27 Mayıs 2019 Pazartesi

Stanford Hapishane Deneyi: Sonuçları manipüle mi edildi?

Stanford Hapishane Deneyi temel psikoloji derslerinden tutun da siyasetten, sinemaya kadar hemen her yere girmiş oldukça “ünlü” bir deney. Ancak arşivlerden çıkan yeni ses ve video kayıtları deney sonuçlarının abartıldığına ve deneyin baştan sona manipüle edildiğine işaret ediyor. Kayıtlar gardiyan rolüne giren öğrencilerin bizzat deneyi yürütenler tarafından yönlendirildiğini gösteriyor.

Stanford Hapishane Deneyi, ünü psikoloji biliminin sınırlarının dışına taşmış sosyal deneylerden. 1971 yılında Amerika’da gerçekleştirilen ve birçok filme, belgesele, tartışmaya da esin kaynağı olan bu deney insanın özünün hiç de iyi olmadığını anlatmak için kullanılan bir klasik halini almış durumda. Psikoloji tarihinde oldukça sarsıcı bir yere sahip olan deney kendilerine yetki verilen bir grup eğitimli insanın süreç içinde bulundukları rol dolayısıyla otoritelerini şiddet uygulamak üzere kullanmalarına dayanıyor.

Bir tarafıyla üst denetimi olmayan yetkinin sınırlarını nasıl da aşabileceğine işaret ederken bir tarafıyla da örtülü bir anti-komünist anlatıya sahip: çünkü deney tam da emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni ve Demokratik Almanya gibi sosyalist ülkeleri “totaliter” rejimler olmakla suçladıkları döneme denk geliyor. Ve bu suçlamanın psikolojik altyapısını da bu deney sağlıyor: otoriteye boyun eğmek sıradan insanı bile otorite delisi yapar ve gözünü her şeye kör eder!

Bu deney anti-komünist propagandaya güçlü argümanlar sağlaması nedeniyle psikoloji tarihi içindeki yerinin de ötesinde bir üne kavuşmuştu. Yeni yayınlanan arşiv kayıtları ise deneyin baştan itibaren yönlendirildiğine ve sonuçlarının bizzat deneyi düzenleyenler tarafından abartıldığına işaret ediyor.

26 Mayıs 2019 Pazar

Şizofreni önlenebilir mi?


Şimdi diyeceksiniz ki “Şizofreniyi önlemek de nereden çıktı?” Gündem dolu. Hem de ne dolu! Zizek taht oyunları üzerine atıp tutmuş, valilik “dersimiz Dersim’i durdurmak” demiş, küçücük yavrular en yorgun uykularına minibüs köşelerinde dalmış, Avrupa sağa kayarken sol ancak “aman ha!” diyebilmiş falan. Ama gündeminize şizofreni de girsin. Çünkü…

Çünkü iki gün önce Dünya Şizofreni Günü’ydü. Haberiniz olmamış olabilir ama Türkiye Psikiyatri Derneği küçük bir etkinlikle gündeme getirmeye çalıştı şizofreniyi.

Belki bilenleriniz vardır, Ankara’da şizofreni hastaları tarafından işletilen bir kooperatif işletme var: Mavi At Kafe. 10 yıldır ayakta ve bir ay sonra uluslararası bir kongre ile ilk on yılını kutlayacağız. Uluslararası Toplum ve Şizofreni Kongresi ile. İşte bu ortaklaşa yürütülen kafede Türkiye Psikiyatri Derneği Dünya Şizofreni Günü vesilesiyle bir etkinlik düzenledi 24 Mayıs’ta ve “Şizofreni Hakkında Söylenceler ve Gerçekler” konuşuldu. Prof. Dr. Meram Can Saka ve Doç. Dr. Haldun Soygür’ün katılımıyla.

Şizofreni zor bir hastalık, zor bir durum, çoğunlukla ve birçok anlamıyla zor. Bana soracak olursanız şizofreni insanlık durumumuzun bir yansıması, biyolojik evrimin bir parçası. Ama bir yandan da “sıradışı” bir hastalık: sıradışı kalmaması için uğraştığımız, kafa yorduğumuz bir hastalık. Hatta “hastalık” derken bile zorlandığımız bir “durum” şizofreni.

Öte yandan tam da Türkiye Psikiyatri Derneği’nin işaret ettiği gibi mitlerle dolu bir durum şizofreni. Söylenceler, fanteziler almış başını yürümüş. Bu nedenle gündeme geldikçe hakkında iki söz etmeyi görev biliyorum. Efsaneleri, söylenceleri dinleyip mümkünse “gerçekte” neler olup bittiğini anlatmaya çalışıyorum. Mümkünse…

19 Mayıs 2019 Pazar

100 yıl sonra

İzmir saat kulesi önünde Evzon askerleri | 16 Mayıs 1919


İlk ne zaman koptum, tam olarak hatırlamıyorum. Ama sanırım ortaokul günlerindeydi. Kurtuluş Savaşı’yla ilgili bol şatafatlı laflar ediliyordu sürekli ama “gerçek hayat” hiç de öyle değildi. Çünkü Kurtuluş’la, Cumhuriyet’le ilgili her ne varsa, açıktan ya da örtülü öğütülüyordu: okulda, sokakta, televizyonda. Sonu gelmeyen yüceltmeler, abartılı kutsamalar hayatın akışıyla, çevremde olup bitenlerle uyuşmuyordu. İşte o günlerde koptum önemli gün ve tarihlerden.

O önemli günleri, o tarihi öğüten dinamikleri ve sürecin öznesini ise henüz bilmiyordum.

Toplumlar öyle kolay kolay atılım yapmıyorlar. Atılımlar yaşanıp bitikten sonra da öyle kolayca anlaşılmıyorlar, ne yazık ki! Örneğin gıpta edilen Batı Avrupa ülkelerini düşünün bir. Kapitalizmse kapitalizm, gelişmişlikse gelişmişlik ama krallar, kraliçeler halen hayatta. Çocukları, torunları, düğünleri falan halen alkışlanıyor sokaklarda. Toplumsal maskaralık, ne garip! Ama nezih, düzenli ve rahat! Hâlbuki soyluluğu, kraliyeti ya da padişahlığı kaldırmak ne kadar da radikal bir adım! Bu pek umursanmıyor artık.

Hâlbuki efendiyi ve efendiliği bitirmiş, kralı, sultanı, padişahı başından atmış bir tarihin insanları olduğumuzu hissetmek ne kadar da önemli! Sınıf mücadelelerinde radikalleşebileceğini bilen, bilmese bile bunu hisseden bir tarihin parçası olmak ne kadar da önemli! Sanırım Türkiye’de 1980 sonrası, tam da benim ortaokul günlerime denk gelen dönem egemen sınıfın önce bundan, bu bilgiden, bu histen kurtulmak istediği günler oldu. Yani emekçi halkın radikalleşebilen geçmişinden kurtulma günleri oldu ortaokul günlerim. Bu nedenle, o süreklileşmiş yüceltme seansları “gerçek hayat” ile uyuşmuyordu.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Emperyalizmin savaş makinesi yine çalışıyordu!"


İçinden geçtiğimiz günler birçok tarihsel olayın 100'üncü yıl dönümüne denk geliyor. Aslında bir süre önce başladık bu tarihsel yıl dönümlerini yaşamaya: Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Komintern'in kurulması... Tüm bu tarihsel sürecin içinde Türkiye için öne çıkan dönüm noktaları da var. Bunlar arasında hiç kuşkusuz 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesi ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı da yer alıyor. Yunan işgalini, emperyalizmi, cumhuriyetin kuruluşuna gidecek olan mücadeleyi ve burjuva ideolojisinin yansımalarını Prof. Dr. Engin Berber ile konuştuk.*

Bir süredir hazırlığını yaptığınız bir serginin ilk gününe denk geldi söyleşimiz: “İşgalden Kurtuluşa Milli Mücadele” sergisi. Nasıl şekillendi bu sergi?
Böyle bir sergi yapma düşüncesi bir yıldır vardı. İşgal, 15 Mayıs 1919’da İzmir’den başladı ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de sonlandı diyebiliriz. Yunanistan askerlerinin Anadolu’dan çekildiği tarih aslında 18 Eylül ama İzmir’in kurtuluşu bir sembole dönüştü. Bu nedenle bir dönüm noktası olarak anılıyor. O dönemde İzmir hakikaten de Anadolu’nun göz bebeği. Aslında İzmir’den önce işgale uğrayan, hem de haksız ve hukuksuz işgale uğrayan başka yerleşim yerleri de vardı: Mesela Musul işgal edilmişti, İskenderun işgal edilmişti ama bu kentlerin işgal edilmesi toplumsal bir karşı çıkışa, toplumsal bir direnişe neden olmamıştı.

İzmir’in işgali ise bütün Türkiye’de çok derinden bir acı olarak hissediliyor ve önemli bir tepkiyi de tetikliyor. Mesela Erzurum ve kazalarından onlarca telgraf gitmiş saraya, “Biz bu işgali kabullenmiyoruz!” diye. Orada bile bu işgalin acısı çok derinden duyumsanmış. İzmir farklı o anlamda: Anadolu’nun göz bebeği ve ihracat iskelesi.

İzmir’in işgali ayrıksı duruyor yani, öyle mi?
Kesinlikle. İzmir’in işgal edilmesi milli mücadele fişeğini ateşleyen en önemli konulardan bir tanesidir. O nedenle, zaten bir süredir Anadolu’ya geçmeyi düşünen Mustafa Kemal seyahatini çabuklaştırıyor ve işgalden sadece dört gün sonra Samsun’a çıkıyor. O süreci biliyorsunuz: önce yerel kongreler sonra oradan 23 Nisan 1920’de açılan ve mücadeleyi meşru kılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu. Ondan sonraki süreçte de mücadele zaten daha ziyade Batı Cephesi’nde, emperyalizmin taşeronu olan Yunan ordusuna karşı veriliyor.

Bu nedenlerle işgalin ve kurtuluşun şehrinde, İzmir’de, 100'üncü yılı anlamlı bir kültürel etkinlikle anmamak gerçekten büyük bir eksiklik olurdu. Bunu düşündüğümüz için bir yıldır ilgili kurumlar nezdinde bir takım girişimlerde bulunduk. Serginin küratörlüğü bana ve düzenlemesi Hür Efe Müzecilik’e aittir ama Askeri Müze, İnönü Vakfı, TBMM Kütüphanesi, Balıkesir Kent Müzesi ve özellikle Konak Belediyesi’nin de çok önemli katkıları oldu. Zaten aslında İzmir diyoruz ama işgal Konak’ta başladı ve Konak’ta da bitti.

5 Mayıs 2019 Pazar

Afyon Savaşları devam ediyor!


Hem de daha şiddetli olarak. Ama bu sefer coğrafyası farklı. Afyon, Çin’i değil Amerika’yı teslim alıyor. Hatta aldı bile.

Tarihteki en meşhur Afyon Savaşı 19. yüzyıla ait. İngiliz emperyalizmi Çin’i afyonla fethetmiş. Piyasa ekonomisi yani kapitalizm afyonla, savaşlarla girmiş Çin’e. Tıpkı İspanyolların Amerika’yı ateş suyu ile fethetmeleri gibi. Yıkım, yağma ve talan ancak kafayı buldurarak mümkün olmuş! İki ayrı yüzyılda, iki emperyalist güç acımasızlık ve gözü karalıkta sınır tanımamışlar. Ama aralarında tabii ki önemli bir fark var: İngilizler tüm Çin’i afyona boğarken pazarı da gözetmişler. Çin’e afyonla “serbest ticareti” dayatmışlar. Bir dönemin parlayan yıldızı HSBC mesela böyle doğmuş: Hong-Kong’da afyon ticaretini ve tabii ki diğer tüm ticareti finanse etmek ve denetlemek için.

Afyon, alkol, esrar kapitalizm için hep önemli olmuş. Daha doğrusu kapitalizmle birlikte önemli olmuşlar. Kapitalizm yüzyılların bu “doğal” maddelerine yeni bir yer vermiş. Pazara çıkarmış. Ve tarihin garip bir cilvesi, Afyon adını bir il için kullanmak da Osmanlı’dan cumhuriyete Türkiye kapitalizmine nasip olmuş. Bizim tarihimizin de bir parçası olmuş afyon.

Bu gelincik ya da lale görünümlü, rengârenk bitki, çorak İç Anadolu toprağına yoksul köylünün bin yıllarca tutunabilmesini sağlamış: Sapıyla, samanıyla, yağıyla ve özütüyle. Sonra emperyalizm ile Türkiye kapitalizmi arasındaki gerilim başlıklarından birisi haline bile gelmiş. Amerikan iç siyasetinde Afyon’daki afyon ekimi uzun uzun konuşulmuş. 1970’lerde. Gerisini bilen bilir: yasaklamalar, kısıtlamalar İç Anadolu köylüsünün elinden bir başka geçim kaynağını almış (Bu arada, alabildiğine uzanan afyon tarlası hiç görmediyseniz mutlaka görün derim. Özellikle çiçek açtığında. Rengarenk bir deniz gibidir. Alabildiğine uzanır.)

2 Mayıs 2019 Perşembe

Türkiye'de Uyuşturucu Sorunu: Neden Büyüyor, Nasıl Önlenecek?


Türkiye'de uyuşturucu madde kullanımı giderek artıyor. Bu artışın yansımaları hemen her gün farklı başlıklarda toplumsal gündeme de giriyor. Sağlık Bakanlığı verileri son 15 yıl içinde madde bağımlılığı ile ilgili tıbbi yardım arayışında bir artış olduğuna, özellikle 20-35 yaş arası genç nüfusta kullanımın dikkat çekici boyutlarda arttığına işaret ediyor. Adalet Bakanlığı tarafından yürütülen denetimli serbestlik uygulaması gibi uygulamalarda ise dosya sayısı azalmak bir yana sürekli artıyor.

Geçtiğimiz yıllarda ise Türkiye, “Bonzai, Jamaika” gibi adlarla bilinen sentetik kannabinoid salgını ile karşı karşıya kaldı. Bu sentetik maddelerin kullanımına bağlı ortaya çıkan dramatik tablolar ise gerek medyanın gerekse geniş toplumsal kesimlerin konuya olan ilgisini artırdı. Esrar, eroin, ekstazi, bali gibi maddelerin toplumda, özellikle de gençler arasında kullanımının artıp artmadığı yeniden ve de yeniden tartışılıyor.

Ancak uyuşturucu gerek haberlerde, gerek kamu uygulamalarında gerekse toplumsal gündemde bireysel bir sorun olarak ele alınıyor. Kapitalizm ve giderek büyüyen uyuşturucu madde pazarı arasındaki ilişki pek irdelenmiyor. Emperyalizm ise iç siyaset malzemesi olunca akla geliyor.

Bilim ve Aydınlanma Akademisi uyuşturucu madde ile ilgili tartışmalardaki temel eksikliklerden yola çıkarak bir rapor hazırladı: "Türkiye'de Uyuşturucu Sorunu – Neden Büyüyor? Nasıl Önlenecek” başlığıyla yayımlanan rapor, sorunu tarihsel materyalist bir çerçeveden ele alıyor ve Türkiye'ye dair güncel verileri de içeriyor. Öte yandan uyuşturucu madde ile ilgili çok temel tartışmalara dair işçi sınıfı bakışının geliştirilmesi için önemli katkılarda bulunuyor. Zira bu alanda, hem Türkiye’de hem de tüm dünyada burjuva ideolojisinin ciddi bir ağırlığı bulunuyor. Rapor da bu ideolojiye karşı aslında bayrak açmış durumda.

Raporda ele alınan bazı tartışmalı başlıklar arasında “Tüm bu tartışmalar ve açıklamalar toplumda uyuşturucu madde kullanımının arttığına mı işaret ediyor? Eğer bir artış varsa tüm toplum eşit olarak mı etkileniyor yoksa Türkiye’de madde kullanımı sınıfsal bir görünüm mü sergiliyor? Kapitalizm ve kapitalist devletler neden uyuşturucu sorununu çözemiyor? Madde kullanımı işçi sınıfı arasında neden yaygın? Burjuvazi için uyuşturucu madde ne ifade ediyor? Madde sorunun panzehiri olarak sosyalist bir topluma doğru örgütlenmek” yer alıyor.

Rapor, Bilim ve Aydınlanma Akademisi çatısı altında faaliyet yürüten üç bilim alanı tarafından hazırlandı. Sinirsel Mekanizmalar ve Beyin, Toplum Sağlığını Geliştirme ve Koruma, Kolektif Yaşamı Kurgulama bilim alanları tarihten psikiyatriye, sinirbilimden hukuka farklı alanları harmanlayarak rapor için çalıştılar. Rapor ayrıca Mayıs ayı içinde Ankara, İstanbul, İzmir ve Eskişehir'de yapılacak olan bilim ve aydınlanma konferansları kapsamında da ele alınacak. Aralık ayında ise daha geniş kapsamlı olarak Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu'nda tartışılacak.

Rapora http://bilimveaydinlanma.org/tag/rapor/ adresinden ulaşılabiliyor.