Althusser izleseydi, "Özne gibi çağırma, işte tam burada ete kemiğe bürünmüştür!" diyebilirdi. Nerede? Bir kısa filmde. İnsanların kimisi yatağında yakalanmış, kimisi şehrin kıyısındaki boş bir arazide takılmış ama daha önemlisi ilerlemelerini önleyen, tedirgin eden ve üstlerine gelen görünmez bir duvarın ardına sıkışıp kalmışlar. Yalnızlar, çaresizler. Duvar o kadar yakınlarına sokulmuş ki kiminin suratını yamultmuş kiminin parmak uçlarını bükmüş. Görüntüler yetmemiş ve tekrarlayan, cızırtılı bir ezgi ile görüntülerin rahatsız edici havasına tekinsizlik de eklenmiş. Ve bir soru ile tamamlanmış film: "Önyargılarımız, görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi?"
Malum! Film sadece etkileyici bir görselliğe sahip olduğu için bile heyecan veriyor. Ancak orada durmuyor ve doğrudan kişilere, kişilerin küçük dünyalarına sesleniyor. İzleyene bir aldanmanın (önyargı) farkına varması için imkân sunuyor. Ardından da eyleme çağırıyor. Hem de yıkmaya, parçalamaya, zor olanı alt etmeye ve aldanmanın neden olduğu engelden (duvar) kurtulmaya çağırıyor.
Hangi insan böylesi bir çağrıya kulağını kapatabilir ki? Hele kurtuluş bu kadar kolaysa! O saydam ama yüz yamultan, yoldan alıkoyan, yalnız bırakan duvar, kartonpiyer bir levha gibi dağılıveriyorsa. Bir de çağrının içinde kalıpları yıkıp geçme daveti varsa! Kayıtsız kalınabilir mi? Hele de çağrının alıcısı tam da hayatını kalıpları yıkmaya adadıysa. Önyargısız olmayı kendisine kimlik kartı yaptığını düşünüyorsa.
Althusser filmin sahiplerine, ideolojik seslenmenin, görsel bir malzeme ve iki kısa cümle (önyargı, duvar ve yıkma zamanı) içinde toparlanabilmesine olanak verdikleri için teşekkür ederdi. İlk teşekkürü, Zaman Gazetesi'nin parayı basmasına, ikinci teşekkürü ise yönetmen Fatih Kızılgök'ün basit gibi görünen, ama ifadesi zor bir durumdan etkileyici bir reklam filmi yaratmasına ayırırdı. Yeri gelmişken Kızılgök'e daha önceki yaftalama kampanyası için de bir diğer teşekkürü borç bilirdi. Ve eklerdi: “Siz bayım” derdi, “bizim sayfalarca dolusu satırla anlatmaya çalıştığımızı 2-3 dakikada işleyiveriyorsunuz!”
Sonra notlar alırdı Althusser: "Özne yok!" Çağrının muhatabı var ama çağırıcısı yok! Çünkü filmin sonunda görünen Zaman Gazetesi amblemi çıkarılınca yerine konulacak her şey (örneğin Radikal, Acıbadem Hastanesi, Hedef Dersanesi, Damgalanma Karşıtları Derneği) temaya uyabilmektedir ve filmin etkisi değişmemektedir. İkinci notu ise biraz daha karmaşık olabilirdi: "Yarık görünür hale getirilmekte ve dikilmektedir."
Bu nottan devam edecek olursak Zaman Gazetesi’nin yeni reklamı genele seslenirken solun düşünce dünyasındaki incecik bir yarığı dikivermektedir. Ve bu dikişi bizzat ideolojiler üstü görünmeyi başararak yapmaktadır. Zaten en etkili ideolojik seslenmeler, öznenin çağrının içinde yitip gittiği seslenmeler değil midir?
Yarığa ve dikişe daha yakından bakmadan önce biraz teknik altyapıya göz atalım. Film Zaman Gazetesi yeni okurlar aradığı için çekilmiş. Genel yayın yönetmenleri "Maalesef hâlâ önemli bir kitle bu gazeteyi görmeden, okumadan, anlama gayretine girmeden kendini gazeteden uzak tutuyor" diye yakınıyor. Gazete, yıllarca ulaşmadığı ve geleneksel abone ağının dışında kalan bir kesimi kazanmak için bir kez daha kampanya başlatmış. Peki, hangi kitle, hangi kesim? Kampanyada bu hedef kitle bir düzeyde örtülü, bir diğer düzeyde ise açık olarak yer almaktadır.
Hatırlanacağı gibi gazete benzer söylemlere ve görsel malzemeye sahip kampanyaların ilkini 2006’da (Biz ne zaman ayrı düştük?) ve ikincisini ise 2008’de (Yaftalamadan önce düşünün!) yapmıştı. İkisinde de reklamlar kısa, net ve etkili mesajlarla genele sesleniyordu: Bizi ayıran birbirimizi tam anlamamızdır ve önce düşünürsek yaftalama da olmaz! Genele seslenme, çağrının muhatabının örtük kaldığı düzeyi oluşturmaktadır.
İkinci düzeyde ise çağrının muhatabı görünür hale gelmektedir. Muhatap, bir önceki kampanyada üstüne “anarşist, düşman” etiketleri yapıştırılan gençtir. Muhatap saçlarının arasına “satanist” etiketi kondurulmuş uzun saçlı müzik dinleyicisidir. Çağırının içinde eriyip giden çağırıcı ise şimdi bu kişilerin kendisini sevmeleri için onları görünmez duvarları yıkmaya çağırmaktadır. Bu görünmez duvarlar ise, söz konusu kesimlerin önemli bir kısmının sol düşünce ile uzaktan ya da yakından temasta olmasından kaynaklanmaktadır.
İşte anarşist ve satanist diye yaftalanan o gençlerin büyük bir kısmı muhtemelen “Abi, film beni kopardı ama Zaman yazıyor ya, hiçbir işe yaramaz.” diye tepkiler vermektedir. Ama bu geçersiz sayma, bizzat filmin işaret ettiği yarığın atlanmasına ve yarığın farklı biçimlerde ve kesitlerde, farklı söylemlerle dikilmesi için açıkta bırakılmasına neden olmaktadır. Çünkü yarık bizzat reklamın söyleminin ana gövdesini oluşturan önyargı ve duvar arasında kurulan bağdadır.
Çünkü kampanya, tam da “film güzel ama Zaman için çekilmiş!” diyenlere seslenmektedir. Kampanya bu kesimin, insanı tam içinden yakalayan filmleri sevdiklerini, duvar yıkma heveslisi olduklarını bilerek işlemektedir. Bu nedenle sorun, solun duvar metaforuyla olan ilişkisindedir. Ve Zaman bu sorunlu ilişkiyi üzerinden gördüğü bir yarığı gönlünce dikmektedir.
Yarığın göründüğü yer tam olarak şuradadır: “Solcu dediğin her duvarın karşısında durur ve ilk fırsatta da o duvarı yıkar geçer. Bu nedenle kendisine ya da başkasına yönelmiş önyargıları da iplemez.” Yarığın dikildiği yer ise burasıdır: “Sen” demektedir reklam, “önyargılarından özgürleşmekte bu kadar titizlik gösteriyorsan benimle ilgili önyargılarından da özgürleşmelisin!” Böylece önyargı, duvar ve yıkma üzerine kurulu olan yarık tersinden dikilmektedir.
Bu nedenle bir kez daha bakıp sormak gerekiyor: Sol salt bir meydan okuma mıdır? Sol örneğin önyargılardan kurtulmaya indirgenebilir mi? Belki bu sorulara hemen “Ne alakası var!” diye yanıt verilecektir ama gerçek pek öyle değildir. Sol yıllarca kendisini bir kimlikten ibaret görerek ve bu şekilde göstererek zamanını geçirmiştir. Şimdi de Zaman geçirmek istemektedir. Özgürlükçü, demokrat, doğrucu, etik vb. olmakla o kadar çok uğraşmıştır ki sol, bu sorulara hep “Sol dediğin meydan okur; sol dediğin kafa tutar; sol dediğin duvarları yıkar geçer!” diye yanıt vermiştir. Ve bu yanıtlar tek başlarına kaldıklarında bir bütüne değil eğreti bir görüntüye işaret etmektedir. Zaman ya da herhangi bir kişi solun bu çelişkisini dışarıdan gayet iyi görmektedir.
Uzatmayalım. Lafı bizzat gazetenin genel yayın yönetmeni gibi Berlin Duvarı'na getirelim. Şöyle diyor Ekrem Dumanlı kampanya yazısının sonunda: "En önemlisi de görünmez duvarların Berlin Duvarı'nı andırır bir şekilde yıkılmasıdır." Önyargılar üzerinden kotarılan bir kampanyaya dair gazete başyazısının Berlin Duvarı'na sarılarak bitirilmesi anlamlıdır. Burası Dumanlı’nın dilinin kemiğinin tutmadığı yer olmalıdır. Çünkü kendisini tutamayıp lafı bir şekilde yüklenmek istediği kesime getirmiştir: Piyasa işgaline karşı Berlin Duvarı’nı inşa etme cüreti gösterenlere. Hâlbuki yazılarının başka hiçbir yerinde kapsamaya çalıştıkları kesime dair tarifte bulunmamıştır.
Berlin Duvarı’nı anmayı seviyorlar çünkü örneğin solun o duvarı hala bir utanç abidesi olarak hatırladığını ve yıkılışındaki temaşayı yuttuğunu bal gibi biliyorlar. Üstüne, solculuğu duvar yıkıcılık olarak kodladığımızı da biliyorlar. Gazetenin önceki reklam kampanyalarında olduğu gibi önce solu tarifliyorlar (“Sen böylesin!”) ve ardından da yön gösteriyorlar (“Böyle olmalısın!”). Solu bir tür vicdancılığa, etik konumlanışa sığıştırdığımızı iyi biliyorlar ve yarığı hep oradan dikiyorlar.
Ancak şimdi bir fark bulunmaktadır, dikkat çekici bir fark. Bir önceki kampanya sırasında çuvaldızı kendilerine de batırıyorlardı. Bu sefer ise düzelmesi gerekenler, yani önyargılarının hapishanesinde yaşayanlar bellidir: Yıkılan duvarların ardında bekleyenin jelâtin kâğıdına sarılı ya da sadaka dağıtım ağlarıyla örülü albenisiyle burjuvazinin temaşası olduğunu bir türlü kabul etmeyen ve bu nedenle Berlin Duvarı da dâhil olmak üzere her duvar bahsinde gocunup duran sol.
Not: Bu yazının önyargılarını borçlu olduğu önyargı dolu kitaplar için bakınız:
İşte anarşist ve satanist diye yaftalanan o gençlerin büyük bir kısmı muhtemelen “Abi, film beni kopardı ama Zaman yazıyor ya, hiçbir işe yaramaz.” diye tepkiler vermektedir. Ama bu geçersiz sayma, bizzat filmin işaret ettiği yarığın atlanmasına ve yarığın farklı biçimlerde ve kesitlerde, farklı söylemlerle dikilmesi için açıkta bırakılmasına neden olmaktadır. Çünkü yarık bizzat reklamın söyleminin ana gövdesini oluşturan önyargı ve duvar arasında kurulan bağdadır.
Çünkü kampanya, tam da “film güzel ama Zaman için çekilmiş!” diyenlere seslenmektedir. Kampanya bu kesimin, insanı tam içinden yakalayan filmleri sevdiklerini, duvar yıkma heveslisi olduklarını bilerek işlemektedir. Bu nedenle sorun, solun duvar metaforuyla olan ilişkisindedir. Ve Zaman bu sorunlu ilişkiyi üzerinden gördüğü bir yarığı gönlünce dikmektedir.
Yarığın göründüğü yer tam olarak şuradadır: “Solcu dediğin her duvarın karşısında durur ve ilk fırsatta da o duvarı yıkar geçer. Bu nedenle kendisine ya da başkasına yönelmiş önyargıları da iplemez.” Yarığın dikildiği yer ise burasıdır: “Sen” demektedir reklam, “önyargılarından özgürleşmekte bu kadar titizlik gösteriyorsan benimle ilgili önyargılarından da özgürleşmelisin!” Böylece önyargı, duvar ve yıkma üzerine kurulu olan yarık tersinden dikilmektedir.
Bu nedenle bir kez daha bakıp sormak gerekiyor: Sol salt bir meydan okuma mıdır? Sol örneğin önyargılardan kurtulmaya indirgenebilir mi? Belki bu sorulara hemen “Ne alakası var!” diye yanıt verilecektir ama gerçek pek öyle değildir. Sol yıllarca kendisini bir kimlikten ibaret görerek ve bu şekilde göstererek zamanını geçirmiştir. Şimdi de Zaman geçirmek istemektedir. Özgürlükçü, demokrat, doğrucu, etik vb. olmakla o kadar çok uğraşmıştır ki sol, bu sorulara hep “Sol dediğin meydan okur; sol dediğin kafa tutar; sol dediğin duvarları yıkar geçer!” diye yanıt vermiştir. Ve bu yanıtlar tek başlarına kaldıklarında bir bütüne değil eğreti bir görüntüye işaret etmektedir. Zaman ya da herhangi bir kişi solun bu çelişkisini dışarıdan gayet iyi görmektedir.
Uzatmayalım. Lafı bizzat gazetenin genel yayın yönetmeni gibi Berlin Duvarı'na getirelim. Şöyle diyor Ekrem Dumanlı kampanya yazısının sonunda: "En önemlisi de görünmez duvarların Berlin Duvarı'nı andırır bir şekilde yıkılmasıdır." Önyargılar üzerinden kotarılan bir kampanyaya dair gazete başyazısının Berlin Duvarı'na sarılarak bitirilmesi anlamlıdır. Burası Dumanlı’nın dilinin kemiğinin tutmadığı yer olmalıdır. Çünkü kendisini tutamayıp lafı bir şekilde yüklenmek istediği kesime getirmiştir: Piyasa işgaline karşı Berlin Duvarı’nı inşa etme cüreti gösterenlere. Hâlbuki yazılarının başka hiçbir yerinde kapsamaya çalıştıkları kesime dair tarifte bulunmamıştır.
Berlin Duvarı’nı anmayı seviyorlar çünkü örneğin solun o duvarı hala bir utanç abidesi olarak hatırladığını ve yıkılışındaki temaşayı yuttuğunu bal gibi biliyorlar. Üstüne, solculuğu duvar yıkıcılık olarak kodladığımızı da biliyorlar. Gazetenin önceki reklam kampanyalarında olduğu gibi önce solu tarifliyorlar (“Sen böylesin!”) ve ardından da yön gösteriyorlar (“Böyle olmalısın!”). Solu bir tür vicdancılığa, etik konumlanışa sığıştırdığımızı iyi biliyorlar ve yarığı hep oradan dikiyorlar.
Ancak şimdi bir fark bulunmaktadır, dikkat çekici bir fark. Bir önceki kampanya sırasında çuvaldızı kendilerine de batırıyorlardı. Bu sefer ise düzelmesi gerekenler, yani önyargılarının hapishanesinde yaşayanlar bellidir: Yıkılan duvarların ardında bekleyenin jelâtin kâğıdına sarılı ya da sadaka dağıtım ağlarıyla örülü albenisiyle burjuvazinin temaşası olduğunu bir türlü kabul etmeyen ve bu nedenle Berlin Duvarı da dâhil olmak üzere her duvar bahsinde gocunup duran sol.
Not: Bu yazının önyargılarını borçlu olduğu önyargı dolu kitaplar için bakınız:
- Louis Althusser. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Alp Tümertekin). İthaki Yayınları, İstanbul, 2006.
- Slovaj Zizek. İdeolojinin Yüce Nesnesi (çev. Tuncak Birkan). Metis Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder