlamışsa eğer savaşarak sağlamışlardır. Birisi Lübnan’a, Filistin’e saldırırken diğeri kendi insanlarını her anlamda felaketin eşiğine sürüklemiştir. Her iki ülke de kendilerine yeni savaşlar bulmaya mecburdur. Kendi halkları bu mecburiyeti bozmadıkça! Ancak bazı dönemlerde ya da toplumlarda insan kalabilmek için kişilerin başka dönemlere, başka toplumlara göre daha fazla çaba sarfetmesi gerekiyor. Gilad Atzmon bu fazladan gerekli çabayı gösterenlerden. Çünkü Atzmon'un müziği saplantılı bir toplumun anti-tezi. Atzmon ezgilerini Filistin şarkılarını işleyerek, İsrail kutsal marşlarını, savaş ilahilerini bozarak, hükümet temsilcilerinin açıklamalarda bulunurken ortaya çıkan aşağılayıcı ses tonlarını ezerek oluşturuyor. Tıpkı 2004 tarihli Exile [Sürgün] albümünde yaptığı gibi. Atzmon, İsrailliler için Araplara karşı 1967'de kazanılan zaferi simgeleyen bir ilahiyi alıp Filistinli şair Mahmut Derviş'in sözleriyle yeniden yazmış ve ortaya çıkan Al Quds isimli ağıtı, saplantısı nedeniyle körleşmiş bir topluma insan kalmayı hatırlatmak üzere geri vermiş. Ve kendisi için de bir gün özgür Filistin’nin kalbinde, Kudüs’te yeniden çalmak üzere tarihe bir çentik atmış.

Marissa Nadler Little Hells [2009]
"Sıkıcı gelebilir ama kırık kalpler üzerine şarkılar yazıyorum!" diye tanımlıyor kendisini Marissa Nadler. Belli ki her yeni albümünde kalp kırıklığını biraz daha derinden işliyor. Bugüne kadar yayınladığı dört albümde, sanki yazdığı her yeni şarkıya biraz daha melankoli, biraz daha inleme, biraz daha yalvarma, biraz daha çaresizlik eklemiş. Bir yandan Joan Baez'i andırıyor (özellikle "The Saga Of Mayflower May" [2005] albümünde). Diğer yandan Tori Amos'u hatırlatıyor (özellikle "Little Hells" [2009] albümünde) ki Nadler'in bu yeni albümü, Amos'un "Little Earthquakes" albümüne benzeyen bir isim taşıyor. Ama kendine ait bir tarz ile dinleyeni içine çekiveriyor. Şarkıları, üç ya da bilemediniz dört akor etrafında dolaşıyor ama bu basit akorlar Nadler'in sesiyle, yazdığı ya da alıntıladığı sözlerle/şiirlerle birleşince ortaya etkileyici bir bütün çıkıyor. Zaten Nadler'in ayırt edici yanı, şiirşarkı dinlemek isteyenlere seslenmesinde. Sözlerin uçuşup gitmediği, yerinde ağırlığıyla kaldığı şarkılar arayanlar için hemen başucu müzisyeni olabilir. Her ne kadar hüzünlü yaz aşklarını anlatıyormuş gibi görünse de şarkıların içinde Sylvia Plath'in ölümü ya da Pablo Neruda'nın, Edgar Allan Poe'nun şiirleri ya da Leonard Cohen'den Famous Blue Raincoat yorumu yer alıveriyor. Akorları ve sözleriyle baladların, folk şarkılarının hakkını veriyor.

Jehan Barbur Uyan [2009]
Güzel bir ses yeter mi? Şarkı söylemek için. Yeri olan ve işleyen bir şarkı için. Jehan Barbur'un sesiyle, aklında dönüp duran ezgilerle yarattığı atmosferin farklı, kendisine has bir yanı var. Dinleyeni hemen sarıp sarmalıyor ve kendi büyüsüne, kendi dünyasına çekiyor. Benzer bir yakınlık, insanın şarkının içine hemen akıvermesi Cem Adrian için de geçerlidir. İkisi de çok dingin seslere sahipler. Ama şarkılar için güzel, pürüzsüz bir ses yeter mi? Bir yandan insanın yeniden ve yeniden dinleyesi geliyor. Yarattığı atmosfere, melankolisine kapılıp gidesi geliyor. Nedensiz bir hüzün kaplayıveriyor. Hatta görsel bir yanı bile var ve insanın aklında kare kare bir klip dönmeye başlayıveriyor. Bu hüzünlü, büyülü kadın (feminen) seslerine hayranız, hemen kolayca dinleniveriyor ve yormadan, zorlamadan etkileyiveriyor. Daha ne olsun ki! Muhtemelen Jehan Barbur'un benzeri az bulunur bir müzik yeteneği var. Belki de az bulunur bir kişiliği var, ezgilere yetkın ve açık. Bol renkli, canlı, huzur verici ve yaratıcı... Bir tür Amelie belki de Barbur; dokunduğu malzemeyi büyülü bir çekiciliğe kavuşturuyor. Belki de bir tür My Brightest Diamond ya da Marissa Nadler ya da Lisa Ekhdal. Uçarı, benzersiz, kendi halinde ama bizzat kendi varoluşuyla (katıksız haliyle) ile etkileyici. Ama tüm bu sesler bir PJ Harvey değil örneğin. Çünkü etkileyiciliklerinin farkındalar ve bu etkileyiciliği fazlasıyla umursuyorlar, kendi hallerinin etkileyiciliğini sadece olduğu kadarıyla kullanmaya razılar. Ve ötesi yok. Bu nedenle bu her derde deva gibi yankılanan, insanın aklında yeniden yeniden dönen sesler için sorarsak, şarkılar için güzel bir ses yeter mi? Birçok yerde, birçok insanın yazdığı gibi "sesi büyüleyici...insana rahatlatici bir duygu veriyor" Ama beste dediğin "sadece piyano ya da sihirli akorlar olacak şarkıda, sözlerde ise olmazsa olmaz bir iki anahtar kavram olacak ve melankolisi ile onikiden vuracak" ile olur mu? Olmaz mı? Çocuksu bir iç sesle, belki de neden olmasın? [Bu arada Jehan Barbur ve Cem Adrian: Biri Edirne'den, birisi İskenderun'dan. İkisi de göçmen...]

Mircan Once Upon A Time In Mingrelia [2008] Akıl gerçekliği kabul etmekte zorlanınca masala kaçıyor. Masal olanın bitenin başka bir boyutta anlaşılabilmesini sağlıyor. "Bir Zamanlar Mingrelia" albümü belki de bu nedenle aklın almayışını, kabul edemeyişini, kayıp zamanla baş edemeyişi masallara sarılarak anlatmış bir albüm. Mircan'ın masallarını, hikâyelerini kâh Lazca, kâh Megrelce, kâh Türkçe, kâh İngilizce söze, şarkıya döken bir albüm. Üretken olduğu kadar kendi hikâyesiyle de ilgi çeken bir isim Mircan Kaya. Doğu Karadeniz köylerinde doğup büyümüş, kulağına kaybolup gitmeye yüz tutmuş dillerin seslerinin takıldığı bir mühendis aslında. Ama Türkiye’nin güzel bir hediyesini katlayıp cebine koymuş. Ne de olsa müziğe uzak dallarda eğitim görmüş kişilerin zamanla, inatlarıyla amatör ve yaratıcı bir ruhla donanmış iyi birer müzisyene dönüşmesi, Türkiye’nin, başka ülkelerde zor görülebilecek bir özelliği olmadı mı? Mircan da bu gelenekten gelenlerin yaratıcılığını kendi hikayesiyle birleştirmiş. Bu bileşimi, türkülerden caza, rocktan öykü anlatıcılığına kayıveren şarkılar boyunca duymak mümkün. Bu sayede şarkılar ve hikâyeler, bazen de anılar, mırıldanmalar birbirini izlerken kimi zaman da müziğin içine bir gerilim gelip yerleşiyor. Kayıp zamanın ağıta dönüşemeyen donmuş bir hali gibi. O gerilim Tcinkha'nın Gülüşü (Tcinkhashi Oditsinu) adlı parçada uzun bir hikayenin içine Küçük Gelin (Tcutha Nusa) parçasında ise Megrelce-Lazca'yı bossanova tarzıyla yorumlayan bir caz şarkıcısına akıveriyor.

The Clash Combat Rock [1980]
Bilir misiniz, bir şarkı vardır? ‘Haklarınızı Bilin’ diye! Ankara doğumlu bir adam, gitarıyla kamu yararına bir bildiri okur şarkıda. Üç hakkımız olduğundan bahseder. Birincisi en yaşamsal olanıdır hatta. Şöyle der: "Öldürülmeme hakkına sahipsiniz, cinayet suçtur. " Ancak adam burada durmaz ve ekler "Bir polis ya da aristokrat tarafından işlenmedikçe!" Dünyanın her yerinde polisin sola karşı tavrı iyi bilinir. Polis, toplumun yani kamu düzeninin bekaası için huzuru sağlamak görüntüsüyle yağma düzeninin sittin sene sürmesi ve bu düzeni değiştirmeye kalkışanların başının ezilmesi için yapılandırılmış bir örgüttür. Bizde ve her yerde! Bu nedenle polis operasyon yapar, alkış alır; yoldan araba çeker alkış alır; saç yolar, kol kırar, aşağılar, küfreder. Polis bu, toplum ona dokunulmazlık vermiştir. Ancak son yıllarda bir değişim var poliste. Polis artık sıradan insanları vuruyor. Durmayanı vuruyor, yamuk yürüyeni vuruyor, gözünün üstünde kaş olanı vuruyor. Ve açıkçası Türkiye, Yunanistan farketmiyor. Alexis Grigoropulos polisin son kurbanı oldu. Fotoğraftaki tişörtünden de anlaşılabileceği gibi muhtemelen en başta bahsedilen Ankaralı gitaristi severek dinliyordu Alexis; milyonlarca yaşıtı gibi. İşte o yaşıtları Alexis ölünce ayağa kalktı! Yanlarına ebeveynlerini, öğretmenlerini, mahalleden ağabeylerini ve ablalarını da aldılar. Dediler ki "Tarih başkaldırarak yazılıyor!" ve bir toplum ancak onurunu korursa çürümüyor! Bir de ülkelerinin cumhurbaşkanına bir mektup göndermişler, tarih yazdıklarını bilerek: “Yaşanabilir bir dünya istiyoruz. Bizler ne teröristiz, ne ‘maskeliler’! Bizler sizin çocuklarınız. Hayaller kuruyoruz – hayallerimizi yok etmeyin. İçimizde bir öfke bir hınç büyütüyoruz – engellemeyin! Hatırlayın. Bir zamanlar sizler de gençtiniz! Şimdi paranın peşinde, ‘vitrinden vitrine’ koşuyor, şişmanlıyor, ürküyor, unutuyorsunuz. Yalan hayatlar yaşıyorsunuz, boyun eğmiş, her şeyden umudunuzu kesmiş bir gün ölmeyi bekliyorsunuz. Hayal etmiyor, âşık olmuyor, üretmiyor, yaratmıyorsunuz. Sadece satıp alıyorsunuz… Her yerde mal! Sevgi yok – gerçek yok…

***
Hasan Ali Toptaş farklı zamanlarda, farklı dergilerde ve farklı dertlerle yazdıklarını bir araya getirdiği kitabına kıskanılacak bir isim vermiş: Notalar ve Harfler. Hem ezgileri hem de satırları, ezgili satırları bir araya getirmiş. İşte kitabının bir yerinde Hasan Ali Toptaş "gözlerimi dört açmalıyım, beş açmalı, altı açmalı, yedi açmalıyım ve ortalıkta gafil gezinip durmamalıyım, dedim kendi kendime. Sonra, yayımlanan kitapların çokluğunu düşündüm ve hepsini okumak zorunda değilim ama bu durumda okumak istediğim bazı kitaplar bile ister istemez kalacak, dedim. Sonra dedim ki bazıları kalmasın ey hayat, bana kör noktamı aydınlatacak bol ışıklı dostlar ver, dedim. Sonra işte oturup bu yazıyı yazdım" der.
***
Charly [Flowers for Algernon] 1968

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder