Bu psikolojiden nasıl çıkılır diye soracaktım ki ülke, tarih, nesnellik sağolsun! Seçim sonrasının "şok" hali hızla dağılmaya başladı. Hatta diyebilirim ki yeni bir seçim atmosferine, kitlelerin kendisini kaptıracağı o büyülü hava için bir yola az çok girildi bile. Yaz geçsin, siz siyaseti o zaman görün! Raydan çıkan bir gelecek, son khk'lar, ilk ck’lar, şirketleşen bir devlet, kaybolan çocuklar, kaybolan bir ülke, dört bir yana saçılmış kedicikler, İntizar falan derken bol bol uyum işaretleri belirdi çünkü.
Ama herkesin hissedebildiği gibi seçim sonrasının "yandık, bittik" hali de her yeni gündemin büyük bir "tepkiyle" karşılanmasına neden oluyor. Ve haliyle de daha bir kaç gün öncesine kadar "vahim" olarak görülen başlıklar da hızla unutulup geçiliyor.
Mesela Arda Sel ve simgesi haline dönüştüğü tren kazası ne kadar da hızlı unutuldu. Kazanın teknik yanını enine boyuna konuştuk belki ama onca kayıp arasından neden Arda Sel'in seçildiğini, simgeleştirildiğini konuşamadık.
Ardından bu hafta muhafazakârından modernine tüm aile mevhumunu derinden sarsması gereken ama sarsmayan Ceceli ve İntizar olayı geldi. Geldi gelmesine ama mesele bir kimlik meselesi olarak kaldı. Ve düzenin kimlikler üzerinden kendini nasıl da ayakta tuttuğu, tutabildiği atlandı.
O, şu, bu değil de homofobik söylemler, Ceceli'nin neleri temsil ettiği ve mağdurla özdeşim sırasında sanki bir şeyler, çok temel bir şeyler unutuldu: Türkiye güncelliğinin mayası, unutuluverdi.
Benimkisi bir iddia olsun ve ben yanılayım ama bu yaşananlardan "kahraman" ya da en azından toplumdaki genel kabulleri sarsan bir itiraz çıkmaz. Öyle çok zaman sonra değil, en fazla seneye, bol umre yapmış bir İntizar çıkar ve der ki: "Kendimi kaybetmişim. Anladım ki bu bir hastalıkmış, bir illet. Gittim hocamdan af diledim. Tövbe ettim. Ruhumu temizledim ve temizlendim. Şimdi hem ahret için hem de bu dünya için yeniden hazırım."
Olur mu? Olur. Ben yanılırsam ne âlâ, ama gözlerini koca koca gerçeklere kapatanlar yanılırsa... Ve hep yanılıyorlarsa? O zaman ne âlâ!
Neden böyle oluyor? Bu hız, bu tepki gösterme ve hızlıca bir sonraki tepkiye geçme seferberliği neyi anlatıyor? Bunları konuşamadık. Konuşmadan geçiyoruz.
Açıkçası tüm bu alametleri Türkiye toplumunun kendisini çağıran, davet eden çağrıya karşı bir direnişi olarak görüyorum.
Malum, solda, en genel anlamıyla solda, tepkisellik, dışavurumculuk baş tacı edilir. Mesela "ünlü kalemler" sırayla elden geçirilir, eleştirilir ama tüm eleştirilere rağmen nedense pozisyonları daha bir sağlamlaşır. Eleştiriler, evet, belki haklı ama camianın da çok hoşuna gider bu tepkisellik. Bu mayanın nasıl olup da tuttuğu, kalıcılaştığı ise atlanır, geçilir.
Ya da bir hekimin başında kırılan parke. Vicdana, edepsizliğe, hekim emeğinin saygı görmemesine, vefasızlığa ve tabi ki “doğulu” olmaya bağlanır. Ama tüm bunları mümkün kılan makine atlanır, aklanır ve kıyıcılığına tıkır tıkır devam eder makine. Hiç tınmaz!
Hâlbuki hepsinde aynı öz tezahür eder; neden o etkinin ortaya çıktığına, neden onun semptomlaştığına bakılmadan semptoma tepki verilir: işte bu tepki biçiminin bir direnç, devrim çağrısına, öyle ya da böyle bir direnç olduğunu düşünüyorum.
Bütünlüğü görmeyen, görmek de istemeyen bir tepki seli bu. Bütünü görmekten ödü kopan bir tepki salgını bu. Mesela... Mesela herkes iktidardan şikâyetçi. İyi, güzel ama fit olunan çözüm ne? Çözüm, öyle köklü değişimler falan değil. Aynısının bir benzeri ile ufak ufak bugünden uzaklaşmak. Ufak ufak... Hepsi bu!
Şimdi elbette ki birileri çıkıp Elisabeth Kübler-Ross'u hatırlatacaktır ve “Yas’ın dört evresi var” diyecektir: İnkâr, öfke, pazarlık ve depresyon. Bütün kayıplardan sonra, ister bir ölüm olsun isterse bir “seçim yenilgisi” olsun, fark etmez, insanlığın evrensel olarak bu dört evreden geçerek kaybıyla baş edebildiğini, kaybı içselleştirebildiğini söyler Elisabeth Kübler-Ross.
Belli ki inkâr evresindeyiz. Hatta öfke ile pazarlık arasında da gidip geliyoruz. Öyle olmasaydı da şöyle olsaydı keşke diyerek. Burada değil de orada yaşasaydım keşke diyerek. Şöyle bir işte değil de şöyle bir işte çalışsaydım diyerek. Ve tepkiden tepkiye koşarak.
Bakmayın siz her olayda koparılan fırtınaya. Kurtuluş söz konusu olunca herkes kaçmakta, herkes kurtuluşa direnmekte. Öyle ya da böyle.
Ya da bir hekimin başında kırılan parke. Vicdana, edepsizliğe, hekim emeğinin saygı görmemesine, vefasızlığa ve tabi ki “doğulu” olmaya bağlanır. Ama tüm bunları mümkün kılan makine atlanır, aklanır ve kıyıcılığına tıkır tıkır devam eder makine. Hiç tınmaz!
Hâlbuki hepsinde aynı öz tezahür eder; neden o etkinin ortaya çıktığına, neden onun semptomlaştığına bakılmadan semptoma tepki verilir: işte bu tepki biçiminin bir direnç, devrim çağrısına, öyle ya da böyle bir direnç olduğunu düşünüyorum.
Bütünlüğü görmeyen, görmek de istemeyen bir tepki seli bu. Bütünü görmekten ödü kopan bir tepki salgını bu. Mesela... Mesela herkes iktidardan şikâyetçi. İyi, güzel ama fit olunan çözüm ne? Çözüm, öyle köklü değişimler falan değil. Aynısının bir benzeri ile ufak ufak bugünden uzaklaşmak. Ufak ufak... Hepsi bu!
Şimdi elbette ki birileri çıkıp Elisabeth Kübler-Ross'u hatırlatacaktır ve “Yas’ın dört evresi var” diyecektir: İnkâr, öfke, pazarlık ve depresyon. Bütün kayıplardan sonra, ister bir ölüm olsun isterse bir “seçim yenilgisi” olsun, fark etmez, insanlığın evrensel olarak bu dört evreden geçerek kaybıyla baş edebildiğini, kaybı içselleştirebildiğini söyler Elisabeth Kübler-Ross.
Belli ki inkâr evresindeyiz. Hatta öfke ile pazarlık arasında da gidip geliyoruz. Öyle olmasaydı da şöyle olsaydı keşke diyerek. Burada değil de orada yaşasaydım keşke diyerek. Şöyle bir işte değil de şöyle bir işte çalışsaydım diyerek. Ve tepkiden tepkiye koşarak.
Bakmayın siz her olayda koparılan fırtınaya. Kurtuluş söz konusu olunca herkes kaçmakta, herkes kurtuluşa direnmekte. Öyle ya da böyle.
soL Portal, 22.07.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder