2010'un en önemli keşfi hiç kuşkusuz Yıldız İbrahimova'nın bu şahane albümüydü. Dostluk, dostlar sağolsun. Sanırım bir ömürlük misafirimiz için bundan daha güzel bir hediye olamazdı. Albümü hemen hemen her sabah ve akşam ailece çevirip çevirip dinledik, dinliyoruz. İbrahimova da kızını, annesini, yeğenini yanına alıp sırtını eşine dayamış ve genç Cumhuriyet'in unutulmaya yüz tutmuş çocuk şarkılarını yeniden hayata döndürmüş. Bir tek şarkıları diriltmekle kalmamış, insani duyguları, emeğin kutsandığı bir tarih dilimini, toplumsal aklın insanı köreltmediği bir aralığı da ölü yatağından kaldırmış. Şarkılardaki armonik işçilik ve orkestra uyumu ise değme caz albümlerine taş çıkartacak cinsten. Gerçi bir iki şarkıda kulağı tırmalayan bazı sözler ver; onları da ulus devlet inşasının kantarın topuzunu kaçıran heyecanına verebiliriz. Diğer yandan albümde yer alan 17 şarkı daha sonra enstrümantal olarak da yer almakta. Çocuklar da şarkıları kendileri de söylebilsin diye. Çok sevdik biz bu albümü, çok.
14 Aralık 2010 Salı
4 Aralık 2010 Cumartesi
Avanti Musica III: Aramızda dolanan hayaletler
Sanatsal yaratıcılık bir anlamda büyücülükse eğer, Robert Wyatt da 1960'lar İngiliz rock camiasının en ışıltılı büyücülerinden birisiydi. O dönem, müzikte sınırları zorlayanların dönemiydi ve bir avuç insan hep beraber, sınırları sürekli olarak daha ileriye götürüyorlardı. Wyatt’ın vurmalılarının başında oturduğu Soft Machine grubu, Pink Floyd’la birlikte 60ların İngiliz psychedelic rock müziğinin daha derinlikli bir içerik kazanmasını sağlamıştı.
Ama sonra 1970'ler gelince, bir önceki on yılın arayışlarını silip süpüren bir tutuculuk belirleyici olduğunda tüm büyücüler birden kırpılıp biçilen yıldızlara dönüştü. Wyatt’a ise hem arayışları hem de hayat bambaşka bir yol açtı. 1973’te bir parti sırasında üçüncü kattan düştü ve o kazadan sonra hayat boyu eşlikçisine dönüşen tekerlekli sandalyesiyle buluştu.
Gilad, hava döndü mü gerçekten?
Erdoğan’ın Davos’ta yaptığı çıkışta da andığı Gilad Atzmon, medya tarafından daha çok anti-siyonist olarak görülen bir isim. Grubunun ismi, Filistin yönetiminin Kudüs’teki yönetim binasının adını taşıyor. Çünkü Atzmon 20. yüzyılı ve günümüzü yalanlar ya da uydurma hikâyeler üzerine kurulmuş bir düzen olarak görüyor. Bu nedenle grubun albümlerinden bir tanesi ekseni kaydırılmış 20. yüzyılı yeniden düzenlemeye adanmıştı. Zaten Batılı caz standartlarını doğulu bir havayla, yanık yanık çalarken öfkesini notalarda gezdiriyor. Bir Yahudi halk şarkısı yerlerinden yurtlarından edilmiş Filistinlilerin ağıtına, haykırışına dönüşüyor.
Gilad Atzmon, Orient House Ensemble’ı İsrail’i terk edip yerleştiği Londra’da 2000 yılında vurmalılarda Asaf Sirkis, piyanoda Frank Harrison ve basta Oli Hayhurst’la birlikte kurmuş. Dörtlü farklı müzisyenlerle işbirliği yaparak altı albüm yayınladı, birçok ülkede konserler verdi, farklı ödüller kazandı ve hem müzik dünyasında hem de siyasal arenada sürekli ilgi topladı.
Gilad Atzmon, Orient House Ensemble’ı İsrail’i terk edip yerleştiği Londra’da 2000 yılında vurmalılarda Asaf Sirkis, piyanoda Frank Harrison ve basta Oli Hayhurst’la birlikte kurmuş. Dörtlü farklı müzisyenlerle işbirliği yaparak altı albüm yayınladı, birçok ülkede konserler verdi, farklı ödüller kazandı ve hem müzik dünyasında hem de siyasal arenada sürekli ilgi topladı.
OHE günümüz cazının en üretken gruplarından birisi olarak görülüyor. Konserler ve albümlerle (ki içlerinde Filistin’le dayanışmak için düzenlenmiş sayısız etkinlik de bulunuyor) geçen on yılı kutlamak için ise en parlak albümleri olarak niteledikleri “The Tide Has Changed” yayınladılar. Albüm hemen geniş ilgi gördü, grup iki ayı bulan bir konser turnesi serisine başladı ve İsrail gazetesi Ha’aretz bile Atzmon’la yaptığı röportajı sansürlemeden yayınladı. Ki röportajın yapıldığı günlerde Atzmon müzisyen arkadaşlarını da yanına alarak kuşatma altındaki Gazze ile dayanışmak için Jazza isimli büyük bir festival düzenlemişti.
Atzmon ve OHE’ın ortaya çıkardıkları müzik, tarzlar arasındaki ayrımları silikleştiren bir yapıya sahip. Arap halk ezgileri, yüksek tondan çalınan doğaçlama cazla birleşirken arkadan bir Kurt Weill ironisi beliriveriyor. Hisli bir tango ezgisine yaylı çalgıların tellerinden yayılan bir nostalji eşlik ediyor. Atzmon müzikleri üzerine çeşitli yerlerde yaptığı söyleşilerde yaptıkları üretime baskı, zulüm ve direnişten enerji çıkardıklarını sık sık dile getiriyor. Bu anlamda da aslında grup son yılların cazındaki en önemli politik odağı temsil ediyor. Zülüm altındakilerin haykırışları OHE şarkılarında başkaldırının özgürlüğüne dönüşüyor. Bu sayede cazı şanlı geçmişin takıntıları arasında debelenip duran eski tarz bir sanatsal biçim olmaktan çıkarıp günümüz direnişinin, baskılara karşı başkaldırılarının dinamik bir üretim alanı haline getiriyorlar: And So We have.
Atzmon ve OHE’ın ortaya çıkardıkları müzik, tarzlar arasındaki ayrımları silikleştiren bir yapıya sahip. Arap halk ezgileri, yüksek tondan çalınan doğaçlama cazla birleşirken arkadan bir Kurt Weill ironisi beliriveriyor. Hisli bir tango ezgisine yaylı çalgıların tellerinden yayılan bir nostalji eşlik ediyor. Atzmon müzikleri üzerine çeşitli yerlerde yaptığı söyleşilerde yaptıkları üretime baskı, zulüm ve direnişten enerji çıkardıklarını sık sık dile getiriyor. Bu anlamda da aslında grup son yılların cazındaki en önemli politik odağı temsil ediyor. Zülüm altındakilerin haykırışları OHE şarkılarında başkaldırının özgürlüğüne dönüşüyor. Bu sayede cazı şanlı geçmişin takıntıları arasında debelenip duran eski tarz bir sanatsal biçim olmaktan çıkarıp günümüz direnişinin, baskılara karşı başkaldırılarının dinamik bir üretim alanı haline getiriyorlar: And So We have.
24 Nisan 2010 Cumartesi
Nazi Almanyası'nda şizofreni neden ve nasıl azaldı?
İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden neredeyse yetmiş yıl geçti. Ama tartışmalar ara ara hâlâ devam ediyor. Özelikle anti-komünist propagandanın malzemesi olarak yeniden ve yeniden gündeme girebiliyor bu büyük trajedi. En son, ülkesinde pek sevilmeyen Polonya Cumhurbaşkanı’nın uçak kazasında ölümü sonrası tarih yeniden masaya kondu ve yeniden yazılmaya çalışıldı.
Ocak 2010 tarihli Schizophrenia Bulletin dergisinde sessiz sedasız bir makale yayınlandı [*]. E. Fuller Torrey ve Robert H. Yolken imzalarını taşıyan makale savaşın ve Nazi zihniyetinin gözlerden uzak kalan bir yanına dikkat çekiyordu.
Nazi yönetiminin Avrupa Yahudilerini sistematik bir biçimde ortadan kaldırma çabaları iyi bilinmektedir. Ancak Naziler toplumlarını saf hale getirmek, düzeltmek adına bir tek Yahudilerden kurtulmaya çalışmamıştı. Nazi saldırganlığı ve katliamı, devrimcilerden Çingenelere, direnişçilerden eşcinsellere kadar farklı kesimlere uzanmaktaydı. Nazilere göre ise hepsinin ortak bir noktası vardı: Toplumu bozmaktaydılar. Nazilerin toplumu bozan bir toplam olarak gördükleri bir diğer kesim ise kronik akıl sağlığı sorunu yaşayan kişilerden oluşmaktaydı. İşte söz konusu makale Nazilerde tarafından katledilen bu kesime dair ilk kez yayınlanan bir bilimsel çalışma olarak önem taşımaktadır.
Çünkü Nazi yönetimi kronik akıl hastalığı olan kişileri (yazarlar şizofreni hastalarına odaklanmakla birlikte bu kesim zekâ özürlüleri, şizofreniye benzeyen belirtiler gösteren diğer psikotik bozukluk hastalarını da kapsamakta) 1934 ile 1945 arasında oldukça sistemli bir biçimde kısırlaştırdı ya da öldürdü.
Ocak 2010 tarihli Schizophrenia Bulletin dergisinde sessiz sedasız bir makale yayınlandı [*]. E. Fuller Torrey ve Robert H. Yolken imzalarını taşıyan makale savaşın ve Nazi zihniyetinin gözlerden uzak kalan bir yanına dikkat çekiyordu.
Nazi yönetiminin Avrupa Yahudilerini sistematik bir biçimde ortadan kaldırma çabaları iyi bilinmektedir. Ancak Naziler toplumlarını saf hale getirmek, düzeltmek adına bir tek Yahudilerden kurtulmaya çalışmamıştı. Nazi saldırganlığı ve katliamı, devrimcilerden Çingenelere, direnişçilerden eşcinsellere kadar farklı kesimlere uzanmaktaydı. Nazilere göre ise hepsinin ortak bir noktası vardı: Toplumu bozmaktaydılar. Nazilerin toplumu bozan bir toplam olarak gördükleri bir diğer kesim ise kronik akıl sağlığı sorunu yaşayan kişilerden oluşmaktaydı. İşte söz konusu makale Nazilerde tarafından katledilen bu kesime dair ilk kez yayınlanan bir bilimsel çalışma olarak önem taşımaktadır.
Çünkü Nazi yönetimi kronik akıl hastalığı olan kişileri (yazarlar şizofreni hastalarına odaklanmakla birlikte bu kesim zekâ özürlüleri, şizofreniye benzeyen belirtiler gösteren diğer psikotik bozukluk hastalarını da kapsamakta) 1934 ile 1945 arasında oldukça sistemli bir biçimde kısırlaştırdı ya da öldürdü.
10 Nisan 2010 Cumartesi
Thievery Corporation: Radyomuz Misilleme Amaçlıdır
İnternet ve mp3 indirme furyası, endüstrinin müzik üretimine dayattığı risklerin büyük bir kısmını ortadan kaldırdı. Bu özgürlük dünya müziği olarak adlandırılan müzikler için de yayılma olanaklarının artmasını sağladı. Böylece kökenini Amerika’dan ya da Avrupa’dan almayan sesler sıradışı yapımlarda işlenebilmeye başladı.
Thievery Corporation, Rob Garza ve Eric Hilton’dan oluşan bu aşırma ortaklığı popülerliğini ikilinin kıvrak ritimler, dans pistine çağıran ezgiler ile dünya müziği yelpazesinden kopardıkları parçacıkları ustaca birleştirmelerine borçlu. İnternetin sağladığı olanakları kullanarak mali kaygı olmadan sesleri keyiflerine göre işleyebilme döneminin başında (1990ların sonu ve 2000lerin başı) ortaya çıkan ikili dans müziğinde yeni bir sayfa açmıştı. O güne kadar hiç kimse dans müziği denen avare tınıları Latin Amerika, Afrika ya da diğer coğrafyaların ritimleriyle birleştirerek yeni bir alaşım elde etmeyi ya denememişti ya da bu hırsızlık şebekesi gibi işin altından kalkamamıştı. Çıkardıkları hemen her albüm dansedilebilir müziğin sınırlarını genişletti.
İkilinin müziği, ilham aldıkları geniş müzikal yelpaze gibi çok kökenli bir siyasal arkaplana sahip. Yayınladıkları albümler her ne kadar dans müziğine getirdikleri yeniliklerle önplana çıkmış olsa da grubun bu yenilikçi tarzının altında hep politik bir öfke, hayal kırıklığı ve yabancılaşma akıp gidiyor. Örneğin 2005 albümleri (Cosmic Game) "Gelin, burada işe kimin düşman olduğunu saptayarak başlayalım!" ya da "Dünya cayır cayır yanarken kötülük nasıl olur da sırıtabilir?” dedikten sonra “Çözüm Devrim” diyordu. Yani politik çağrı ve sorgulama ikilinin albümlerinde kendine mutlaka bir yer buluyordu. Ancak ikilinin 2008 tarihli beşinci albümü olan Radio Retaliation (Misilleme Radyosu), şarkıları, konukları, albüm kapağı ve mesajlarıyla baştan sona siyasal bir propaganda olarak planlanmış bir çalışma.
Ultra-red: Politik müzikte işitsel eylemler
'Yoksullara karşı yürütülen savaşın sesleri nedir?' için ses eylemcilerinin dünyanın farklı yerlerinden birer dakikalık kayıtlar göndermelerini istediler. Kayıtlar internet üzerinden toplandı ve yayınlandı.
1994 yılında ABD’li Dont Rhine ve Marco Larsen tarafından kurulan Ultra-red eylemlerde, yürüyüşlerde, işgallerde ortaya çıkan sesleri çoğaltan, yayan ve politik ses etkilerine dönüştüren bir grup. Yayınladıkları albümler, yaptıkları radyo yayınları ve enstalâsyonlar açıkçası biraz tuhaf, biraz sıra dışı. Ortaya çıkan üretim rahat bir biçimde sınıflandırılamıyor. Belli bir kategoriye (ses sanatı, elektroakustik müzik, Ambient ya da siyasi propaganda) kolayca sokulamıyor.
Yaptıkları daha çok ‘işitsel eylemler’ olarak tanımlanıyor. Ultra-red bu eylemlerde militanlığın ateşini kuramların serinkanlılığıyla, sokak eylemlerinin kendiliğindenliğini mekanik düzenlemelerin önceden belirlenmişliğiyle birleştirerek politik faaliyeti sesler biçiminde yeniden üretmeye çalışıyor.
Üretimlerinde insan sesi ağırlıklı yer kaplasa da bu sesler herhangi bir şarkıdaki herhangi bir insan sesi kullanımına benzemiyor. Genelde bir röportaj ya da alan kaydından (eylem, grev, sabah iş bekleyen ameleler, göçmen viranelerindeki kasvetli sohbetler) elde edilen sesler küçük parçalara ayrılıyor, sonra parçalar üst üste bindiriliyor ya da birbirine tutturuluyor.
Yaptıkları daha çok ‘işitsel eylemler’ olarak tanımlanıyor. Ultra-red bu eylemlerde militanlığın ateşini kuramların serinkanlılığıyla, sokak eylemlerinin kendiliğindenliğini mekanik düzenlemelerin önceden belirlenmişliğiyle birleştirerek politik faaliyeti sesler biçiminde yeniden üretmeye çalışıyor.
Üretimlerinde insan sesi ağırlıklı yer kaplasa da bu sesler herhangi bir şarkıdaki herhangi bir insan sesi kullanımına benzemiyor. Genelde bir röportaj ya da alan kaydından (eylem, grev, sabah iş bekleyen ameleler, göçmen viranelerindeki kasvetli sohbetler) elde edilen sesler küçük parçalara ayrılıyor, sonra parçalar üst üste bindiriliyor ya da birbirine tutturuluyor.
27 Mart 2010 Cumartesi
Mülksüzler İçin Bahane Kalmadı*
Bir kitaptan tam da en canalıcı yeri nedeniyle uzak durulabilir mi? Eğer o canalıcı yer içi boşaltılmaya açık kılıyorsa kitabı, kitabın en incinebilir yanını oluşturuyorsa ve zamanın ruhu bu korunaksızlığı istediği yöne çekip çevirebiliyorsa uzak durulabilir.
Mülksüzler, bu anarşist ütopya, içinde yer alan bir söz dizisi nedeniyle, en canalıcı yerinden korunaksızlaştırılmış bir kitaptır. “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak.” demektedir bu vurucu söz dizisi. İlginçtir ama pek dile getirilmemekle birlikte okuyucuya köklü bir çağrıda bulunan bu söz dizisi, devrim yapmaya çalışmayı bırakın devrimin hülyasından bile kaçırılan bir nesil için kolay ulaşılır bir çıkış noktası sunuvermiştir. Bir bahane olmuştur, özenle politik olandan uzak tutulan ve kalan bir nesil için.
14 Şubat 2010 Pazar
Çentik Tekelinci sayı
Çıktısını alıp pencere kenarında kahvesi ya da çayıyla okumak ya da bilgisayarından ayrılmadan ekran başında kalmak isteyenler için Çentik'in Tekelinci sayısı çıktı.
Çentik kış 2009 sayısı sesini "2009 'O kadar heveslenmeyin bakalım!' uyarısıyla başladı. Bakalım, 2009 sonunda göreceğiz. Hevesimiz nerelere varacak..." diye duyuruyordu. Bir yıl sonra ise tekelinci sayı çıkarken çentikçi şöyle bir not düşmüş:
"Hayat şu günlerde dışarıya, sokağa, insanların arasına çağırırken, binlerce insan sıfır noktasını görüp toplumsal uzlaşıyı yırtıp atmaya yeltenmişken neden yazdıklarımı bir araya getirmekle uğraştım? Sanırım bir hediye vermek istedim hayata. Bir çentik atmak istedim. Sıfır noktasını görüp uzlaşıyı yırtan insanlara, sevdiklerime, Sedef’e, Deniz’e, kendime bir hediye vermek istedim, bir çentik attım. Yapmasam... İçim içime sığmazdı. Huzursuz dolanır dururdum, söylenirdim gündüzler ve geceler boyunca. Sayıklardım."
Çentik kış 2009 sayısı sesini "2009 'O kadar heveslenmeyin bakalım!' uyarısıyla başladı. Bakalım, 2009 sonunda göreceğiz. Hevesimiz nerelere varacak..." diye duyuruyordu. Bir yıl sonra ise tekelinci sayı çıkarken çentikçi şöyle bir not düşmüş:
"Hayat şu günlerde dışarıya, sokağa, insanların arasına çağırırken, binlerce insan sıfır noktasını görüp toplumsal uzlaşıyı yırtıp atmaya yeltenmişken neden yazdıklarımı bir araya getirmekle uğraştım? Sanırım bir hediye vermek istedim hayata. Bir çentik atmak istedim. Sıfır noktasını görüp uzlaşıyı yırtan insanlara, sevdiklerime, Sedef’e, Deniz’e, kendime bir hediye vermek istedim, bir çentik attım. Yapmasam... İçim içime sığmazdı. Huzursuz dolanır dururdum, söylenirdim gündüzler ve geceler boyunca. Sayıklardım."
12 Şubat 2010 Cuma
Vic Chesnutt'tan sevgilerle: Sağlıkta dönüşüm mü dediniz?
"Sorun değil, bir prezervatif alabilirsin; sorun değil, Valtrex[1] kullanabilirsin; sorun değil, düşük yapabilirsin ve sonra da aynısını yapmaya devam edersin.
Sorun değil, bir Prilosec[2] alabilirsin; ve sorun değil, Vioxx[3] alabilirsin; ve sorun değil dört damarına birden bypass olabilirsin ve sonra da aynısını yapmaya devam edersin ki sen hiç yalnız değilsin.
Sorun değil, aşırıya kaçmazsan; sorun değil, daha az tüketince; sorun değil, yarın bırakırsın ama şimdilik aynısını yapmaya devam et.
Sorun değil, bir İncil alabilirsin; sorun değil, bağışlanabilirsin; ve sorun değil, affedilebilirsin; ve sen şimdilik aynısını yapmaya devam et ki sen hiç yalnız değilsin."
Gerçekten sorun değil, bizler aynı döngüyü sürdürdüğümüz sürece. Genel sağlık sigortası, aile hekimliği, tam gün yasası, kamu personel rejimi, hastane yönetmelikleri, performans uygulaması, döner sermaye uygulaması, ilaç kesintisi, market eczane zincirleri ve uzayan bir listede yer alan tüm uygulamalar hayatımızı kuşatır.
Sorun değil, sağlıkta kâr alıp başını giderken ekranlarda sağlık programı üstüne sağlık programı yapılır. Koca bir toplum, ölümsüzlüğün sırrını arar gibi bir o programa zaplar, bir bu programa. Ama sorun değil, sağlık da hastalık da daha fazla satılır bu sayede. Başbakanın hastane sahibi eşi askeri hastaneye giremedi diye gözyaşları dökülürken ilaç yüzdelerini, muayene kesintilerini ödeyemeyen binler öksürüğü, aksırığı, tıksırığı ve boğulmayı göze alıp evlerinde oturur. Sorun değil!
James Victor "Vic" Chesnutt, 18 yaşındayken kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Ve her Amerikalı gibi sağlık sigortasına bir servet ödemesi gerekiyordu. Ayrıca uzun süreli bakım gerektiren bir hastalığı olduğu için Vic Chesnutt'ın daha yüksek meblağa sahip bir sağlık sigortası yaptırması gerekmekteydi. Belden aşağısı felç olmasına ve azalmış kas gücü nedeniyle sınırlı olan el hareketlerine rağmen Chesnutt gitarını ve müziği hiç bırakmamıştı. Geçtiğimiz yılbaşına 4-5 gün kalıncaya kadar çalmış, çalmış ve çalmıştı.
24 Aralık'ta iki kutu kas gevşetici aldığında yarısından fazlasını tekerlekli sandalyede, yetersiz kas gücüyle geçirdiği 45 yıllık bir hayatı vardı arkasında. Kas gevşetici denen ilaçları alacak, kasları işlemez hale gelecek ve göğüs kafesi genişleyemediği noktada soluksuz kalıp hayata veda edecekti. Etti.
Sorun değil, bir Prilosec[2] alabilirsin; ve sorun değil, Vioxx[3] alabilirsin; ve sorun değil dört damarına birden bypass olabilirsin ve sonra da aynısını yapmaya devam edersin ki sen hiç yalnız değilsin.
Sorun değil, aşırıya kaçmazsan; sorun değil, daha az tüketince; sorun değil, yarın bırakırsın ama şimdilik aynısını yapmaya devam et.
Sorun değil, bir İncil alabilirsin; sorun değil, bağışlanabilirsin; ve sorun değil, affedilebilirsin; ve sen şimdilik aynısını yapmaya devam et ki sen hiç yalnız değilsin."
Vic Chesnutt, You Are Never Alone, North Star Deserter [2007]
Gerçekten sorun değil, bizler aynı döngüyü sürdürdüğümüz sürece. Genel sağlık sigortası, aile hekimliği, tam gün yasası, kamu personel rejimi, hastane yönetmelikleri, performans uygulaması, döner sermaye uygulaması, ilaç kesintisi, market eczane zincirleri ve uzayan bir listede yer alan tüm uygulamalar hayatımızı kuşatır.
Sorun değil, sağlıkta kâr alıp başını giderken ekranlarda sağlık programı üstüne sağlık programı yapılır. Koca bir toplum, ölümsüzlüğün sırrını arar gibi bir o programa zaplar, bir bu programa. Ama sorun değil, sağlık da hastalık da daha fazla satılır bu sayede. Başbakanın hastane sahibi eşi askeri hastaneye giremedi diye gözyaşları dökülürken ilaç yüzdelerini, muayene kesintilerini ödeyemeyen binler öksürüğü, aksırığı, tıksırığı ve boğulmayı göze alıp evlerinde oturur. Sorun değil!
James Victor "Vic" Chesnutt, 18 yaşındayken kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Ve her Amerikalı gibi sağlık sigortasına bir servet ödemesi gerekiyordu. Ayrıca uzun süreli bakım gerektiren bir hastalığı olduğu için Vic Chesnutt'ın daha yüksek meblağa sahip bir sağlık sigortası yaptırması gerekmekteydi. Belden aşağısı felç olmasına ve azalmış kas gücü nedeniyle sınırlı olan el hareketlerine rağmen Chesnutt gitarını ve müziği hiç bırakmamıştı. Geçtiğimiz yılbaşına 4-5 gün kalıncaya kadar çalmış, çalmış ve çalmıştı.
24 Aralık'ta iki kutu kas gevşetici aldığında yarısından fazlasını tekerlekli sandalyede, yetersiz kas gücüyle geçirdiği 45 yıllık bir hayatı vardı arkasında. Kas gevşetici denen ilaçları alacak, kasları işlemez hale gelecek ve göğüs kafesi genişleyemediği noktada soluksuz kalıp hayata veda edecekti. Etti.
29 Ocak 2010 Cuma
Yıkım zamanı!
soL portal, 15.10.2009
Althusser izleseydi, "Özne gibi çağırma, işte tam burada ete kemiğe bürünmüştür!" diyebilirdi. Nerede? Bir kısa filmde. İnsanların kimisi yatağında yakalanmış, kimisi şehrin kıyısındaki boş bir arazide takılmış ama daha önemlisi ilerlemelerini önleyen, tedirgin eden ve üstlerine gelen görünmez bir duvarın ardına sıkışıp kalmışlar. Yalnızlar, çaresizler. Duvar o kadar yakınlarına sokulmuş ki kiminin suratını yamultmuş kiminin parmak uçlarını bükmüş. Görüntüler yetmemiş ve tekrarlayan, cızırtılı bir ezgi ile görüntülerin rahatsız edici havasına tekinsizlik de eklenmiş. Ve bir soru ile tamamlanmış film: "Önyargılarımız, görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi?"
Malum! Film sadece etkileyici bir görselliğe sahip olduğu için bile heyecan veriyor. Ancak orada durmuyor ve doğrudan kişilere, kişilerin küçük dünyalarına sesleniyor. İzleyene bir aldanmanın (önyargı) farkına varması için imkân sunuyor. Ardından da eyleme çağırıyor. Hem de yıkmaya, parçalamaya, zor olanı alt etmeye ve aldanmanın neden olduğu engelden (duvar) kurtulmaya çağırıyor.
Hangi insan böylesi bir çağrıya kulağını kapatabilir ki? Hele kurtuluş bu kadar kolaysa! O saydam ama yüz yamultan, yoldan alıkoyan, yalnız bırakan duvar, kartonpiyer bir levha gibi dağılıveriyorsa. Bir de çağrının içinde kalıpları yıkıp geçme daveti varsa! Kayıtsız kalınabilir mi? Hele de çağrının alıcısı tam da hayatını kalıpları yıkmaya adadıysa. Önyargısız olmayı kendisine kimlik kartı yaptığını düşünüyorsa.
Althusser filmin sahiplerine, ideolojik seslenmenin, görsel bir malzeme ve iki kısa cümle (önyargı, duvar ve yıkma zamanı) içinde toparlanabilmesine olanak verdikleri için teşekkür ederdi. İlk teşekkürü, Zaman Gazetesi'nin parayı basmasına, ikinci teşekkürü ise yönetmen Fatih Kızılgök'ün basit gibi görünen, ama ifadesi zor bir durumdan etkileyici bir reklam filmi yaratmasına ayırırdı. Yeri gelmişken Kızılgök'e daha önceki yaftalama kampanyası için de bir diğer teşekkürü borç bilirdi. Ve eklerdi: “Siz bayım” derdi, “bizim sayfalarca dolusu satırla anlatmaya çalıştığımızı 2-3 dakikada işleyiveriyorsunuz!”
Althusser izleseydi, "Özne gibi çağırma, işte tam burada ete kemiğe bürünmüştür!" diyebilirdi. Nerede? Bir kısa filmde. İnsanların kimisi yatağında yakalanmış, kimisi şehrin kıyısındaki boş bir arazide takılmış ama daha önemlisi ilerlemelerini önleyen, tedirgin eden ve üstlerine gelen görünmez bir duvarın ardına sıkışıp kalmışlar. Yalnızlar, çaresizler. Duvar o kadar yakınlarına sokulmuş ki kiminin suratını yamultmuş kiminin parmak uçlarını bükmüş. Görüntüler yetmemiş ve tekrarlayan, cızırtılı bir ezgi ile görüntülerin rahatsız edici havasına tekinsizlik de eklenmiş. Ve bir soru ile tamamlanmış film: "Önyargılarımız, görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi?"
Malum! Film sadece etkileyici bir görselliğe sahip olduğu için bile heyecan veriyor. Ancak orada durmuyor ve doğrudan kişilere, kişilerin küçük dünyalarına sesleniyor. İzleyene bir aldanmanın (önyargı) farkına varması için imkân sunuyor. Ardından da eyleme çağırıyor. Hem de yıkmaya, parçalamaya, zor olanı alt etmeye ve aldanmanın neden olduğu engelden (duvar) kurtulmaya çağırıyor.
Hangi insan böylesi bir çağrıya kulağını kapatabilir ki? Hele kurtuluş bu kadar kolaysa! O saydam ama yüz yamultan, yoldan alıkoyan, yalnız bırakan duvar, kartonpiyer bir levha gibi dağılıveriyorsa. Bir de çağrının içinde kalıpları yıkıp geçme daveti varsa! Kayıtsız kalınabilir mi? Hele de çağrının alıcısı tam da hayatını kalıpları yıkmaya adadıysa. Önyargısız olmayı kendisine kimlik kartı yaptığını düşünüyorsa.
Althusser filmin sahiplerine, ideolojik seslenmenin, görsel bir malzeme ve iki kısa cümle (önyargı, duvar ve yıkma zamanı) içinde toparlanabilmesine olanak verdikleri için teşekkür ederdi. İlk teşekkürü, Zaman Gazetesi'nin parayı basmasına, ikinci teşekkürü ise yönetmen Fatih Kızılgök'ün basit gibi görünen, ama ifadesi zor bir durumdan etkileyici bir reklam filmi yaratmasına ayırırdı. Yeri gelmişken Kızılgök'e daha önceki yaftalama kampanyası için de bir diğer teşekkürü borç bilirdi. Ve eklerdi: “Siz bayım” derdi, “bizim sayfalarca dolusu satırla anlatmaya çalıştığımızı 2-3 dakikada işleyiveriyorsunuz!”
25 Ocak 2010 Pazartesi
Örgütlü Yalan: Özal Kuşağı, Reklam, Edebiyat ve Tuna Kiremitçi
soL dergisi; sayı: 217, 13 Şubat 2004
Yanılmışız. Bir grup solcu olarak yanılmışız. Kaba eleştiriden uzak durmak ve eleştireceğimiz nesneyi öncelikle anlayabilmek adına, düzenin çamuruna en azından parmak uçlarımızı değdirecektik ama sonra bir de baktık ki çamur boğazımıza gelmiş. Tuna Kiremitçi’ye ve yazdıklarına, solcu önyargılarımızdan sıyrılarak yaklaşalım derken yalana saplanıp kalmışız. Hem zamanımızı ayırdığımız için hem de önyargılarımızdan sıyrılalım diye uğraştığımız için yanılmışız. Çünkü ‘şehirli yalnız kadının aşk romancısı’ ya da ‘reklamı iyi bilen, mürekkep yalamış postmodern yazar’ gibi önyargılarımız bile romanları okuduktan sonra havada kaldı. En azından geçmişte eleştirilen Ahmet Altan ya da Latife Tekin belli bir derinliği barındırıyordu ve hatta yazdıklarından keyif almak, eleştirirken kendimizi geliştirmek mümkündü. Kiremitçi daha fazlasını hakediyormuş, önyargılarımız yetmiyormuş; dedim ya yanılmışız...
Kuşak Meselesi...
Kuşak meselesinin emperyalizm ya da karateyle alâkası yok. Ama bizi Kiremitçi’nin buğulu dünyasına çeken gazete sayfalarında, edebiyat dergilerinde adımıza söz aldığı ‘kuşak’ meselesi oldu. En azından yaş itibariyle aynı kulvardaydık, özal çocuklarıydık, apolitiktik falan filan. Koca koca puntolarla Kiremitçi kuşağımızı savunuyordu: ‘Bizim Kuşak Başkaları Tarafından Sürekli Tarif Edildi!’ Doğru söylüyordu, çünkü bir kuşak olmadığımızı, olamadığımızı anlayamamıştı. Henüz büyük işler becermekten uzak olduğumuz için tarihe, karanlıkta el kol yordamıyla kendini arayan ve her kapının ardında yalnızca ve yalnızca kendini bulan, kuşak olamamış bir nesil olarak geçebilirdik. Ama Kiremitçi’yi önemsedik, çünkü adımıza söz alma cüretini göstermişti. Belli ki okumuştu, bizim okuduklarımızı; belli ki dinlemişti, bizim dinlediklerimizi; belli ki gezmişti, bizim sokaklarımızda ve belli ki yaşamıştı, az ya da çok bizim yaşadıklarımızı. Üstüne bir de her yerden, örneğin Fethi Naci’den de övgüler aldığını duyunca kitaplarını edindik ve başladık okumaya.
Yanılmışız. Bir grup solcu olarak yanılmışız. Kaba eleştiriden uzak durmak ve eleştireceğimiz nesneyi öncelikle anlayabilmek adına, düzenin çamuruna en azından parmak uçlarımızı değdirecektik ama sonra bir de baktık ki çamur boğazımıza gelmiş. Tuna Kiremitçi’ye ve yazdıklarına, solcu önyargılarımızdan sıyrılarak yaklaşalım derken yalana saplanıp kalmışız. Hem zamanımızı ayırdığımız için hem de önyargılarımızdan sıyrılalım diye uğraştığımız için yanılmışız. Çünkü ‘şehirli yalnız kadının aşk romancısı’ ya da ‘reklamı iyi bilen, mürekkep yalamış postmodern yazar’ gibi önyargılarımız bile romanları okuduktan sonra havada kaldı. En azından geçmişte eleştirilen Ahmet Altan ya da Latife Tekin belli bir derinliği barındırıyordu ve hatta yazdıklarından keyif almak, eleştirirken kendimizi geliştirmek mümkündü. Kiremitçi daha fazlasını hakediyormuş, önyargılarımız yetmiyormuş; dedim ya yanılmışız...
Kuşak Meselesi...
Kuşak meselesinin emperyalizm ya da karateyle alâkası yok. Ama bizi Kiremitçi’nin buğulu dünyasına çeken gazete sayfalarında, edebiyat dergilerinde adımıza söz aldığı ‘kuşak’ meselesi oldu. En azından yaş itibariyle aynı kulvardaydık, özal çocuklarıydık, apolitiktik falan filan. Koca koca puntolarla Kiremitçi kuşağımızı savunuyordu: ‘Bizim Kuşak Başkaları Tarafından Sürekli Tarif Edildi!’ Doğru söylüyordu, çünkü bir kuşak olmadığımızı, olamadığımızı anlayamamıştı. Henüz büyük işler becermekten uzak olduğumuz için tarihe, karanlıkta el kol yordamıyla kendini arayan ve her kapının ardında yalnızca ve yalnızca kendini bulan, kuşak olamamış bir nesil olarak geçebilirdik. Ama Kiremitçi’yi önemsedik, çünkü adımıza söz alma cüretini göstermişti. Belli ki okumuştu, bizim okuduklarımızı; belli ki dinlemişti, bizim dinlediklerimizi; belli ki gezmişti, bizim sokaklarımızda ve belli ki yaşamıştı, az ya da çok bizim yaşadıklarımızı. Üstüne bir de her yerden, örneğin Fethi Naci’den de övgüler aldığını duyunca kitaplarını edindik ve başladık okumaya.
23 Ocak 2010 Cumartesi
Kör noktaları aydınlatacak bol ışıklı dostlar
Little Hells [Marissa Nadler]; De Te Fabula Narratur [Bandista]; Exile [Gilad Atzmon and the Orient House Ensemble]; Akokan [Roberto Fonseca]; Band a Part [Nouvelle Vague]; Muse [Yaron Herman Trio]; Radio Retaliation [Thievery Corporation]; Once Upon A Time In Mingrelia [Mircan]; Ne La Thiass [Cheikh Lô]; Avanti Popolo [Das kleine elektronische Weltorchester]; Mexico [Erik Truffaz and Murcof]; Sessiz Bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları [Tayfun Erdem]; Corvidae [Myshkin's Ruby Warblers]; Uyan [Jehan Barbur]; Evocaciôn [Raynald Colom]; There's Me and There's You [The Matthew Herbert Big Band]; Ki-Oku [dj Krush and Toshinori Kondo]; Sounds Of War On The Poor [Ultra-Red]
Black Cadillac [No Blues]; Tewt [Mikail Aslan]; Jesus For The Jugular [The Veils]; River Of Dirt [Marissa Nadler]; Mountain Bike [Tayfun Erdem]; Set [Cheikh Lô]; Yaprak Dökümü [Yeni Türkü]; Dal'ouna on The Return [Gilad Atzmon and The Orient House Ensemble]; Under An Old Umbrella [Marissa Nadler]; Ruby Warbler [Myshkin's Ruby Warblers]; Inside A Boy [My Brightest Diamond]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)