Mircan Kaya, neredeyse her şarkısını bir hikayeye dönüştüren, her şarkısı bir film karesine eşlik edebilecek bir müzisyen. 2008 tarihli Once Upon A Time In Mingrelia albüm-kitabı için "şarkılar ve hikâyeler, bazen de anılar, mırıldanmalar birbirini izlerken kimi zaman da müziğin içine bir gerilim gelip yerleşiyor. Kayıp zamanın, ağıta dönüşemeyen donmuş bir hali gibi." demiştim. Geçen yıl Gülten Akın şiirlerini besteleyerek hazırladığı albümü, elixir de bir hikaye denizi gibi. Daha önceki albümlerinde yaslandığı caz, rock, folk bileşiminin yerini bu sefer -Gülten Akın şiirlerinin etkisiyle olsa gerek- geleneksel sanat müziği motifleri almış. Gülten Akın'ın dizelerinde kendilerine yer bulan hikayeler Kaya ve ekibinin ezgileriyle canlanıvermiş. Albümde yer alan tüm şarkılar bu sinematografik canlılığı taşırken özellikle "B....... İçin İlahi" ve "Bunalan Ozan İlahisi" ezgileri diğerlerinden biraz daha fazla öne çıkıyor. Diğer albümler gibi elixir de Mircan Kaya'nın kendi yapım firmasından yayınlanmış. Müziğe adanmış bir idealizmle üretimde bulunmayı amaçlayan firmasında (Kataloglanmamış Müzik) piyasanın öğütücülüğünde kaybolup gidecek üretimler için de yer bulunuyor.
Sanatsal yaratıcılık bir tür büyücülük gibi ve elbetteki büyüleyici bir yanı var. Sanat dile gelmeyeni, farkedilmeyeni, henüz doğmamış olanı elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur hale getirmenin, ifade etmenin insani hallerinden birisi değil mi? Müzik yolculuğunu tarif ederken Mircan Kaya da benzer bir büyünün içinden konuşuyor: "Her şeyden müzik süzebiliyorum. Arının çiçeklerden, ağaçlardan, doğadan bal yapması gibi." Ama sanatsal yaratıcılığın mucizevi, öznel yanını abartınca bir başka tehlike beliriyor sanki. Sanatta, kişinin kendisini ve yarattığı eseri bilinçli ve bilnçsiz yüceltmesini sağlayan mistisizm, mistik göndermeler hep içtenliksiz gelmiştir bana. Bir tür körlük bulmuşumdur sanatını mistisizmle süsleyenlerde. Sanki ortada açıklanamayacak bir tılsım, rastlantılar dizisi vardır da herşey esrar perdesinin ardındaymış gibi kurarlar cümlelerini.
Sorunun mistisizmde olduğunu da düşünmüyorum. Sanatsal yaratıcılığın bir tür vecd hali, kendinden geçme, büyüsel yanı var. Ama sorun zaten hakikatli bir mistisizmden çok sanatsal uğraş içinde olanın kaçtığı "-mış gibi" mistisizmde. Sorun "tılsım, esrar, büyü" diye diye sanatçının kendi kaçtığı deliğin basitliğini, sıradanlığını eşsizleştirmesinde. Halbuki dinleyicinin çıkıp bu kibir gibi görünmeyen bohem kibire "hadi oradan" demesi gerekiyor. Ne yazık ki en konduramadığımız müzisyende bile böyle bir abartı çıkıveriyor. İncelikle işlenmiş bir şarkının bestecisinin, günlerinize işleyen sözlerin yazarının iş konuşmaya, demeç vermeye gelince çuvallaması ne büyük bir uyuşmazlıktır. Kendi adıma, örneğin Nejat Yavaşoğulları'nın konuşmalarında, röportajlarında çok yaşarım bu uyuşmazlığı. "O sözleri yazan kişi bu ortalama, sıradan, renksiz, işi idare eden konuşmayı yapan kişi mi gerçekten?" diye düşünürüm kendi kendime. Mircan Kaya da "Asıl mesele, köklerden yola çıkıp dünya vatandaşlığı boyutuna geçe bilmek ve öyle hissedip yaşayabilmektir." demiş yukarıda alıntı yaptığım röportajda. Tuhaf.
Genelde yazarlar, şairler için geçerli olduğunu düşünürdüm. Kitabını, satırlarını, mısralarını sevdiğiniz ve bu nedenle de aklınızda belirli bir yere koyduğunuz yazarla bir gün karşılaşırsınız. Ve o yer paramparça olur. Karşınızda olağan zamanlarınızda arkadaş bile olmayacağınız bir kişinin dikilmekte olduğunu görürsünüz ve bir sersemleme olur. Aklınızdaki o satırlar, mısralar sersemler; siz sersemlersiniz. Çünkü artık o yer dağıtılmıştır; bir daha o yere dönemeyeceksiznizdir. Kitabı elinize aldğınızda içinizde bir ses, bir yer "yalanmış" diyecek. Buruk. Ne zaman sevdiğim bir yazarla karşılaşacak olsam bir çekingenlik olur üstümde, fazla yakınlaşmak istemem ve mümkünse karşılaşma durumundan çabucak kaçmaya çalışırım. İçimdeki o yeri korumak güdüsü de denebilir buna.
Müzisyenlere de uygulamak lazım bu koruma güdüsünü. Düşünsenize, siz bir şarkı dinlemişsiniz ve o şarkıya, o ezgiye günlerinizi, gecelerinizi, içnizdeki duyguları, heyecanı, acıyı, özlemi, öfkeyi, hasreti, kaderi işlemişsiniz. Hani, şarkı bir tür duygudaşlık yaratmış bestecisi, seslendireni ya da yorumcusuyla aranızda. Hani, elinizde fursat olsa o arkıyı yaşadığınız olay, durum, hissettiğiniz duygu için siz çıkıp çalacaksınız, siz besteleyeceksiniz. Öylesine sizin olmuş, siz olmuş şarkı. Ama sonra bir konsere gidiyorsunuz, bir röportaj okuyorsunuz, bir yazısına denk geliyorsunuz ya da kader bu ya, bir şekilde karşılaşıyorsunuz şarkıyı aklınıza kazıyanla. Ve anlıyorsunuz ki ortada ne bir duygudaşlık var, ne de vakurluk. Altı üstü bir "-mış" hali.
Çok iyi geldi bu yazı sabah sabah. Nejat Yavaşoğulları saptaması da cuk oturdu. Bu güne bir çentik...
YanıtlaSilBu yazı hakkındaki mütevazi fikrimi sunacak olursam: Yazdıklarınıza zerre kadar katılmamakla beraber şu detayları vermek zorunda hissediyorum kendimi: Bir insanın tek bir cümlesinden bu denli ayruntılı ve "bohem kibir", "-mış hali" gibi çıkarımlara varmak ne denli doğrudur pek bilemiyorum açıkçası. "Her şeyden müzik süzebiliyorum. Arının çiçeklerden, ağaçlardan, doğadan bal yapması gibi." ifadesinden sanki bunu söyleyen kişiyi tanıyormuşcasına, üstelik "Asıl mesele, köklerden yola çıkıp dünya vatandaşlığı boyutuna geçe bilmek ve öyle hissedip yaşayabilmektir." cümlesiyle çelişiyormuş gibi saçma bir anlam çıkarımı yapmış, üstüne "geçebilmek" kelimesini de yanlış yazmışsınız. Böyle genellemelere varmadan önce, eğer iletmek istediğiniz noktayı bir insan ya da çalışma üzerinden iletmek istiyorsanız önce kendi temelsiz fikirlerinizi temellendirmek adına hakkında yazdığınız insan veya çalışma hakkında detaylı bilgi edinmek zorundasınız. Aksi halde iletmeye çalıştığınız ve o örnek üzerinden genellemeye çalıştığınız şey bu yazıda olduğu gibi tek bir cümle veya röportaja bağlı kalıp dayanaksız bir tenkitten öteye gidemez.
YanıtlaSil