Batı
toplumlarında psikiyatri, toplumsal eleştirinin bir konusu olmaktan çıktı. Tesadüfler
sonucunda bulunan ilk ilaç tedavilerinin ardından özellikle 80li yıllarda, tam
da neoliberal ideolojinin hegemonyasını kurduğu dönemde, psikiyatri geçmişte
kendisine yöneltilen eleştirilerden kurtuldu. İlginç biçimde neo-liberal
dönemin psikiyatrisi kendisine daha önce yöneltilen eleştirilerin önemli bir
kısmına bünyesinde yer açtı: Kötü koşullardaki hastaneler kapatıldı,
damgalamaya karşı yoğun kampanyalar düzenlendi, tedaviye ulaşımın önündeki kimi
engeller kaldırıldı, tedavi süreçleri konusundaki sorumluluk hastalar ve
aileleriyle paylaşılmaya başlandı (Nesser, 1995).
Diğer
yandan psikiyatri uygulaması neredeyse ilaç tedavisi ile özdeşleşir hale geldi.
Yaklaşık 20 yıl boyunca hemen hemen her yıl 4-5 yeni ilaç piyasaya sürüldü. Psikiyatri eleştirisi de konumunu ilaç temelli
olarak yeniledi. Açık siyasi talepler ve bağlantılar yerini sosyolojik
betimlemeler, felsefi tanımlamalara ya da mütevazı reform taleplerine bıraktı.
Örneğin anti-psikiyatrinin açık ve net siyasi pozisyonu yanında ilaç
tedavilerine yöneltilen eleştirilerin genel tınısı ciddiye alınması gereken
akademik bir eleştiri olarak kaldı (Moncrieff,
2008), daha ötesi olamadı.
Ancak
neoliberal dönemde temel değişimin psikiyatrinin toplumsal konumunda olduğunu
gözden kaçırmamak gerekiyor. Çünkü gerek demokratikleşmenin gerekse ilaç
tedavisinin yaygınlaşmasının yanı başında süre giden bir süreç psikiyatriyi
toplumsal kültürün asli bir bileşenine dönüştürdü. Psikiyatri ve
psikiyatristler çok satan kitapların, başucu yazarlarının, televizyon
gösterilerinin ve hatta politik müdahalelerin asli üyeleri haline geldi.[1]
Akıl hastalığının itilen ve de kakılan bilimi, neoliberal toplumun akıl hocası oluverdi.
Benzer bir değişim Türkiye'de 20 yıl kadar gecikmeli olarak yaşandı.
Psikiyatri üstündeki deli doktoru
gömleğini çıkardı ve yerine akıl hocası
cübbesini giydi. Psikiyatristlerin televizyon ekranından izleyenleri
aydınlatması çoktan sıradanlaştı. Artık bazı simalar televizyon ailemizin
olmazsa olmaz bir parçası.[2] Kitapevlerinin giderek
kabarıklaşan reyonlarında başı kişisel gelişim, psikoloji, psikiyatri ve
psikoterapi kitapları çekiyor.[3] Kişinin belirli durumlarda
yaşadığı zorluklara yönelik öneriler (yerine göre öğütler, yerine göre
saçmalıklar) geliştiren bu kitaplar baskı üstüne baskı yapıyor. Ayrıca beyin,
zihin, bellek üzerine ‘bilimsel kitaplar’ basıldı ve bazıları neredeyse
çoksatar oldu [4].
Psikiyatrinin yükselen akıl hocalığını gözlemlemek için sanal âlemde bir
gezi yapmak da yeterli olmakta. Keza binlerce danışmanlık merkezi, enstitü,
gelişim ofisi, NLP, yaşam koçu, beyin bilimleri merkezi, çocuk yetiştirme ve
evlilik danışmanı hepimize artık sadece bir tık uzaklıkta. Psikiyatri gündelik
toplumsal hayatın asli unsuru haline gelmeden önce bu piyasa, tıp içinde
psikiyatristlere ve nörologlara, tıp dışında ise hocalara bırakılmıştı. Şimdi ise hizmet yelpazesi psikologlara,
sosyal hizmet uzmanlarına, psikolojik danışman ve rehberlik bölümü mezunlarına,
felsefecilere, aile danışmanlarına, NLPcilere, yaşam koçlarına, reikicilere doğru genişledi. Piyasa
rekabeti öylesine çekişmeli duruma geldi ki konuyla ilgili (ve de ilgisiz)
meslek örgütleri hizmet sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğiyle uğraşır
hale geldi.[5]
Yine aynı dönemde Türkiye’de psikiyatrinin konum değiştirmesine dair bazı
dolaylı gelişmeler de yaşandı. Örneğin tıp fakültesi mezunlarının uzmanlık
alanlarını belirlemek için yapılan Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda çocuk
hastalıkları, kadın hastalıkları ve doğum, radyoloji gibi çok değil 10 yıl
öncenin gözde bölümleri alt tercih sıralarına gerilerken psikiyatri tercih
edilebilir bir uzmanlık dalına dönüştü (Emül ve
ark., 2010). Öte yandan psikiyatriye yönelik ilginin artması, meslek
içinde uluslararası bazı önemli gelişmelerin yaşanmasına da yansıdı: Türkiye,
Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin [6] doğrudan bağlantı kurduğu
ilk “Müslüman nüfuslu ülke” oldu (Volkan, 2010).
2008’den bu yana Dünya Psikiyatri Birliği [7] genel sekreterliğini
psikiyatri uzmanı Levent Küey yürütüyor.
Psikiyatrinin konumu genel tıp ve sağlık hizmetleri içinde de farklılaştı.
Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Bankası, psikiyatrik sorunların enfeksiyon
hastalıklarından, kalp hastalıklarından, kanser ve trafik kazalarından daha
önemli olduğunu anlatmaya başladı (Murray ve
Lopez, 1996). Buna göre gerek
yerküremizin hemen her yerinde (Sahra-altı Afrika hariç) gerekse ülkemizde,
artık psikiyatrik sorunlar bireylerin hayatlarını en çok etkileyen hastalıklar
sınıflamasında ipi açık farkla önde göğüslüyor (Sağlık
Bakanlığı, 2006; Kessler ve ark., 2009). Eğer ortada bir psikiyatri
salgını varsa bu salgın genel toplum içinde hastalık oranlarının beşikten
mezara kadar her yaş grubunda artmasına da yansıyor. Keza son yapılan
hesaplamalara göre Avrupa Birliği nüfusu içinde her yıl on kişiden dördü en az
bir psikiyatrik sorun yaşıyor (Wittchen ve ark. 2011).
Tüm bu işaretler
psikiyatrinin toplumsal konumunda bir farklılaşma olduğunu anlatıyor. Zaten bu
değişim, bizzat psikiyatristin meslek hayatında ve çevresinde de yaşanıyor.
Psikiyatrist uzak durulan ya da damgalanan birisi değil artık; akıl danışılan,
ihtiyaç duyulan, itibar edilen birisi. Psikiyatrist artık, hayatın zorlukları
için aklın bir köşesinde ilk yardım çantası gibi dizili duran kurtarıcılardan
birisi. Bu nedenle, karşılaştığımız insanlara mesleğimizi söylediğimizde artık
şüpheli bakışların hedefi olmuyoruz. Hafif mahcup bir gülümsemeye, huzursuz bir
"Bizim size çok ihtiyacımız var!"
eşlik ediyor.[8]
Peki, ne oldu da psikiyatrinin konumu değişti? Bu sorunun yanıtı için yeni
Türkiye’ye kısa bir göz atmakta sanırım fayda bulunuyor.
*
Türkiye son 15 yıl içinde
ekonomik ve toplumsal anlamda ciddi bir değişim geçirdi. Ortada tam bir
başkalaşma, geçmişten tam bir kopuş olmasa bile Türkiye’de kapitalizm yol aldı
ve yol alırken de bütün toplumu peşinden sürükledi. Bu saptamayı bir tek
büyüyen ekonomi göstergelerine göre yapmıyorum. Türkiye’de kapitalist
gelişkinlik toplumsal anlamda da arttı. Kentlerin nüfusu büyüdü, göç nedeniyle
boşalan köylerin sayısı büyüdü, gökdelenlerin sayısı ve yüksekliği büyüdü,
işsiz sayısı büyüdü, gayri safi milli hâsıla büyüdü, bir yılda kişi başına
düşen diş macunu tüketim miktarı büyüdü, ulaşımda uçmayı tercih edenlerin
sayısı büyüdü, camileri dolduran kalabalıklar büyüdü, marketlerin alkol reyonu
büyüdü, şık tasarımlarıyla çeşitli kafelerin sayısı büyüdü vb. Türkiye'de günlük
hayat değişti. Bir tek büyük kentlerde göze çarpan orta-üst sınıfların hayat
pratiklerinde değil; gündelik toplumsal hayat varoşlarda, kasabalarda ve taşra
kentlerinde de değişti.
Radyoların frekans ayarı
gibi kapitalist toplumun da hassas bir ayarı vardır. Kapitalizm bireyleri,
kendisinden tatmin beklemeye devam edecek ölçüde tatmin olmamış halde
tutmalıdır.[9]
Ancak kantarın topuzu da kaçmamalıdır. Yani tatmin olmama hali direniş ve karşı
çıkışların ortaya çıkmasına da yol açmamalıdır (Davies,
2011). İşte Türkiye kapitalizmi, geçtiğimiz 10 yılda hem kantarın
topuzunu kaçırmadı hem de toplumu yeteri kadar tatmin olmamış halde tutmayı
başardı. Bu haliyle toplumsal düzen, bazı açılardan değişime daha kapalı hale
geldi. Örneğin toplumun genel yörüngesi siyasi çağrılara daha uzak artık. Diğer
yandan toplumsal düzen daha kırılgan hale de geldi. Toplumsal refah “hissedilir
derecede” artmış olmakla birlikte toplumsal eşitsizlik, yani toplumsal sınıflar
arasında hayatın herhangi bir alanına dair fark arttı.
Kapitalist büyüme toplumun kendisini koruyan kimi birikimleri (dayanışma, bir arada yaşayabilme, iç içe geçebilme, komşuluk, güven) buharlaştırdı. Türkiye’yi dünyanın 18. büyük ekonomisi haline getiren bu süreç, toplumun tüm kesimlerinin giderek artan oranda yeni bir riskle tanışmasını sağladı: Üretim sürecinin içinden yayılan bir belirsizlik, esneklik, uçuculuk, gelip geçicilik tüm toplumu boydan boya kapladı (Sennett, 2000). Fırtınanın ortasında istikrar delisi haline gelen bir toplum artık insanlarını “başarı olasılığının pek az olduğunu bile bile korkutucu riskler almaya” zorluyor (Sennett, 2000). Toplumsal zenginliğin üretimi ve yeniden üretimi için toplumun tüm kesimlerinin tedirginlik verici, endişe yaratıcı, kaygı uyandırıcı riskleri üretmek zorunda olduğu bir risk toplumunda[10] yaşıyoruz.
Kapitalist büyüme toplumun kendisini koruyan kimi birikimleri (dayanışma, bir arada yaşayabilme, iç içe geçebilme, komşuluk, güven) buharlaştırdı. Türkiye’yi dünyanın 18. büyük ekonomisi haline getiren bu süreç, toplumun tüm kesimlerinin giderek artan oranda yeni bir riskle tanışmasını sağladı: Üretim sürecinin içinden yayılan bir belirsizlik, esneklik, uçuculuk, gelip geçicilik tüm toplumu boydan boya kapladı (Sennett, 2000). Fırtınanın ortasında istikrar delisi haline gelen bir toplum artık insanlarını “başarı olasılığının pek az olduğunu bile bile korkutucu riskler almaya” zorluyor (Sennett, 2000). Toplumsal zenginliğin üretimi ve yeniden üretimi için toplumun tüm kesimlerinin tedirginlik verici, endişe yaratıcı, kaygı uyandırıcı riskleri üretmek zorunda olduğu bir risk toplumunda[10] yaşıyoruz.
Ancak felaket çağrışımı yapan bu değişimin Türkiye toplumuna bir armağanı da oldu. Ekonomideki göz kamaştırıcı liberalizasyon Türkiye toplumunu özgürleştirdi. Tek bir koşulla: Mikro özgürleşme ancak ve ancak makro özgürlükten feragat içinde ya da makro esaretin kabul edilmesi ve onaylanması içinde mümkün olabilmektedir. Bireyin yapabileceklerinin önünde sonsuz bir okyanus açıldı sanki. Düzeni tehdit etmeyen her şey yapılabilir hale geldi. Siyasi iktidarı fetheden ve toplumsal köklerini derinleştiren dinci gericiliğe rağmen (ya da bizzat bununla birlikte) bireylerin hayatları liberalleşti. Gözlerimizin önünde olağanüstü bir toplumsal-psikolojik değişim yaşandı: Birkaç on yıl önce imkânsız görünen toplumsal çözülme/çürüme belirtileri birkaç yıl içinde her zaman mümkün olan bir şey gibi kabul görmeye başladı.
Yine de bu değişimin Türkiye'ye özgü olmadığını hatırlamak gerekiyor. Dünyanın hemen hemen tamamı 1960'lerden bu yana senkronize bir hareket içinde sanki: 1960ların hareketliliği her yerde az ya da çok kendisini belli etmedi mi? 1980lerin şimdi eğreti gelen giyim kuşam biçimi Tokyo’dan Sivas’a her yerde moda olmadı mı? İşte günümüzde de Türkiye'nin bir dizi ruh ikizleri bulunuyor: Türkiye’de siyasi iktidarın ahlaki vurdumduymazlığı ile Fransa’da Sarkozy’nin, İtalya’da Berlusconi’nin imkânsızdan normale geçivermiş davranışları arasındaki benzerlik ne kadar da dikkat çekici? Mardin’in Bilge köyünde yaşananlar ile Norveç’in Utøya adasında yaşananlar[11] birbirine çok mu uzak? Türkiye'de alkol ve sigaraya karşı yükselen devletlû mücadele hiç de yalnız değil. Benzer bir devletlû mücadele Hollanda’da esrara karşı yükseliyor. Toplumsal dokuda ortaya çıkan şiddet, linç girişimleri, tartışmalar belirli bir ortak doğrultuyu işaret ediyor. Dönemin ruhu, zeitgeist, ahlaki bir hiçlik içinde deviniyor. Hükümet düşürmesi gereken itiraflar, ilişkiler, girişimler normal karşılanıyor. Televizyon ekranlarında muhafazakâr aile görüşleri ile mahrem müstehcenlik kol kola oturuyor. “Bu kadarı da olmaz artık!” denen birçok olay baş döndürücü bir hızla yaşanıyor ama tabiri caizse eğer, zurnanın zırt dediği delik bir türlü gelmiyor. Ahlaki bir vakum olayların etkisini emiveriyor (Zizek, 2011)
Psikiyatrinin konusu olan sorunlar, bu ahlaki vakum içine emilen risk toplumunun ayrılmaz bir özelliği haline geldi. Daha önceleri, bu ahlaki vakum ortaya çıkmadan önce, memnuniyetsizlik az çok tanımlanabilir, bünyede bulunmayan bir bileşendi. Artık ortada dışsal bir memnuniyetsizlik yok; bünyevi bir mutsuzluk var. İşte bu nedenle psikiyatrinin güncellenmiş hali, içinde bulunduğumuz sosyokültürel ve ekonomik ortamı yansıtmakla kalmayan bir konumda: Bünyevi değişim, psikiyatriyi yeni Türkiye'de toplumsal düzenin asli bir bileşeni yaptı.
*
Psikiyatri, tarihinde
hiç olmadığı kadar yoğun bir ilgiye mazhar artık. Yerine göre dört başı mahmur
bir bilimsel alan, yerine göre belirsiz bir arzu nesnesi, yerine göre mistik
bir örtünün altında. Bu farklı ilgilerin yankılarını çevremizde hemen
duyabiliyoruz: Mistik örtü sırrı çözmeye, beni
keşfetmeye çağırıyor; uzmanlar, yaşam koçları, danışmanlar bir arzu nesnesi
olarak beni tarif ediyor; bilimsel alan ise zevahiri kurtarmanın telaşıyla
“Sen yoksun, moleküller var!” diyor.
Ama görünen o ki ilgi katlanarak artıyor. Psikiyatristleri alanının dürüst sözcülerinin
çabalarına ve uyarılarına rağmen, psikiyatri önüne geçilemez biçimde kendisi
olabilmek dışında her şey olmaya doğru evriliyor.
Günümüzde toplumun
ilgisine mazhar olan psikiyatrik hastalıkların prototipini depresyon ve kaygı
bozuklukları oluşturuyor. Tedirginlikler, endişeler, telaşlar ve evhamlar artık
panik atak. Depresyon ise günümüz
liberal esaretinin psikolojik dili gibi. Toplama kampımıza liberal radyodan
günün her saati aynı yayın yapılıyor: “Durma,
koş, yakala, kaçırma, atla, hızlı ol, göster kendini, keyfini çıkar, deli ol
biraz!” Depresyon işte bu liberal dilin öbür yüzü (Davies, 2011). Bu nedenle liberal çağrıyı yerine getirmekte
zorlanan herkes depresyonda. Her
kılığa girebilen bu dilin DSM[12] gibi resmi tanımları yas
tutmak, kederlenmek ve elem içinde olmak gibi duygulara doğru da genişliyor.
Nitekim Amerikan psikiyatrisi önümüzdeki yıl yayınlanacak yeni
sınıflandırmasında yas tutmayı psikiyatrik bir bozukluk olarak tanımlamaya
hazırlanıyor (Kleinman, 2012).
Yine de ortada bir tuhaflık var. Keza depresyon ve kaygıyla ilgili genel söylem, söz konusu durumların herkesi vurabileceği algısını yayıyor. Ana akım yayınlara bakılacak olursa neredeyse başa çıkılması imkânsız bir depresyon virüsü herkesi eşit derecede tehdit ediyor. Gerçekten de risk tüm toplumu boydan boya kat ettiği için depresyon ve kaygı herkesi vurabilir. Hatta kimi görüşlere göre söz konusu sorunlar günümüz toplumunun belirsizlikleriyle en çok boğuşan kesimlerinin, yani risk alan ve uluslar arası piyasaların dalgalanmalarıyla en çok boğuşan girişimci kesimlerin hastalığıdır. Ancak gerçek biraz farklı: Depresyon virüsü herkesi vurmakla birlikte bazılarını daha çok vuruyor.
19. yüzyılda klinik tablolardan sorumlu olan mikro-organizmaların keşfi tıp dünyasında yeni bir sayfa açmıştı. Bu sayede hastalık etkeni net olarak tanımlanabiliyordu. Örneğin verem hastalığının müsebbibi MycobacteriumTuberculosis isimli bakteriydi. Psikiyatride ise hastalıkların kendisi kadar hastalıklara neden olan etkenler de çok karmaşıktır. Kliniğe yansıyan tablodan sorumlu tutulabilecek tek bir neden saptamak neredeyse imkânsızdır. Görünen o ki onca çabaya rağmen psikiyatride yeni bir TreponemaPallidum bulmak mümkün değildir.[13] Ancak, belki de etken yanlış bir yerde aranıyordur. Çünkü herkesin maruz kaldığı, bizzat yaşanan sürecin kendisine dönüşmüş bir etkeni tablonun kendisinden ayırt etmek pek mümkün olmayabilir. Her yerde bulunan bir özelliği incelemenin en uygun yolu etkene maruz kalma dozunu belirlemektir. Örneğin “bireysel hayatları atomize eden şehir hayatı” diye bir etken olsun. Herkesin şehirde yaşadığı bir ortamda böylesi bir etkeni incelemenin en verimli yolu, etkene ne kadar maruz kalındığına bakmaktır.
Üretim sürecinin içinden yayılan ve hayatın her alanında kendisini yeniden üreten bir risk çoktan dışsal ve tanımlanabilir bir ajan olmaktan çıktı. Tüm toplumu çaprazlamasına boydan boya kat eden, her bir hücresine sinen bir psikolojiye dönüştü. Ancak Yeni Türkiye’nin ahlaki vakum içinde debelenen toplumunda psikoloji eşit bir dağılım göstermiyor. Risk temel olarak eğik düzlemin dibinde birikiyor. Psikiyatrik hastalıklar ya da sıkıntılar, temel olarak, daha ana rahmine düştükleri andan itibaren belirsizliği, güvencesizliği ve geleceksizliği yaşamaya başlayan ve hayatın her döneminde kapitalist toplumun farklı risklerini yeniden ve yeniden göğüsleyen toplumsal kesimlerin bir parçası. Risk altında olanlar, o geniş toplumsal safrayı oluşturan vasıfsızlar, yerinden yurdundan edilenler, kadınlar, çocuklar; dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisinin büyüttüğü eşitsizliğin gayya çukurunda birikenler.
*
Yine de tüm bu göstergelerin, izdüşümlerinin ve yansımaların gerisinde ne
olmaktadır da klinik anlamda zorluk yaşamayan insanlar dahi bize ihtiyaç duymaktadır? Başka bir
ihtiyaçtan yola çıkarak bu arayışı anlayabiliriz belki de.
İstatistik ilginç bir bilimdir: Anlamı olmayan ilişkiler bile anlamlı bulunabilir. İstatistiksel araştırma kurumları ise anlamlı ilişkileri önemsizleştirmeye yarar ve nihayetinde yanlış bilginin kök salması için uğraşır. Günümüzün işsizlik istatistikleri gerçeğin bir kısmını anlatırken işsizliği gizlemeye yaramıyor mu? İstatistik kurumları örneğin geçici işçileri, kısmi süreli çalışanları, iş aramayı bırakmışları ve hiçbir zaman iş aramamışları işsiz olarak tanımlamıyor. Bu nedenle resmi işsizlik istatistiklerinden sonra bir de gerçek işsizlik oranlarının hesaplanması gerekiyor.[14] İşte bu istatistik kurumları son yıllarda ulusal mutluluk ve memnuniyet istatistikleri yayınlamaya başladılar (Davies, 2011). Türkiye İstatistik Kurumu 2003 yılından beri her yıl Yaşam Memnuniyeti Araştırması yapıyor. Bir tek Türkiye’de değil belli başlı tüm ülkelerde resmi mutluluk oranları yayınlamak, rutin bir istatistik işi haline geldi. Artık ulusal gelişim, toplumsal refah, bu göstergeler üzerinden değerlendiriliyor.
İşsizlik örneğinde olduğu gibi resmi istatistiklerin temel işlevinin anlamlı ilişkilerin anlamsızlaştırılması olduğunu düşünüyorsak memnuniyet istatistiklerinde de aynı görev bilinciyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmemiz gerekiyor. Resmi işsizlik oranlarının aslında istihdamın genişlemeyen toplumsal tabanını anlattığını görebiliyorsak eğer resmi memnuniyet istatistiklerinin de gündelik hayata giderek yerleşen mutsuzluğu anlattığını görebiliriz. Bu durumda resmi istatistiklerin istemeyerek anlattığı gerçeği kabul edebiliriz sanırım: Bize duyulan ihtiyaç hayata içkinleşen, hayatın kendisi haline gelen memnuniyetsizliğe çare arayışından çıkmaktadır.
Ekonomik refah ile psikiyatrik sorunlar arasındaki ters orantısal ilişkiyi hatırlatmak istemem ama yine de yeni Türkiye ile hayata içkin memnuniyetsizlik yan yana gelince ister istemez soru şekilleniyor: Yıllardır iyi giden ekonomiye, azalan mutlak yoksulluğa rağmen insanları psikiyatriyi ilk yardım kutusu olarak görmeye iten bu memnuniyetsizlik nereden çıkıyor?
Bu noktada daha eşitsiz toplumların ödediği bedel fikir verici olabilir; çünkü geliri ne kadar yüksek olursa olsun, bireylerin sağlığı eşitsizliğin daha yüksek olduğu ülkelerde (örneğin ABD) eşitsizliğin daha düşük olduğu ülkelere göre (örneğin Küba) daha kötü oluyor. “Zengin ülkelerdeki sorun, toplumların yeteri kadar zengin olmamasından (ya da çok fazla zengin olmasından) kaynaklanmıyor. Sorun her bir toplumdaki insanlar arasında, yaşamsal nitelikteki özellikler açısından çok büyük farklılıklar bulunmasından kaynaklanıyor.” (Wilkinson ve Pickett, 2009) Bir ülkedeki toplumsal eşitsizlik arttıkça kişinin toplum içindeki durumunun ne olduğu önem kazanıyor. Çünkü günümüz kapitalist toplumlarında bazı kişiler her şeye dönüşürken diğerleri ise hiçe dönüşüyor. "Eşitsizlik arttıkça bu duruma toplumsal konum için artan rekabet ve dolayısıyla kaygı eşlik ediyor." (Wilkinson ve Pickett, 2009) Kaygı ise bedensel işleyişi etkileyen bir zorlanma durumuna yol açıyor. Hormonlar etkileniyor örneğin. Hücreler, damar duvarları, sinir hücrelerinin uzantıları ve diğerleri etkileniyor. “Sağlığı etkileyen stresin önde gelen kaynaklarının hepsi birbirimizle huzurlu ve güvende hissedip hissetmediğimizle ilgili.” (Wilkinson ve Pickett, 2009) Yeni Türkiye’de artık daha çok para var ama gündelik hayatın içinde bir parça huzur ve güven de artık sadece satın alınabiliyor.[15]
Böylesi bir yeni zamanda gerçekte varolan psikiyatri ne yapıyor? Tamircilik mi? Yol göstericilik mi? Özgürleştiricilik mi? Psikiyatri özellikle uzun seyirli olan ve tekrarlayan bazı durumlar (yineleyici depresyon, manik-depresfi bozukluk, psikotik bozukluklar, madde kullanımına bağlı bozukluklar) için bazı sosyal yaşam pratiklerinin (aile, okul, iş) ‘tamircisi’ olan bir sosyal yaşam pratiğidir (Tura, 2011). Bu durumlarda psikiyatri diğer sosyal yaşam pratiklerinde tam olamayacak bir iyilik haline ulaşmayı ya da korumayı amaçlar. Bu nedenle psikiyatrist örneğin ilaç tedavisinin gerekliliğine kişinin rızası dışında karar verebilir. İkili insan ilişkilerinde zorluklarla karşılaşma gibi “sosyal uyum gösterme konusunda ciddi sorun yaşayanlar” için ise psikiyatri direktif ve dayatmacı değildir, daha özgürlükçüdür: “Üstelik toplumsal yaşam pratiklerinin korunmasından çok çoğunlukla kişinin kendi sorunlarının farkına varması ve kendi çözümünü üretmesi hedeflenir.” (Tura, 2011). Ne yazık ki psikiyatrinin özgürleştirici, farkına vardırıcı yanı o kadar güdük kalmış durumda ki! Zaten kişide farkındalık yaratan ve kendi çözümlerini üretmesine olanak sağlayan bir terapide bile terapötik “başarı” hastanın “normalleştirilmesi”, mevcut toplumun “normal” işleyişine uydurulması değil midir (Zizek, 2002)? Yeni Türkiye’de psikiyatrinin yeri bir normale uyum tamirhanesini andırıyor ve bu yer makinenin bünyesiyle ilgilenmeyi dışlıyor. Önünüze bozuk bir aksam geliyor, düzeldiği kadar düzeltiyorsunuz, çarkların arasına geri koyuyorsunuz ve makine çalışmaya devam ediyor. Bu öyle bir çark ki bazı denklemler ne kadar haklı olursa olsun ağırlığını kaybediyor: “Yabancılaşmış bir toplumda terapi son kertede başarısız olmaya mahkumdur.” (Zizek, 2002) Bugün psikiyatri yabancılaşmış değil yabancılaşmayı seven, arzulayan ve tepe tepe yaşayan bir toplumda yükselmektedir.
Değiniler
Davies, W. (2011). The
Political Economy of Unhappiness. New Left Review, 71: 65-80.
Emül, M., Dalkıran, M., ve ark.
(2010). Tıpta uzmanlık sınavına hazırlanan öğrencilerin psikiyatri asistanlığı
hakkındaki tutumları. Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler
Dergisi, 23: 223-229.
Kessler, R. C.,
Aguilar-Gaxiola, S., Alonso, J. ve ark. (2009). The global burden of mental
disorders: An update from the WHO World Mental Health (WMH) Surveys. Epidemiol
Psichiatr Soc, 18: 23-33.
Kleinman, A. (2012). Culture, breavement,
and psychiatry. The Lancet, 379:
608-609.
Moncrieff, J. (2008). The
Myth of the Chemical Cure: A Critique of Psychiatric Drug Treatment.
London: Palgrave Macmillan.
Murray, C. J., Lopez, A. D.
(1996). Global Burden of Disease: A comprehensive assessment of mortality
and disability from diseases, injuries, and risk factors in 1990 and projected
to 2020. New York: Harvard School of Public Health.
Nesser, M. (1995). The rise and
fall of anti-psychiatry. Psychiatric Bulletin, 19: 743-746.
Sağlık Bakanlığı (2006). Türkiye
Hastalık Yükü Çalışması 2004. Ankara: Sağlık Bakanlığı Refik Saydam
Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığı Hıfzısıhha Mektebi Müdürlüğü.
Sennett, R. (2000). Karakter
Aşınması - Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerine Etkisi. (Çev. Barış Yıldırım)
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Tura, S. M. (2011). Psikiyatri
Meselesi. Madde ve Mana içinde. İstanbul: Metis Yayınları. Sf. 237-258.
Volkan, V. D. (2010).
Türkiye'de Psikanaliz ve IPA. Divanda Kılıç Dövüşü içinde. İstanbul:
Bilgi Üniversitesi Yayınları. Sf. 3-16.
Wilkinson, R., Pickett, K.
(2009). The Spirit Level: Why More Equal Societies Almost Always Do Better.
London: Allen Lane.
Wittchen, H., Jacobi, F., Rehm,
J., ve ark. (2011). The size and burden of mental disorders and other disorders
of the brain in Europe 2010. Eur Neuropsychopharmacol, 21: 655-679.
Zizek, S. (2002). Öznenin Bir
Nedeni Var mıdır? Kırılgan Temas içinde (Çev. Tuncay Birkan). İstanbul:
Metis Yayınları. Sf. 19-44.
Zizek, S. (2011). Kıyamet
Kapıda. Ahir Zamanlarda Yaşarken içinde (Çev. Erkal Ünal) İstanbul:
Metis Yayınları. Sf. 383-427.
[1] Reel
sosyalizm sonrası dünyada psikiyatri ve psikoterapinin çatışmalı bölgelerdeki
ilginç maceraları için: Volkan, V (1999) Kanbağı – Etnik Gururdan Etnik Teröre.
Bağlam Yayınları, İstanbul.
[2] Ekrandaki değişimi ilk olarak Çocuklar
Duymasın dizisi 2001 yılında verdi: Yeşilçam’ınkendisi de kırık olan doktoru
gitti yerine hoş ses tonuyla, huzurlu bir ortamda öğütler veren, yol
gösterenbir psikolog geldi.
[3] Mart
2012 tarihinde www.idefix.com adresinde
kişisel gelişim kategorisinde 2013, psikoloji kategorisinde 824,
psikiyatri-psikoterapi kategorisinde 429 kitap bulunmakta.
[4] Nöropsikiyatrist Oliver Sacks’ın
kitaplarının neredeyse tamamı Türkçe’ye çevrildi; “Kendisini Şapka Sanan Adam”
kitabı ise 12 baskı yaptı.
[5] Bu
tartışmalarda seslenilen muhatabın toplumdan çok Sağlık Bakanlığı olduğunu ve
bakanlığın da mesleki görev ve yetkileri belirlemek konusunu mümkün olduğunca
sürüncemede bıraktığını hatırlatmak gerekiyor.
[6] International
Psychoanalytical Association (IPA) 1910 yılında Sigmund Freud tarafından
kuruldu. Birlik günümüzde psikanaliz topluluğunun en önemli referans ve onay
mercii konumunda.
[7] World
Psychiatric Association (WPA), 1950 yılında kuruldu. Günümüzde 150’ye yakın
ülkeden psikiyatri derneklerini kendi çatısı altında barındırıyor. Birlik kendi
alanında giderek daha fazla önem kazanıyor ve son yıllarda Dünya Sağlık
Örgütü’yle etkin çalışmalar yürütüyor.
[8] Sağlıkta
dönüşümün sağlık çalışanlarına ve tabii ki psikiyatristlere verdiği büyük
hediyeyi hatırlatmadan geçemem: Tükenmişlik. Bugün Türkiye’de çalışan
psikiyatristlerin büyük bir çoğunluğu günde 40 ile 120 arası görüşme (!) yapmak
zorundadır. Sonuç ise yabancılaşma, bedensel yorgunluk ve duygusal tükenmedir.
[9] Nedense
1968'i tarif eden Rolling Stones şarkısı için Street Fighter Man öne
çıkarılır. Ancak dönemin havasına en çok uyan şarkı I Can't Get No
Satisfaction değil midir? Tam da şarkıda bahsi geçen tatmin olamama hali
önce başkaldırıyı ve sonra da düzenin kendisini yeniden tesis etmesini
sağlamadı mı? Bknz.: Ali T (2008) Where Has All The Rage Gone? The Guardian, 22
Mart (http://www.guardian.co.uk/politics/2008/mar/22/vietnamwar); Zizek S
(2008) The Ambigious Legacy of 68. In These Times (http://www.inthesetimes.com/article/3751/the_ambiguous_legacy_of_68/)
[10] 1990lı
yıllarda Ulrich Beck tarafından günümüz kapitalist toplumunun getirdiği
belirsizlikler ve bahtsızlıklar için ortaya atılmış bir kavram.
[11]
Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde 4 Mayıs 2009 tarihinde, akşam
21:30 civarında yüzleri maskeli 5-6 korucu, nişan törenine katılan insanları
bir odaya topladıktan sonra kurşuna dizdi. 44 kişi öldü, 17 kişi yaralandı. 22
Temmuz 2011 tarihinde Norveç’in başkenti Oslo'da öğleden sonra 15:30 sıralarında
Sosyal Demokrat Parti’nin Utøya adasında bulunan geleneksel yaz kampı polis
kıyafeti giymiş olan Anders Breving tarafından basıldı ve saldırıda 69 kişi
öldü, 66 kişi yaralandı.
[12] Dignostic and
Statistical Manual of Mental Disorders (DSM): Amerikan Psikiyatri Birliği
tarafından ilk kez 1952’de yayınlanan ve günümüze kadar beş kez değiştirilmiş
olan psikiyatrik hastalıkları tanımlama ve sınıflama sistemi.
[13] Treponema Pallidum sifilize
neden olan bir bakteridir. Beyin tutulumu, düşünce bozukluklarının bulunduğu psikiyatrik
bir tablonun oluşmasına neden olur. Tedavisinde penisilin kullanılır ve tam
tedavi sağlanır.
[14] Böyle
bir hesaplama için bknz.:soL Haber Portalı, “İşsizlik Gerçekte Ne Düzeyde?” 15.12.2011, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/issizlik-gercekte-ne-duzeyde-haberi-49400
[15] Bu
konuda rezidans reklamları oldukça dile vurmuş bir içerik sunuyor. Bazı
firmalar “yaşam mimarı”, bazıları “geleceği şekillendiriyor”, bazıları
“hayalimizdeki yaşama ulaşacağımız yeri” sunuyor ve temel olarak huzur
pazarlıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder