Ergenlik güzeldir ama aynı zamanda zordur da… Ve kimileri için çok daha zordur. Yalpalamadan, az ya da çok sağa sola toslamadan geçilecek bir yaşam dönemi değil ergenlik. Ama tam da o yalpalama, düşme kalkma ve de yara bere içinde yürüme, hatta koşma hali nedeniyle güzel. Yine de ergenlik aynı zamanda kifayetsiz savrulmaların, önü alınamayacak kafa göz yarmaların ve altından kalkılamayan karmaşaların da diyarı. Bazıları için kayboldukları, kaybolur gibi oldukları bir dünya. Bu nedenle zor. Bazıları için ergenlik, yaşam uçurumundan aşağılara doğru yuvarlanırken tutunacak herhangi bir dal, bir kaya parçası, bir çıkıntı bile bulamadıkları keskin bir dönemeç.
Coen biraderlerin 2013 tarihli “Sen Şarkılarını Söyle” (Inside Llewyn Davis) filmi de tam buraya bakıyor: erişkinliğe geçememe sıkıntıları içinde debelenen bir geç ergenin hayatından yaklaşık bir haftalık bir kesite. Bir dayak ile başlıyor ve o dayağa giden günleri, ergenliğe damgasını vuran o yuvarlanma halini anlatmak üzere bir hafta öncesine dönüyor. Film boyunca Lleywn’in şarkılarına ve de ergenlikten erişkinliğe geçişindeki (ya da geçemeyişindeki) yalpalayan ayak izlerine eşlik ediyoruz.
Filmde temel olarak, Llewyn’in sonuna varmak üzere olduğu ergenlik uçurumundaki son metrelerini izleriz. Önceki yıllarda, yani ergenliğin önceki yıllarında var olduğunu düşünebileceğimiz heyecan, umut, bir zamanların yeni yetme iyimserliği artık geride kalmıştır. Ve anlarız ki geride kalan o günlerde Llewyn’in hayatı ve el attığı her şey sarpa sarmıştır. Zaten filmin bir yerinde, kendisinden hamile kalıp kalmadığını bile bilmediği kız arkadaşı öfkeyle şöyle seslenir Llewyn’e: “El attığın her şeyi kurutuyorsun!” Onca çırpınışa rağmen Llewyn’in yaşam kaynakları artık kurumuş gibidir: müziği, arkadaşları, dostları, babası, ablası ve iş yapmak üzere el attığı herkes.
Tam da bu kuruma halini, kız arkadaşı üzerinden anlatılan öfkeyi ve bunun Llewyn’in içinde yarattığı suçluluğu yansıtacak şekilde donup kalmış gibidir filmin ana karakteri. Bazı sahnelerde uzun uzun ve boş boş bakar. Az sonra gülümseyip 'Her şey bir şakaydı, değil mi?' diyecek gibidir. Ama hayat hiç de şaka yapmamaktadır. Her adımında bir yumruk daha inmektedir suratına.
Zaten onca yara bere içinde tutunacak herhangi bir dal, herhangi bir çıkıntı bulamamış gibidir Llewyn. Ve kaçınılmaz sona doğru, deyim yerindeyse bir serbest düşüş içinde yuvarlanmaktadır, hem de o sofadan bu sofaya, o divandan bu divana geçerek… Kucağında bir sarman kediyle: kendisinin bile olmayan, sürekli kaybettiği ve hatta bulduğunda da aynı bile kalmayan… Kedi, Llewyn’in ergen izdüşümü gibidir: Kayıtsız, ilk pencereden kaçıveren ve bir anda ortadan kayboluveren.
Kendi evi, hatta yatacak bir yeri bile yoktur Llewyn’in. Başarısız bir müzik kariyeri denemesinin son günlerindedir, gününü kurtaracak harçlığı bile zar zor bulmakta, sürekli borçlanmaya çalışmaktadır. Gözünün önünde kayıp gitmiş kürtajlar, büyütemediği yetenekleri, haberinin bile olmadığı çocuğu, dikiş tutmayan ilişkileri (sevgilileri, ablası, babası, şarkıları) ve hatta, büyüme sancısı çeken kendisi geçip gitmektedir. Ve tüm bunların tam ortasında yaşamaktadır. Film boyunca, sürekli bir uçurumdan kayma hali izleriz ve bu serbest düşüş hali de seyirciyi sakince kendine bağlar, uykulu bir hava içinde kendini izletir. Çünkü zordur bir kayaya toslamak üzere olan bir ergenliği izlemek. İnsanın içinde olmadık duygular ortaya çıkarır: öfke, utanç, kaygı. Bu durumda uyumak daha iyidir.
O düşme hali içinde, kendisi ergence bir tavır ile çok umursamasa da Llewyn’in kolu kanadı kırıktır. Zaten birkaç yıl önce kaybettiği arkadaşı ile yayınladıkları tek albümün adıdır “Kanatlarım olsaydı (If I Had Wings)”. Albümü beraber ürettikleri arkadaşı Mike ise kimsenin atlamayacağı bir köprüden atlayarak hayatına son vermiştir. Llewyn arkadaşının yası içinde halen debelenmektedir. En sevdikleri şarkıyı bir türlü söyleyememektedir ve dayak yemeden hemen önce sahne aldığı barda uzun zaman sonra ilk kez söyleyecektir. Bir anlamda arkadaşıyla, geçmişle ve de kendisiyle de vedalaşacaktır.
Zaten o kısacık bir hafta içinde Llewyn’i artık önüne geçemeyeceği ama bir süredir (ergenliği boyunca) birikmiş kayıplarını izlerken görürüz: Babası, müzik kariyeri, dikiş tutmayan ilişkileri… Erişkinliğe geçiş (filmde Llewyn’in müzik kariyerinden vazgeçip, bu isteğinde pes edip ve de artık onunla vedalaşıp uzak gemi işçisi olmayı kabul etmesi ile sembolize olur) kaçınılmazdır. Ama anlaşılan odur ki geçiş de ancak dibe vurarak mümkün olacaktır. Llewyn geleni, gelmekte olanı izlemektedir. Denemiş, yorulmuş ve olmamıştır.
Bu olmamışlığın adının konmasıdır artık erişkinliğe geçiş ve belki de Llewyn bundan kaçmaktadır. Film bir yanıyla bir haftaya sıkılmış beyhude bir erteleme denemesidir. Llewyn sürekli geçici kanepelerde konaklamakta, karşılığını alamadığı işler yapmakta, savunmasız kaldığı ve de yağan kar gibi savrulduğu tekinsiz yolculuklara çıkmaktadır. Kanepeler, yollar, albümler, şarkılar ve ilişkiler boyunca hayata ve hayatına yerleş(e)memiştir Llewyn.
Ne geride bırakmaktadır ergenliğini ne de erişkinliğe ilerleyebilmektedir: Uzak yol gemiciliği için başvuru yaparken (yani bir anlamda erişkinliğe geçiş adımları atarken) bile evrakları sürekli eksik çıkmaktadır. Erişkinliğin gerektirdiği derli topluluğa, kayıplarını kabul etmeye, oyunun kurallarına uyma esnekliğine (müzik piyasası tam da öyledir hâlbuki, erişkin işidir) bir türlü ayak uyduramıyordur: Llewyn erişkinliği, o dünyayı anlayamıyor gibidir, bakışları, kedisi, gitarı ve şarkılarıyla.
Ama tam da kaybederek, kendimizden biraz ya da çokça vazgeçerek erişkin olmaz mıyız? Kaybedebileceğimizi, şu hayatta kaybetmek, bir daha oraya/geriye dönememek gibi bir şey olduğunu kabul ederek büyümez miyiz? Böylece zihnimiz/iç dünyamız da çocukluktan ergenliğe uzanan zaman-dışılıktan çıkar ve sonlu bir zamanın, var olmanın içine yuvarlanır.
Ergenlik suçlu hissetmekten, zaman-dışı olmaktan kurtularak ve yas tutabilmekle biter. O da biterse eğer…
Bitebilirse, geriye buruk ama görmüş geçirilmiş, vedalaşılmış, kıymeti ve tadı ise gayet iyi bilinen kısıtlı bir özgürlük kalır. Her şeyi yapabilme rüyasından nelerin yapılamayacağının çölüne geçilir. Ama bu içsel değişim işte, hayat macerasında tam da ergenlik boyunca aranan daldır ve tutunabilen insana iyi gelir. Yere çakılacakken açılan paraşüt gibidir. Tam da filmin sonunda Llewyn’in onca yara bere içinde gülümsemesidir bu geçiş.
Llewyn filmin sonunda, dayak yediği çıkmaz sokağın köşesinde durur, kendisini döven belirsiz adamın ardından caddeye, geceye, hayata bakar ve gülümser. Sağlam dayak yemiştir, hayal ettiği müzisyen/adam/insan olamayacağını anlamıştır ve sanki artık veda edebilecektir: kendine, içindeki arayışa ve de hayatını kaplayan yıkıma.
*Bu yazı için İngiliz psikanalist Noel Hess’in “Inside Llewyn Davis: Faltering steps in the incredible journey from adolescence to adulthood” başlıklı eleştiri yazısından geniş ölçüde yararlanılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder