İçinden geçtiğimiz günler birçok tarihsel olayın 100'üncü yıl dönümüne denk geliyor. Aslında bir süre önce başladık bu tarihsel yıl dönümlerini yaşamaya: Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Komintern'in kurulması... Tüm bu tarihsel sürecin içinde Türkiye için öne çıkan dönüm noktaları da var. Bunlar arasında hiç kuşkusuz 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesi ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı da yer alıyor. Yunan işgalini, emperyalizmi, cumhuriyetin kuruluşuna gidecek olan mücadeleyi ve burjuva ideolojisinin yansımalarını Prof. Dr. Engin Berber ile konuştuk.*
Bir süredir hazırlığını yaptığınız bir serginin ilk gününe denk geldi söyleşimiz: “İşgalden Kurtuluşa Milli Mücadele” sergisi. Nasıl şekillendi bu sergi?
Böyle bir sergi yapma düşüncesi bir yıldır vardı. İşgal, 15 Mayıs 1919’da İzmir’den başladı ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de sonlandı diyebiliriz. Yunanistan askerlerinin Anadolu’dan çekildiği tarih aslında 18 Eylül ama İzmir’in kurtuluşu bir sembole dönüştü. Bu nedenle bir dönüm noktası olarak anılıyor. O dönemde İzmir hakikaten de Anadolu’nun göz bebeği. Aslında İzmir’den önce işgale uğrayan, hem de haksız ve hukuksuz işgale uğrayan başka yerleşim yerleri de vardı: Mesela Musul işgal edilmişti, İskenderun işgal edilmişti ama bu kentlerin işgal edilmesi toplumsal bir karşı çıkışa, toplumsal bir direnişe neden olmamıştı.
İzmir’in işgali ise bütün Türkiye’de çok derinden bir acı olarak hissediliyor ve önemli bir tepkiyi de tetikliyor. Mesela Erzurum ve kazalarından onlarca telgraf gitmiş saraya, “Biz bu işgali kabullenmiyoruz!” diye. Orada bile bu işgalin acısı çok derinden duyumsanmış. İzmir farklı o anlamda: Anadolu’nun göz bebeği ve ihracat iskelesi.
İzmir’in işgali ayrıksı duruyor yani, öyle mi?
Kesinlikle. İzmir’in işgal edilmesi milli mücadele fişeğini ateşleyen en önemli konulardan bir tanesidir. O nedenle, zaten bir süredir Anadolu’ya geçmeyi düşünen Mustafa Kemal seyahatini çabuklaştırıyor ve işgalden sadece dört gün sonra Samsun’a çıkıyor. O süreci biliyorsunuz: önce yerel kongreler sonra oradan 23 Nisan 1920’de açılan ve mücadeleyi meşru kılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu. Ondan sonraki süreçte de mücadele zaten daha ziyade Batı Cephesi’nde, emperyalizmin taşeronu olan Yunan ordusuna karşı veriliyor.
Bu nedenlerle işgalin ve kurtuluşun şehrinde, İzmir’de, 100'üncü yılı anlamlı bir kültürel etkinlikle anmamak gerçekten büyük bir eksiklik olurdu. Bunu düşündüğümüz için bir yıldır ilgili kurumlar nezdinde bir takım girişimlerde bulunduk. Serginin küratörlüğü bana ve düzenlemesi Hür Efe Müzecilik’e aittir ama Askeri Müze, İnönü Vakfı, TBMM Kütüphanesi, Balıkesir Kent Müzesi ve özellikle Konak Belediyesi’nin de çok önemli katkıları oldu. Zaten aslında İzmir diyoruz ama işgal Konak’ta başladı ve Konak’ta da bitti.
Serginin amacı ne? Çünkü bu tür yıl dönümleri emperyalizmi ve halklar arasında nefreti kışkırtan mülkiyet değişimlerini örten bir milliyetçilikle malul oluyor.
Şimdi, serginin amacı da bence çok önemli. Bu tür sergiler genelde kaba milliyetçilik dürtüleri ile yapılır ama bu sergide benim için önemli olan şey şuydu ve bunu da açış konuşmamda özellikle vurguladım. Bu sergi de nefret söylemi yok! Coğrafya, tarih iki halkı, Türk ve Yunan halkını bir denizin iki kıyısına yerleştirmiş. Ne biz bunu değiştirebiliriz ne de suyun karşı tarafındaki Yunanistan bunu değiştirebilir.
Fakat Yunanistan’da egemen sınıflar Avrupa emperyalizmine uşaklık ettiğinden ve maşa olduğundan Yunanistan, Türkiye ile hiç alakası olmayan topraksız Yunan köylüsüne üniformayı geçiriyor ve Anadolu’ya getiriyor. 300.000 kişilik bir savaş makinesi Anadolu’ya geliyor. Bakın burası çok önemli, çünkü Dünya Savaşı galiplerine “Anadolu’da Kemalistlere operasyon yapacağız” deseniz bu sayının yarısını bile çıkaramazlar. İngiltere, Fransa zaten dört yıllık savaşta çok yorulmuş ve yıpranmış.
Ama genç Yunan burjuvazisi kendi yoksul halkını Anadolu’ya getirmeye hazır. Niye? Çok net: Yunanistan’ın alanı dar, ekonomik çıkarları Avrupa sermayesince sınırlanmış. Aslında Yunan burjuvazisi buraya gelirken ayak bileğine Avrupa sermayesinin taktığı prangayı kırmak üzere geliyor. Batı Anadolu’nun verimli ovalarının ürünleriyle başını kaldırmak istiyor. Venizelos’un başında bulunduğu Liberal Parti’nin –ki burjuvazinin en önemli siyasi temsilcisidir- yayın organındaki yazılar “eğer biz iktidar olarak Anadolu’ya gitmezsek Yunanistan’da iktidarda kalmamız mümkün değil, bizim geleceğimiz ancak Anadolu’nun verimli ovalarını Yunanistan ile birleştirirsek mümkün olabilir.” diyor. Bu genç ve hırslı burjuvazi için durum açık ve net.
Neticede Yunanistan’daki topraksız köylüyü önce bir burjuva ideolojisi olan Helen milliyetçiliğinin etkisine soktular, sonra da Anadolu’ya getirdiler. Gelenlerden 100.000’i Yunanistan’a hiç dönemedi. Bu büyük bir yıkımdır ve Yunan burjuvazisinin yol açtığı bir yıkımdır: Gelen ordunun üçte biri Anadolu’da kaldı. Dağlar taşlar genç Yunan askerlerinin cesetleri ile doldu. Ve mezar bile yapılamadı bu kayıplara. Bu sergide onların bazılarının yıllar sonra bulunan fotoğrafları da var.
Aslında günümüzü de andıran bir tablodan bahsediyorsunuz…
Çok doğru. Bakın, şimdi burada neyi vurgulamak istiyoruz? Birincisi, kendi insanımız için: Egemen sınıfların aleti, maşası olmayın! Yunan halkı burjuvazinin maşası oldu ve ağır bir bedel ödedi. Ayrıca işgale uğrayan tüm yerleşim yerleri de ağır bir bedel ödedi, Türk halkı da çok ağır bir bedel ödedi. İkincisi sınıfların da bir kişiliği oluyor ve bazen tek tek bireylere bile sirayet ediyor. Çok ilginç bir örnek anlatayım: İşgalden sonra Yunan Kralı geliyor İzmir’e. Karşıyaka’da, İplikçizadelerin köşkünde kalıyor. Kral köşke çıkarken hemen girişte yere Türk bayrağı seriyorlar. Herkes bayrağa basıyor geçiyor. Sonra devran dönüyor. Kurtuluştan sonra aynı köşkte Mustafa Kemal’i ağırlıyorlar. Mustafa Kemal ve beraberindekiler bir bakıyorlar, merdivenlerde bir Yunan bayrağı. Kızıyor ve “bunu derhal kaldırın buradan” diyor. “Efendim,” diyorlar, “Yunan Kralı buradan bir Türk bayrağına basarak çıkmıştı.” Mustafa Kemal diyor ki: “Bayrak bir milletin şerefidir, O yanlış yapmış ben aynı yanlışı yapamam!” Şimdi o tarihlerde bunu dünyada söyleyecek bir önderlik de pek yok aslında. Nitekim Yunan ordusunu burjuvazi adına Anadolu’ya taşıyan Venizelos 1934’te yeniden başbakan oldu ve Mustafa Kemal’i Nobel Barış ödülü için önerdi. Bu önerinin kendisi bile son derece anlamlı.
Uzun lafın kısası bu sergide hiç nefret söylemi yok, panolarda böyle bir şey göremezsiniz. Burada tarihin, coğrafyanın birbirine mahkûm kıldığı komşu halkların emperyalizmin oyununa gelmeden kendi coğrafyalarında dostluk ve barış içinde yaşamaları gereği vurgusu var. Açılışta ben onu söyledim. Aradan yüzyıl geçti emperyalizm bu coğrafyada aynı oyunu oynamaya devam ediyor. Suriye’de düne kadar komşu olan halklar birbirlerini katlediyorlar. Komşuları Suriye ile mücadele ediyor. Suriye bir savaş alanı haline geldi. Bundan kim en çok nemalanıyor. Savaşı başlatanlar ve yürütmekte fayda görenler. Taktikler değişmiş olabilir ama bu oyuna gelmemek lazım. Bu serginin ana fikri o: kendi halkımız için farkındalık yaratacağız. Tarihin üstünü örterek daha iyi bir gelecek kurgulayamayız.
Peki, neler yer alıyor sergide?
Sergide yaklaşık 200 parça eser var. Bu eserler içinde tabii ki sergiyi daha kıymetli kılan benzeri olmayan malzemeler var. Mesela 9 Eylül günü Türk Süvarileri Mimar Kemalettin Caddesi’nden geçerken yerlere kadar sürünen bir Yunan bayrağı görüyorlar. Hemen o bayrağı kaldırıyorlar ve yerine, üç farklı kumaşın elde dikilmesi ile yapılan, ay yıldızın çarşaftan kesilip üzerine dikildiği 3x5 metrelik bir Türk bayrağı asılıyor. İşte o bayrak var bu sergide. Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi’ne bağış olarak gelmişti bu kıymetli miras ve şimdi sergide, yeniden İzmir halkının karşısında.
Yine Ödemiş’teki Yunan Garnizonu’nun 18. Piyade Alayının mızıka takımından üflemeli bazı çalgılar sergileniyor. Salihli’de kazıda çıkan Yunan Efzon askerinin kabaralı ayakkabısı da orada sergilenmektedir. Ve tabii ki İnönü Vakfı’nın çok katkısı oldu. Daha önce ziyaretçiye hiç çıkmamış olan ve İstanbul halkının İsmet Paşa’ya hediye ettiği altın kakmalı bir kılıç var. Bir de Paşa’nın ayaklı sahra dürbünü var. Bunlar dışında çok değerli başka aksesuarlar da var. Böyle bir sergiyi kolay kolay bir araya getirmek mümkün değil. Mutlaka ziyaret edilmesini öneririm.
"İşgalin iki halka ödettiği bedeller" dediniz. Burada toplu göçlere değinebilir miyiz? Sanırız bölgedeki hareketlenmeler, yani göçler Balkan harbi sırasında başlıyor.
Çok özet geçeceğim ama I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı, Yunanistan hükümeti ile görüşmeler yapıyor. Anadolu Rumlarıyla Trakya Türklerinin değiştirilmesi için daha o tarihte bir takım müzakereler var. Bu durum Lozan’da mübadele ile başlayan bir şey değil. Zaten Anadolu’daki Rumların önemli bir kısmı –tabii sayı veremeyiz istatistik bulmamız zor- Helen milliyetçiliğinden etkilenmiştir. Tabii istisnalar vardır. Mesela Muğla Rumları daha mesafeli duruyorlar Helenizme. Ama genelde hem Karadeniz’de hem Batı Anadolu’da hem de Trakya’da yaşayan Rum nüfus 19. Yüzyıl sonunda Helenize olmuştur.
Aslında Anadolu’daki Rum nüfusunun tamamı Bizans bakiyesi değil. Yani göçler hep var. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Rumlar Anadolu’ya önce mevsimlik çalışmak için geliyorlar, sonra da kentlere yerleşiyorlar. Yani Milli Mücadeleden sonra mübadele ile gidenlerin çoğunluğu aslında en fazla üçüncü kuşak burada olanlardır diyebiliriz. Bizans bakiyesi olan bir Rum halkı burada var, onların bir kısmı varlıklarını muhafaza da etmişler ama büyük bir kısmı asimile olmuştur. Hem Helenleşmişlerdir hem de Müslümanlaşmıştır.
19. yüzyıl sonunda İzmir’de yayımlanan gazetelerin vilayet haberlerine baktığınız zaman her hafta onlarca insanın din ve mezhep değiştirdiğini görürsünüz. Rum Ortodoks olup Müslümanlığı kabul etmiş olanlar açıkça görünüyor. Yani Anadolu’ya bakarken, göç hareketlerine bakarken durağan, yüzyıllardır değişmeyen kalıplardan bahsetmiyoruz. Ama I. Dünya Savaşı başlayınca nüfus değişimindeki mesele yarım kalıyor. İttihatçılar da ordu savaşırken Helenize olmuş Rumların itilaf devletlerine yardımcı olacaklarını düşünüyorlar ve yine o dönemde muhtarları kullanarak Rumları kayıt altına alıyorlar. Osmanlı Devleti savaşa katılmadan üç ay önce Batı Anadolu Rumlarını adalara ve Yunanistan’a gönderiyor. Yaklaşık 120 bin Batı Anadolu Rumu. Yerlerine de Rumeli’den gelen Müslüman muhacirler yerleşiyor. Acı bir tarih.
Öyle ki dört yıl sonra, bu sefer Yunan Ordusu Anadolu’ya çıktığında yaptığı ilk iş Rumların evlerine ve arazilerine yerleşmiş olanları Anadolu içlerine sürmek oluyor. İşgal dönemindeki iç göç daha ziyade Rumeli göçmenlerini vuruyor.
Yani işgal Batı Anadolu’daki köylü Türkleri değil de göçle gelenleri mi vuruyor daha çok?
Evet. Yunan idaresi mülkiyetin devamını ve tabii ki üretimi garanti altına almayı gözetiyor. Yunan ordusu geldiğinde yanlarında milisler var. Silahlanmış yerli Rumlardan oluşuyor bu milisler. Bir kısmı adalardan geri dönmüş, bir kısmı da göç etmemeyi becerip kalmış. Milislerle birlikte ilerliyor Yunan ordusu ve milisler de rehberlik ediyor. Türklerde o dönemde milliyetçilik yok gibi. Çünkü İttihatçılar Türk milliyetçiliğini I. Dünya Savaşı bittikten sonra aktif olarak kullanmaya başladılar. Milliyetçiliğin imparatorluğu dağıtacağını düşünüyordu İttihatçılar. Onların “İttihadı Anasır” diye bir formülleri vardı. Unsurların beraberliği, yani herkes Osmanlı sancağı altında toplanacak, padişah en yüce sadakat odağı olacak ve Osmanlı devleti devam edecek.
Ancak her ulusun kendi devletini kurduğu bir dönemde ittihadı anasır gerçekçi olmaktan çıkıyor. İttihatçılar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bunu daha net anladılar. Çünkü Müslüman olan Araplar bile savaşta İngilizlerin yanında oldular. Bunları görünce Türkçülük fikri ortaya çıktı ama zamanı kaçırmışlardı. Zaten kaybedilmiş bir savaşın sorumlusu olarak görüldükleri için artık yeni bir ideoloji uygulayacak şansları da kalmamıştı. O Kemalistlere nasip oldu. Onların bıraktığı yerden Kemalistler aldılar. Tabii İttihatçılar eski düzen devam etsin istiyorlardı, en fazla meşruti bir monarşi istiyorlardı ama Kemalistler öyle değil. Onların kafasında Cumhuriyet fikri var: babadan oğula geçmeyecek bir iktidar düşüncesi var. Ayrıca halifelik gibi bir şey asla yok. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesi var.
Türklerde Rumlara karşı öfke işgal nedeniyle oluşuyor. Ama Rumlarda “megali idea” düşüncesi var. Çünkü Yunanistan’ı orada var eden, burjuvazinin sürekli pompaladığı büyük ve güçlü Yunanistan düşüncesidir. Bu düşünce Anadolu’da Osmanlı tebaası olan yerli Rumları da çok etkilemiştir.
İşgale karşı direniş nasıl şekilleniyor?
Kimin direndiğine bakmamız lazım. Kurşun atanlar aydın ve entelektüel insanlar. Hasan Tahsin bir dönem sosyalistti ama mütareke yıllarında İzmir’de yayımladığı Hukuki Beşer’de yazdığı yazılara bakarsanız çok milliyetçi bir söylemin egemen olduğunu görürsünüz. Çok keskin, çok kararlı bir dil var: İşgali asla kabul etmeyeceğiz. Ülkesinin işgale uğrayacağını anladığı için yurtsever olan bir tutum olarak da bakabiliriz. Onun yanında işgalcilere kimlerin silah attığını bilmiyoruz. Ama 15 Mayıs günü Konak’a Yunan birliği gelmezden birkaç saat önce, Milli Kütüphane’nin yanında, bugün otopark olan yerde, bir askeri hapishane var. O hapishanenin kapısını kırıyorlar. Mütareke Dönemi’nde Yunanlılara hakaret etmekten tutuklanmış Osmanlı subaylarının tamamını serbest bırakıyorlar. Polis deposuna gidip bütün silahları alıyorlar ve dağıtıyorlar. 200 kadar tüfeğin dağıtıldığı söyleniyor.
İlk çatışmada ölenlerin sayısına baktığımız zaman orada ateş edip bomba atanın sadece gazeteci Osman Nevres yani Hasan Tahsin değil, kalabalık bir grup olduğunu anlıyoruz. Ve bunların çoğu muhtemelen subaydı, eğitimli insanlardı. Ben sıradan insanların kurşun attığını zannetmiyorum. Bunlar İzmir’deki Türk halkının kalburüstü adamlarıydı. Yani işgali ideolojik anlamda kabul etmeyecek orta sınıflardı.
Ama sonra, arası devletle asla iyi olmamış, devletin otoritesine yıllardır meydan okuyan ve böyle olduğu için de halkın hem sahip çıktığı hem de korktuğu efelerin mücadeleye dâhil oluyor. Aslında efelerle devleti barıştıran şey Milli Mücadele olmuştur. Bunlar yıllardır dağlarda gezinip duruyorlar. Arazi onlara savaş adına çok şey öğretmiş, pusuyu, baskın taktiğini çok iyi biliyorlar. Hayatları bu olmuş. Yani efelerin mücadeleye dâhil oluşu, bunların yanında I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olanların dâhil oluşu, onların halkı örgütlemeye çalışması direnişin arka planını oluşturuyor.
Halk kongreleri oluşmaya başlıyor. Balıkesir’de Alaşehir’de, Nazilli’de halk kongrelerinin toplanması. Bu kongrelerin sürekli toplantı halinde olması mümkün değil ama tabii toplantı halinde olmadıkları dönemde onlar adına konuşacak Heyet-i Temsiliye dediğimiz mikro hükümetler ortaya çıkıyor. Bunların vergi salması, asker toplaması, Kuvay-i Milliye birliklerinin iaşesinin sağlanması: ortaya yaklaşık 20 bin kişilik, asker üniforması giymeyen ama arkasında halkın vergileri ile edinilmiş bir varlığı maaş olarak alan ve görevi Yunan Ordusunu rahatsız etmek olan bir askeri birlik ortaya çıkıyor. Vurup kaçan düzensiz bir kuvvet.
Bu düzensiz kuvvetlerden düzenli orduya geçilmedi mi?
Bu düzensiz kuvvet, Yunan Ordusu gibi düzenli bir orduya karşı zafer kazanamazdı. Ama şuna hizmet etti: bir, bölge halkının örgütlenmesinde rol model oldular; iki düzenli ordunun kurulmasına imkân sağladılar. Çünkü düzenli ordu İnönü’de, Bilecik’te vardı. İlk defa Yunanlılar Aralık 1920 saldırısı ile İnönü sırtlarında, Bozöyük’te düzenli bir ordu ile karşı karşıya geliyorlar ve şaşırıyorlar. 6000 kişilik küçük bir birlik ama kök söktürüyor. 20 bin kişilik bir orduyu İnönü sırtlarında durduruyor ve Yunanlılar geriye çekiliyor. Yunan Genel Kurmay Başkanlığı’nın kendi kitaplarında iç yazışmalara bakarsanız “Buradaki kuvvet şimdiye kadar gördüğümüzden çok farklıdır. Savaşma isteği çok yüksek, emir komuta zincirine bağlı, küçük ama kararlı bir kuvvetle karşı karşıyayız” yazmaktadır. Kayıplar o kadar ağır ki devam etmek istemiyorlar. Tabii Türk kuvvetlerinin de ağır kayıpları var. Hatta bir ara Türk Kuvvetleri çok sıkışıyor Meclis Muhafız Taburunu trenle yetiştiriyorlar oraya. Elde ne varsa göndermişler oraya ve orada durdurmuşlar Yunan ordusunu. Bu tabii güven veriyor TBMM’ye.
Ama Ankara yakınlarına kadar da geliyor Yunan ordusu!
Yunan Ordusu ikincisinde yeni sınıfları silâh altına alıp bu sefer 40 bin kişi ile geliyor İnönü’ye ve o duvarı yine yaramıyorlar. Hücum taburları erimeye başlayınca geri çekiliyorlar. Sürekli gidip çarparak yenemeyecekleri anlayınca yeni bir plan yapıyorlar. O plan farklı bir plan. Sonrasında zaten Eskişehir-Kütahya’da biz yeniliyoruz. 1921 Haziran Taarruzu’nda Yunan ordusu sarma hareketi yapıyor ve yeniliyoruz. İki koldan birden, müthiş bir kuşatmadır Yunan Kurmayı’nın yaptığı. İnönü Sırtlarının arkasına sarkıyorlar. Bu durum karşısında Mustafa Kemal diyor ki “100 km birden geri çekilin!” Oradaki 40 bin kişilik kuvveti kaptırmamak için diyor ki “derhal cepheyi boşaltınız (İnönü siperlerini)”. Türk ordusu Sakarya’nın doğusuna geçiyor.
Bu sırada yeni askerler silah altına alınıyor, Doğudaki bütün kolorduyu getiriyorlar. Sayıyı 73 bine çıkartıyorlar. Sonra da Sakarya Meydan Muharebesi başlıyor. Sakarya sıradan bir muharebe değildir: dünyada subay kaybının daha yüksek olduğu bir muharebe yoktur. Bakın piyade alaylarına yedek teğmenler komuta etmektedir. Normalde bir yedek teğmen bin kişilik bir alayı komuta edemez, böyle bir şey olmaz ama subay kalmamış. Subay kaybı bire dokuzdur. 9 ere bir subay şehit düşmüştür. Yunan birlikleri için de aynı şey geçerli, çok ağır kayıplar vermişlerdir.
Bugün Yunanistan Meclisi’nin önünde çok büyük bir avlu vardır. O avluda Yunan halkının Antik dönemden bugüne kaderini belirleyen savaşlar birer kalkanla simgelenmiştir. O kalkanlardan bir tanesi Sakarya’dır. Orada Yunan halkının kaderi değişmiştir. Eğer geçebilselerdi cepheyi, Eskişehir-Ankara demiryolu hattını tahrip edeceklerdi ve Ankara’daki bütün silah imalathanelerini tahrip edeceklerdi. Yolları bozup Eskişehir’e tekrar döneceklerdi. Mustafa Kemal orduyu kaptırmasa bile böyle bir ordunun ikmal yapmadan ayakta tutabilmenin ve cepheye taşıyabilmenin imkânı yoktu. Ama yapamadılar. Bozkırın soğuğu, büyük bir ordunun doyurulması sorunu ve Türk tarafındaki askeri öngörü Yunan ilerleyişini orada durdurdu. Büyük bir dönüm noktasıdır. İki tarafın kayıplarından tepeler oluşturacak kadar büyük bir dönüm noktasıdır.
Yunanistan Komünist Partisi ve sosyalistleri ne yapıyor bu sırada?
Yunan komünistleri asla kabul etmiyorlar bu işgali. Yunan ordusu Anadolu’ya gelirken Yunanistan Komünist Partisi’nin çok güçlü sesi çıkmıyor. Her şey çok yeni ve burjuva ideolojisi toplumda çok güçlü. Ama YKP 1920 yılından itibaren sesini yükseltmeye başlıyor. Atina’da bir miting düzenliyor: Eve dönsünler, diye. O zaman Liberal Parti iktidarda; Venizelos çok şiddetle karşı çıkıyor: “bizi arkadan ve içten vurmayın” diye. Giderek sesi yükseliyor komünistlerin.
Ben, Yunan komünistlerinin Anadolu’da elle çoğaltarak çıkardığı bazı gazetelerin resimlerini ve yazdıklarını yayımlamıştım. Komünistler bildirilerini resmi olarak matbaada bastıramıyorlar ama özellikle deniz kuvvetlerinde çok örgütlüler. Elle gazete çıkarmışlar ve bunları çoğaltıp dağıtmışlar. Üç, dört tane gazeteleri var. Sonrasında da bildiriler basıp bunları siperde dağıttıklarını biliyoruz. Hatta ben doktora tezimde bunlardan bir tanesinin yayımlamıştım. Bizim Genelkurmay Başkanlığı arşivinde bulmuştum onu: “Buralar senin toprakların değil asker. Eve dön!” gibi ifadeler var. Buna da “eve dönüş” kampanyası diyorlar.
Bir başka ilginç olay anlatayım. Türk ordusu İzmir’e doğru ilerlerken, 7 Eylül 1922’de Trakya’dan bir tümen getiriyor Yunan tarafı. Gelen iyi bir tümen. Tümeni Alsancak’a çıkarıyorlar ama kontrol edemiyorlar. Bazı bölükler, 1. Kordon’da ve 2. Kordon’da dolaşıp “Yaşasın Lenin!” sloganları atıyorlar. Bazı birlikler de gemiden inmeyi reddediyor ve hep bir ağızdan “Eve, Eve, Eve!” diye tempo tutuyorlar. İnenlerin bir kısmı bazı dükkânları yağmalıyorlar. Çünkü kontrol falan kalmamış artık İzmir’de, otorite tükenmiş. Sadece bir tabur Menemen istikametine gitmiş, o kadar. Yunan askeri artık savaşmak için bir gerekçe bulamıyor. Türklerin ise bir gerekçesi var: özsavunma yapıyorlar. Çünkü buradan başka gidecek bir yer yok. Direnişin bu kadar güçlü olmasının sebebi de bu aslında.
Küçük Asya Harekâtı ile ilgili Yunan Marksistlerinin yayınladığı bazı çalışmalar var. Onlarda da şöyle bir eksiklik var. Tüm yaşananların emperyalistlerin oynadığı bir oyun olduğunu söylüyorlar; orada bir sıkıntı yok. Bu trajediden ağırlıklı olarak Yunanistan burjuvazisinin sorumlu olduğunu da söylüyorlar. Ancak sanki Yunanistan Anadolu’ya bir bütün olarak itilmiş gibi davranıyorlar. Buna mecbur bırakılmışlar gibi davranıyorlar. Hayır, Yunanistan’da iktidarın etekleri sevinçten zil çalıyordu buraya gelirken. Yani iktidar çok gönüllüydü. Yoksul emekçi kitleler de bu sevincin peşine takıldılar. Mecbur bırakılmış değildiler yani.
Ankara ordusuna ise Sovyetler’den yardım geliyor aynı dönemde…
Evet, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı bir kitap var. O kitabın arkasında Sovyetler’den alınan tüm yardımlar var. Genelkurmay yayımlamış ben söylemiyorum. O kitaba baktığınız zaman zaten Sovyet yardımı olmasaydı bu mücadelenin kazanılmasının pek de mümkün olmadığını anlarsınız. TBMM orduları yedi farklı türde piyade tüfeği kullandı. En çok kullandığı tüfek Mosin-Nagant’tır. Bu tüfek Alman mavzerinin Rus versiyonudur. Ve tamamen Sovyet Ordusundan hibe edilmiştir bize. Çok sayıda top da gelmiştir, çok sayıda topçu mühimmatı ve el bombası da gelmiştir. Ayrıca bir miktar Sovyet altını da gelmiştir. Dolayısıyla Sovyetler'in maddi ve lojistik yardımı olmasaydı bu mücadelenin kazanılabilmesi mümkün değildi. Bunu Türk resmi makamları da saklamamıştır.
Sadece Mustafa Kemal’in Nutuk kitabında yok bu durum. 1927’de Nutuk yazıldığında TKP yer altına inmişti. Dönemin koşulları ile alakalı olabilir. Mustafa Kemal Nutuk’ta ondan bahsetmiyor ama Mustafa Kemal’in Nutuk’ta bahsetmediği çok şey var. Nutuk biliyorsunuz Mustafa Kemal’in gözünden milli mücadeledir. Biraz milletiyle hesaplaşması da vardır. Farklı ihtiyaçlarla yazılmıştır. Ama işgalden kurtuluşa giden süreçte hayati, eşine az rastlanır bir rolü vardır.
Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
***
Prof. Dr. Engin Berber kimdir?
Tarihçi, akademisyen Engin Berber 23 Nisan 1963'te İzmir'de doğdu. 1983'te Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Ege Üniversitesi Tarih Bölümünde 1985'te yüksek lisans yaptı. 1993'te Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Bölümünde doktorasını tamamladı. 1984'te aynı üniversitede Tarih Bölümünde araştırma görevlisi, 1995'te Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde yardımcı doçent, Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanı, 2001'de doçent oldu. Ege Üniversitesi Ege Stratejik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği, E.Ü. İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Bölüm başkan yardımcılığı, Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanlığı yaptı. 2007'de profesör oldu.
1998'te Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülünü aldı. İzmir'in Sağlık Tarihi Kongresi Düzenleme ve Bilim Kurulu üyeliği ve koordinatörlüğü, Karşıyaka Kültür ve Çevre Sempozyumu Bilim Kurulu üyeliği, bazı sempozyumlarda yayın kurul üyeliği yaptı. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları ve Ege Akademik Bakış dergilerine hakemlik yaptı. Makalelerini Kebikeç, Tepekule Tarih, Toplumsal Tarih, Osmanlı, Tarih ve Toplum, Askeri Tarih Bülteni, Tarih İncelemeleri Dergisi, Atatürk Araştırma Merkezi dergilerinde ve Cumhuriyet gazetesinde yayımladı.
***
Prof. Dr. Engin Berber kimdir?
Tarihçi, akademisyen Engin Berber 23 Nisan 1963'te İzmir'de doğdu. 1983'te Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Ege Üniversitesi Tarih Bölümünde 1985'te yüksek lisans yaptı. 1993'te Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Bölümünde doktorasını tamamladı. 1984'te aynı üniversitede Tarih Bölümünde araştırma görevlisi, 1995'te Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde yardımcı doçent, Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanı, 2001'de doçent oldu. Ege Üniversitesi Ege Stratejik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği, E.Ü. İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Bölüm başkan yardımcılığı, Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanlığı yaptı. 2007'de profesör oldu.
1998'te Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülünü aldı. İzmir'in Sağlık Tarihi Kongresi Düzenleme ve Bilim Kurulu üyeliği ve koordinatörlüğü, Karşıyaka Kültür ve Çevre Sempozyumu Bilim Kurulu üyeliği, bazı sempozyumlarda yayın kurul üyeliği yaptı. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları ve Ege Akademik Bakış dergilerine hakemlik yaptı. Makalelerini Kebikeç, Tepekule Tarih, Toplumsal Tarih, Osmanlı, Tarih ve Toplum, Askeri Tarih Bülteni, Tarih İncelemeleri Dergisi, Atatürk Araştırma Merkezi dergilerinde ve Cumhuriyet gazetesinde yayımladı.
soL Portal, 15.05.2019 | *Söyleşiyi Tülay Gül ile birlikte yaptık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder