30 Aralık 2012 Pazar

Satanistler kimlerdir ve nerelerde yetişirler?

Elvis Presley’in şeytanın elçisi olduğunu biliyor muydunuz? Ya bilumum zenci cazcının? Ya da kasaba kasaba dolaşan Çingene müzisyenlerin? Dini bütün Amerikalıların ‘İsa’dan daha çok tanınıyoruz’ diyen John Lennon için benzer sıfatlarla gösteriler düzenlediğini?


Anglo-sakson muhafazakarlığı, sanat olsun, müzik olsun düzenin olağan işleyişini bir süreliğine de olsa askıya alan her girişime karşı benzer bir söylem kullanmıştır. Şeytan bu sağ ideolojinin hep önemli bir parçası olmuştur. Yeri gelmiş kitleleri korkutmuş, yeri gelmiş harekete geçirmiş ama sonuçta korku sayesinde onları düzene ikna etmiştir.

Bu popüler siyaset malzemesi, yani şeytan ve onunla ilgili kavramlar, nihayet ülkemizin sağ siyasi jargonuna da yerleşti. Dönmeler vardı, Ermeniler vardı, ateistler vardı; şimdi nihayet şeytan, satanist, Zerdüşt gibi kodlamalar da bu saldırgan lügatteki yerini aldı.

Peki kimdir bu satanistler?

22 Aralık 2012 Cumartesi

Gelecek henüz yazılmadı!

Şarkı bittiğinde okul yemekhanesi yıkılmasa bile alkış tufanı içinde inliyordu. Ön sıralarda şaşkınlık, öfke ve homurtu vardı ama uzun bir koridor biçimindeki salonu dolduranların tezahüratları dinmiyordu.


En arkadakiler masaların üzerine çıkmış bir yandan alkışlıyor, bir yandan çığırıyor ve bir yandan da şarkıyı tekrar dinlemek istiyorlardı . Telaş, heyecan ve korkuyla yarım yamalak bir selam verip arka kapıdan yatakhaneye doğru koşar adım sıvıştığımızı hatırlıyorum. Geride, parça tesirli bir şarkı bırakmıştık.

24 Kasım öğretmenler günüydü. Günün anlam ve önemine dair konuşmalardan ve şiirlerden sonra okulun yarı-resmi grubu olarak dört-beş şarkı çalacaktık. Seçtiğimiz şarkılar arasında Gesi Bağları’nın ve Çanakkale Türküsü’nün yer aldığını hatırlıyorum şimdi. Üç gitar, bir org ve bir vokalden oluşan Morduman grubu olarak okul yemekhanesindeki konser için sıkı çalışmıştık. Hatta belirlediğimiz şarkılara kendi çapımızda yeni ve özgün yorumlar da katmıştık. Hazırlıklarımızdan sorumlu olan öğretmenimiz okul kütüphanesindeki çalışmalarımıza ara ara katılır ve sıkılmaktan iyice büzüşmüş kravatını gevşeterek bizleri teftiş ederdi.

Ama kimsenin bilmediği bir hazırlık içindeydik. Konseri, yönetime bildirdiğimiz repertuarda yer almayan bir şarkıyla bitirmeye karar vermiştik. Gizli hazırlığımız bir sürpriz için değil daha çok bir şok hareketi içindi. Otoriteye karşı mini bir sabotaj peşindeydik.

Güç Belâ, Osmanlı

Bir ülkenin egemenleri siyasi söylemlerinde demokrasiyi ne kadar çok anıyorsa o ülkede en temel haklar o kadar çok gasp ediliyordur. İktidar sahipleri özgürlüğü ne kadar çok parlatıyorsa esaret o kadar çok yayılıyordur. Ekonomik büyüme ne kadar çok övülüyorsa eşitsizlik o kadar çok artıyordur. İktidardakiler adaleti tesis ettiklerinden ne kadar çok bahsediyorsa, hukuk o kadar çok çiğneniyordur. Ve geçmiş ne kadar çok yüceltiliyorsa bugün o kadar çok kaybediliyordur.

Bir süredir geçmiş bombardımanı altında yaşıyoruz: Tarih, kurmaca diziler üzerinden tartışılıyor ve yazılıyor; ecdat gerçekliğe sığmayacak ölçüde şişiriliyor; övgüler düzülen saltanatın tuğraları her yere takılabilen aksesuarlara dönüşüyor.

Anlaşılan o ki siyasetin gündeminde kendisine merkezi bir yer bulan geçmiş toplumsal hayatta da bir yerlere dokunuyor. Politik bir hedef olduğu kadar ideolojik bir seslenme olan Osmanlı, günümüze dair sıkıntıların ve arayışların bir alameti olarak düşünce dünyalarını meşgul ediyor.

13 Aralık 2012 Perşembe

İdeolojinin kara delikleri


Kara delik derken "her türlü maddenin ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan" yoğunlaşmış maddeyi kastediyorum. Kara deliklerin güçlü çekimini ve yoğunlaşmışlığını ideoloji çözümlemelerine de uygulayabilir miyiz? Sanırım deneyebiliriz.

Bazı kelimeler vardır. Bazı tavırlar, jestler, söylemler, kalıplar, rutinler. Tüm bunlar ve benzerleri kendilerine yönelen eleştiriyi içine alan, yutan ve etkisizleştiren bir etkiye sahiptir. Örneğin Erdoğan'ın Davos'taki one minute çıkışı böylesi bir kara deliktir. Yüksek bir çekim gücüne sahiptir. Kendisine yönelen her eleştiriyi yutar ve etkisizleştirir. Hatta yutmakla da kalmaz, o eleştiri tam da eleştirdiği, tutarsızlığını ortaya çıkarmaya çalıştığı durumun, olayın altını çizer. Deyim yerideyse gücüne güç katar.

Örneğin siyasi bir söylem olarak demokrasinin de yutucu ve etkisizleştirici bir yanı vardır. Herkes demokrasiden bahsedebilir, demokrasi isteyebilir. Ama sağın ya da solun demokrasi söylemini sınıflara dayanan yanından değil de başka bir yönden, örneğin demokratik haklar yanından eleştirmeye kalkıştığınızda demokrasi kavramı etrafında kurulmuş olan toplumsal söylem eleştirinizi yutar ve etkisizleştirir.

Egemen siyasetin demokrasi söylemini etkisizleştirmek ve ideolojiniz, siyasetiniz için kurucu bir öğeye çevirmek istiyorsanız hiç tereddüt etmeden tek bir şey yapmalısınız: Egemen demokrasi söylemine tutarsız olduğu tek yerden yani sınıfsal arkaplanından yaklaşmanız gerekir. Sınıfsal arka planı atladığınız zaman ise eleştiriniz egemen söylem tarafından bir tek yutulmakla kalmaz bir de egemen demokrasi söylemini güçlendirmiş, beslemiş olursunuz.

4 Aralık 2012 Salı

Altı Şarkıda Piyasaya Düşmek ya da Düşmemek

Öncelikle, arkadaşlarımı kutlamama izin verin; önemli bir meseleye dair can alıcı bir uyarı yayınladıkları için. Hemen ardından da kolaylıklar dilememe izin verin. Köşelerinde demlenip gitmek varken onca yıldan sonra kendilerini politik müzik kulvarına attılar.


Bandosol'un 'Piyasaya Düşme!' albümünden bahsediyorum.

Biz dinleyiciler genelde şarkıların, albümlerin ortaya çıkış aşamasını, sancılarını, heyecanlarını pek bilmeyiz. Şarkıları ilk duyduğumuzda tereddütler, tartışmalar, vazgeçişler çoktan geride kalmış olur. Bandosol albümü ise benim için biraz farklı. Şarkıların ardındaki süreci uzaktan da olsa az çok biliyorum.

Bandosol ekibi, müziğe sıfırdan başlamadı. Ama oraya çok yakın bir yerden yola çıktılar. Politik mücadeleye müzikle başlamadılar ya da müzik onları politik mücadeleye taşımadı. Yıllardır içinde oldukları politik mücadele onları müziğe taşıdı. Çok güzel flüt çalıyorlardı, yetinmediler, saksafon eklediler enstrümanlarına. Gitar çalıyorlardı, perdesiz bas gitar eklediler.

Duvarların yıkıldığı, köşelerin dönüldüğü, herkesin ve her şeyin piyasaya düştüğü bir dönemde onlar ‘bırak bu işleri’ ayartıcılıklarına aldırmadan devam ettiler. Arkadaşları, dostları zamanla şiirlerden, şarkılardan vazgeçti. Birçoğu akıllarını gündelik telaşlara, endişelere, konfora, bahanelere kaptırdı, yitti gitti. Onlar ise siyasette ve müzikte inat ettiler.

Piyasaya nasıl düşüldüğüne dair oldukça deneyimliler yani. Bu nedenle meseleye tam da en can alıcı yerinden girmeyi tercih etmişler. Ne de olsa bir insanın (ki bu insan herhangi bir insandır, mutlaka solcu, devrimci, sosyalist olması gerekmiyor) piyasaya düşmesinde kritik aşama 'bu işler böyle gelmiş böyle gider, fazla kasmamak lazım' demeye başlaması değil midir? Bu akıl tutulması insanın en başta kendisine kazık atması değil midir? İşte bu nedenle ‘Piyasaya Düşme!’ çok da yerinde bir uyarı. Çünkü piyasa, çeşitli kılıklara bürünerek, çaktırmadan içimize işleyiveriyor ve birçoğumuz da 'uçuyorum' diye havalara girerken aslında düşmekte oluyoruz.