“Oğlum hatırlamıyor musunuz?” diyor Erkin, elindeki bira şişesini bizlere doğru savurarak. Dibinde az kalmış, onlar da damlalara bölünerek birer ateş böceği gibi parlıyorlar havada ve üstümüze yağıyorlar. Fen lisesi gecelerimizden birini anlatıyor Erkin, belki yüzüncü kez ama yüzüncü kezde de heyecanlanarak. Okulun bahçesindeki toprak sahada potaya bastığı smaçlar geliyor aklıma, basket topuyla adeta dans ederek çembere asılışı. Bir balet bile ancak o kadar zarif oynayabilirdi sanki o oyunu, o toprak sahada. Tüm ergen kabalığımızın içinde bir başka estetikti o smaçlar, Erkin’in Haldun’la birlikte sürüklediği maçlar.
Gürleyen sesiyle “hatırlamıyor musunuz” diyor yeniden ama ben yüzüncü kez dinlesem de hatırlamıyorum Karadenizli müdür yardımcısının arabasını, arabasıyla Kütahyalı çocukları Ozan Arif konserine götürüşünü. Aklımdan başka ve karışık sahneler geçiyor. Evet, oradayım, Erkin’in kahkahalar içinde andığı ve bizimkilerin de hararetle eşlik ettiği her andayım ama zihnimde en küçük bir iz bile bulamıyorum bazılarına dair. Sanki orada öylece durmuşum ve kaydetmeksizin bakmışım hayata. O kadar…
“Hatırlamak,” diyorum kendi kendime, “seçerek unutmaktır”. Keşke başka şeyleri seçseymişim diye düşünüyorum. İster istemez bir burukluk doluyor içime, ağır, metal gibi, geri gelmeyecek ve mühürlü. Alevlerin kıpırtısı yüzümde gezinirken muhtemelen bir gölge dolanıyor suratımda, Haldun elini atıyor omzuma. “Daldın?…” diyor. Dalmış mıydım ki! O zamanlar da, lisede, üniversitede? Nereye, nerelere? Hangi zamana?