23 Nisan 2017 Pazar

Mutlu İnsanların Öyküsü Yoktur!

Yüksel Arslan’a

Uzun yıllardır zihnimde döner durur Kuzey İrlandalı rock grubu Therapy’nin Stories şarkısının nakaratı. Mutlu insanların öyküsü yoktur der şarkının nakaratı. Bu sözü ara ara yeniden hatırlar ve uğraşır dururum kendimce. Hak vererek, doğru bularak ve doğru bulduğum için de kendimi çaresiz hissederek. Çünkü sözün tam da iddia ettiğinin tersinin peşinde değil miyim? Hikayeler mutlu insanların olsun istemiyor muyum? Bunun için uğraşmıyor muyum? Mutluluğun hikâyesi olsun istemiyor muyum?

Ama durup yeniden ve yeniden düşünüyorum, şarkının nakaratını.

İki anlamı, doğrudan iki çıktısı olabilir bu sözün. İlki yalın: Mutlu insanlar için geriye artık anlatılması gereken bir hikâye kalmamıştır. Bir dert kalmamıştır ve anlatmaya da gerek kalmamıştır. Ne de olsa mutluluk anlatılmaz, yaşanır. İşte sözün bu yalın anlamına kapıldıktan sonra sorarım kendime: Ne zaman anlatmaya başlarız? Anlatı ne zaman başlar?

Bir dertle başlamaz mı anlatı? Ya bir kayıp vardır temelinde ya da bir imkânsızlık. Olmamışlık ve olmayacağını bilme, sezme hali. Olmayacağını bilmek, hissetmekle başlar dert, anlatı. Buradan da sözün ikinci anlamına gelirim: Tamlık hikâyeye alan bırakmaz. Tamamına ermiş olanın, o erme sürecinin hikâyesi olur ama tamlığa vardıktan sonra hikâye için alan yoktur artık. Hikâye için, anlatı için, hatta belki de her türden, evet sanatsal olan da dahil, her türden yaratıcılık için olmamışlık, eksiklik gerekir.


Bu durumda ancak mutsuz insanların öyküsü olur. Mutsuz insanlar o olmamışlığı, eksikliği, tam olamayışı anlatarak gidermeye çalışır. Mesela Ziya Osman Saba Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ni tam da bu anlatarak giderme, imkânsızı anlatma üstüne kurar. Öykünün kahramanı (yazarın kendisi) mutlu mesut insanlar gibi bir fotoğraf çektirecekken yine o imkânsızlığa, mutlu olamamaya döndüğünü görür ve “Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.” der. Der ama mutlu insan olmak için artık çok geçtir. Fotoğrafçı “Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim” der ve öykü biter.

Sanki ilkinde, yani mutlu insanlarda bir hareket yoktur artık. Harekete ihtiyaç yoktur. İkincisi ise, yani “yazmak ancak mutsuz insanların işidir” ise süreklileşmiş bir harekete neden olur sanki. Mutsuzluk, mutlu olmak için harekete geçirirken bir çelişki ile de karşı karşıya bırakacaktır: Mutlu olunduğunda hikâye de bitecektir! Ki Tolstoy da Anna Karenina az çok bu yargı ile başlamamışmıydı: "Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."

Ve Marx da bir yerlerde[1]Anlatılan senin hikâyendir!” dememiş miydi? Acaba orada seslendiği mutsuz olanlar mıydı? İyi de tam da kendisi mutsuzluğun, sefaletin felsefesini yapmamaya özen göstermemiş miydi? Hatta yürümeye başladığı yolu Sefaletin Felsefesi diye itham edenlere cevap olarak “Felsefenin Sefaleti[2] diye bir kitap yazmamış mıydı? Eğer öyleyse, Marx kimin hikâyesini anlatıyordu ki?

Öte yandan şarkı sözünü tekrar düşünürsek ve anlatılan hikâyeden yola çıkılarak varılacak yerde hikâye bitecekse eğer, yaratıcılığa gerek kalmayacaksa acaba oraya, tamlığa, eksiksizliğe hiç ulaşmamak mı gerekir diye de sorabilir miyiz? Devrim mesela acaba bize üreterek, yaratarak tükenmeyi mi vaat ediyor ki? Ve biz belki de tükenmemek için mi devrime bu kadar direniyoruz ki?

Hâlbuki günümüzün en baştan çıkarıcı çağrılarından bir tanesi mutluluk, huzur. Rezidans reklamlarından, fitness salonlarına, her köşe başında tabelasına rastlamaya başladığımız yaşam koçluğundan kitap kapaklarını süsleyen mesnevi terapilere hepsinin vaadi o değil mi? Mutluluk. Huzur. Tamlık. Hatta psikiyatri de deliliğin yüceltildiği bir karşı kültür edebiyatının içinden geçip nereden baksak şu son on yıllarda oraya, mutluluğa, tamlığa, kendini keşfetmeye daha fazla göz kırpar hale gelmedi mi?

Mutluluk bu kadar geçer akçe iken ve yine aynı mutluluk anlatmaya, yaratmaya gerek olmayan bir tamlığa işaret ederken tutup da kuşaklar boyu sürecek bir mutsuzluğa gönüllü sürgüne mi çıkacağız? Mesela Mülksüzler’de devrimi korumak, devrim olmak için bir vahayı andıran Urras gezegenini terk edip bir çölü, hatta çölden de beter bir coğrafyayı andıran Anarres’e göç edenler gibi mi olmalıyız? Mutluluğa ulaşmak için zorluklara mı katlanmalıyız? Hikâye, devrim, arayış oradan mı çıkar?

Peki, mutluluğa hiç ulaşamayacaksak, tam olamayacaksak neden tam olmak için uğraşmalıyız ki? Mutluluğa varmak için vazgeçtiğimiz mutluluk hangi mutluluktur ki? Ya da şöyle soralım: Mutluluğa varmak için vazgeçemediğimiz mutluluk hangi mutluluktur ki? Mutluluk mudur ki? Devrimin vaat ettiği mutluluk da aslında öykülerimizi ortadan kaldıracak mıdır? E o zaman biz mutsuz olmayacak mıyız?

Çünkü yazmak için mutsuzluk, bedbahtlık gerekmiyor mu? Çoğu yaratıcı insanın hayatı, hayatının ilk dönemleri mutsuzluğun, acıların, kederin ve de örselenmenin sesleriyle dolu değil mi? Ve biz o seslerin yankısını edebiyat diye, müzik diye bulmuyor muyuz karşımızda?

Chet Baker geliyor aklıma. Mutlu bir Chet Baker olabilir miydi? Ne de garip değil mi? Chet Baker’ı dişlerini kaybetmeye götüren dert, eroin, düşkünlük, “bir pencereden kendini usulca” bırakma hali Chet Baker’ı Chet Baker yapmadı mı?

İyi de öte yandan mesela dişler kaybedilmemeli mi? Sağlık, bedensel huzur, akli denge tüm bunlar kazanılan ve kaybedilen mülkler mi? Tam da günümüzün parlak ürünleri bunlar değil mi? Mutluluk parlak bir jelatine sarılmış olarak önümüzden yanıp sönen neon ışıklarıyla geçip durmuyor mu? Mutluluk mega-kentleri dolduran şu kat kat binalar olarak yükselmiyor mu önümüzde?

Yine de mutsuzluğun acısını mutsuzluğu çekenlere mi sormak lazım? Bizimkisi de az biraz şu sırça sarayında oturup ahkâm kesme hali mi? Hani uzaktan herkesi mutsuz gibi görmeye meyilli miyiz? Öyle bir yan var ya içimizde, ta Sefaletin Felsefesi'ne ilham olacak kadar eski. Yani mutsuzluk iddia ettiğimiz kadar yaygınsa milyonlar o zaman neden bu kadar tatmin olmuş gibi duruyor? Eğer mutsuzluk, tam olamama harekete geçiriyorsa neden bir kaya kadar hareketsiz milyonlar? Yoksa milyonlar hareket halindeler de bizim şu üstlendiğimiz bedbahtlık bir zırh gibi kuşatmış mı bizi? Görmemize engel mi her baktığımız yerde mutsuzluğu görmemiz? Ve ne kadar da yakın bu haliyle mesela şu halimiz? Ondan mı arabesk düşkünlüğümüz? Ve arabesk ne kadar da yakın Kemalettin Tuğcu’ya.

Ama sormak lazım arabesk, o bir kalıba girmeyen ama bizi hep aynı yerde bırakan o ses, çok mu uzak Orhan Kemal’e, Yusuf Atılgan’a, Nuri Bilge Ceylan’a? Ya biz hangisine yakınız? Halimiz, duruşumuz, bakışımız. Yine de arabeskler, mutsuzluklar arasında fark vardır.

Nurdan Gürbilek Tuğcu’nun yoksulluğu ile Orhan Kemal’de temsil olunan yoksulluk arasında önemli bir fark olduğunu belirtir. Tuğcu da yoksul çocukların anlatıcısıdır, Kemal de. Tuğcu kuşkusuz popülerdir, ama Kemal de öyledir. Biri çocuklar, diğeri yetişkinler için yazıyor demek de mümkün değildir. Öyleyse bu iki yazarı kalın çizgilerle birbirinden ayıran, Tuğcu’yu iyi edebiyatın dışına atan sebepler nelerdir? “Esas fark, hikayenin sonuna ilişkindir. Tuğcu çocuğu hızlandırılmış yoksulluk okulundan pekiyi ile mezun olur, Orhan Kemal’inkiler sınıfta kalır.” Birisi okuyucuyu en sonunda getirir ve kabullenici bir çemberin içine sokar, diğeri ise çemberi kapatmaz.

Ve devam eder Gürbilek: “bugünün karanlığına işaret eden Tuğcu değil, Orhan Kemal'di. Kavşaklarda araba silen, kâğıt mendil satan, lokanta önlerinde karınlarını doyurmamızı bekleyen sokak çocuklarına yakından bakın: Orada tam kaybedecekken başarıya koşan Tuğcu çocuğunu değil, ('Suçlu'da Cevdet'i anlatırken kullandığı sözcüklere söylersem) 'mosmor öfkesiyle' Orhan Kemal çocuğunu göreceksiniz. Bir zamanlar Aslan Tomoson, Lefter, Frank Sinatra, Beniamino Gigli olmayı hayal eden, bugünse İbrahim Tatlıses, Rambo, Ronaldinho, Polat Alemdar olmak isteyen, karınlarını doyurmaya çalışırken başları eğilmesin diye diklenerek dilenen çocuklar. bir Orhan Kemal hikâyesinden çıkmış gibiler. Tek farkla: Bugünün varoş çocuklarının, yoksul çırakların, göç mağduru çocukların 'Sokakların Çocuğu'ndaki çocuksu 'Kırmızı Eşarp Çetesi'yle, 'Arkadaş Islıkları'ndaki 'serseri mayın'lıkla yatışması imkânsız artık."[3]

Neyle yatışır bugünün çocukları? Ya bugünün okuyucusu neyle yatışıyor? Neden düşkünüz mutsuz insanların öykülerine? Bir tek okuyucu olarak bizler de düşkün değiliz. Bir çok yazar da “ancak bir yıkım ikliminde yazabilir” halde değil mi? Mesela Müptezeller bir yıkım iklimi değil mi? Ve bu topraklardaki yıkım ikliminden hep Tutunamayanlar, Kaybedenler ve Müptezeller mi çıkacak?

Tamam, mutluluğun hikâyesi yok. Mutlu insanların öyküsü de yok. Anlaştık ama mutluluğu aramanın da hikâyesi olmayacak mı? Nurdan Gürbilek Dostoyevski’de acının diline bakarken [4]kendini iyileştirme gücüne sahipmiş gibi görünen okumuş yazmışların kendi tıkanmışlığından”, “büyük tutkularla küçük hayatlar arasında sıkışmışlığından” bahseder. Raskalnikov “sıra dışı olmayı ümit ettiği anda sıradanlığa hapsolmuş” ve “fikirlerinin büyüklüğüyle imkânlarının darlığı arasında sıkışıp kalmıştır.

Mutluluk mevzu bahis olduğunda acaba beni de rahatsız eden yanlardan birisi bu muydu? Mutluluk sıradanlık mıdır? Ki?

[21. İzmir Kitap Fuarı'nda Yazılama Yayınevi tarafından düzenlenen etkinliğin metni]


[1] 1867 yılında Marx Kapital’in önsözüne bir hatırlatma koyma gereksinimi duymuş: “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur!

[2] Karl Marx'ın Fransa'da yaşadığı dönemde, 1847 senesinde kaleme aldığı, Pierre Joseph Proudhon'un Sefaletin Felsefesi isimli kitabına verdiği eleştirel-polemik yanıt.

[3] Nurdan Gürbilek “Yoksulluk Lekesi”, Sessizin Payı içinde, sf.

[4] Nurdan Gürbilek “Horlanmanın Acısı”, Mağdurun Dili içinde, sf. 38-39

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder