Ne yıldı ama!
Hâlbuki bir meydan okumayla başlamıştı yeni yıl. Kış güneşi belli belirsiz vururken mutfak tezgâhına Kaan Tangöze’yle birlikte yıkamıştı maydanozları akşamüstleri. Ve maydanoz yaprakları arasına saklanmış şarkılar vardı, Gölge Etme'nin içinde. “Senin de bir çocuğun varsa bende tam iki tane var” diyen. Ve icabında mahpus yatmayı da göze alan.
Sanki ölüm kalım yılıydı o yıl. Çok ölüm, çok vedalaşma vardı. Bir kaybın, bir ayrılığın, bir vedanın ardından nasıl hayatta kalınır diye sık sık sormuştu kendi kendine. Genellikle yazmayı tercih ederdi böyle zamanlarda. Yoksa nasıl geçerdi ki zaman!
Kendini harflerle onaranların yanı sıra bir de sevdiklerinin ardından şarkılar yazanlar, kendilerini şarkılarla onaranlar vardı. Mesela o yıl Avishai Cohen’in babası için yazdığı şarkıları çok dinlemişti. Yasını Sessizliğin İçine üflüyordu Cohen. Pek bir yakın gelmişti trompetindeki keder ve hasret.
Bir de Nick Cave, oğlunun ardından şarkılar yazmıştı o yıl. Ne talihsizlik! Ne talihsizlik! Körpe bir oğul… Nasıl kaybedilebilirdi ki! Nasıl katlanılırdı o kayba?
Garip! Önceden böyle şeyler düşünmezdi; ve hatta itiraf etmeliydi ki geleceğin uzak ve varılmazmış gibi göründüğü o genç günlerde, bu tür kayıpların ardından insanları, onların keder dolu hallerini anlayamazdı. Bir tuhaf bulurdu kaybın ardından çekilen acıyı. Şimdi ise… “Ah Mürekkep Kral!” dedi içinden. Nasıl da karalar bağlamıştı şarkılarını söylerken.
Sonra bir düşündü şöyle! Kimler göçüp gitmişti şu geride kalan günlerde? Fidel geldi aklına önce. Özleyecekti. Anacaktı sık sık. Mesela İzmir’de, Kordon’un eski halini Malecon’a benzetirken anacaktı Fidel’i ve İstanbul’a dayanan hikayesini düşünecekti Fidel’in. “20. yüzyıl, bir gün yeniden yazılacak mı?” diye merak edecekti. Ne de görkemli bir vedaydı Fidel’inki!
Cohen geldi sonra aklına. Görkemli Kaybedenler'in yazarı. Türkçe’ye kâhin olarak girmişti asırlar önce Leonard’ın soyadı. Özleyecek miydi? Bilemedi. Ya Muhammed Ali? Ezilenlerin yumruğu muydu gerçekten? Sultanahmet Meydanı’ndaki karesiyle değil de Fidel’le şakalaştıkları fotoğrafla anacaktı onu da. Hani Fidel’e “Amerika devirememiş seni, ben mi devireceğim!” dediği fotoğrafla.
Ya Ferit! Başka zamanlar olsaydı, öyle ağıtlar yakar mıydı insanlar ardından? Öylesine derinden yarılır mıydı toplum bir tabutun başında? Ferit’i de kardeşleriyle gülümsediği o karede bırakacaktı, ölmekte olan bir ülkeye gülümsesin diye.
Ama bazen ayrılıklar, ölümler, vedalar bir kavuşmadır da! Zaten ne diyordu Taziye şarkısında çıplak ayaklı ozan Benjamin Clementine: “Sonra hiçbir şeyden, tam da hiçbir şeyden, ben, Benjamin, doğdum. Ve bir gün birisi olduğumda, hiçbir şeyden geldiğimi hep hatırlayacağım.”
Bir gün bugünler de geçecekti. İşte o zaman insanlar o güne nerelerden geldiklerini hatırlayacaklar mıydı? Şimdi bekler gibi oldukları günlere kavuştuklarında aslında bir rüyayı yaşadıklarını bilecekler miydi?
Zaten rüyalar görmüştü bütün yıl. İçinde aynalar, harfler ve levhalar olan rüyalar. Uçaklara atlayıp uzak sokaklara gidiyordu rüyalarında ve sonra da neyi aradığını bilmeksizin uyanıyordu rüyalardan. Bir an, bir ses, bir yer… Arıyor muydu? Kaybetmiş miydi? Rüyalarında bulabilir miydi, bir harfi? O harfi! Hangi harfi?
Sonra bir de Ortadoğu’nun yanık nağmelerinin caza dönüşmesine denk gelmişti o yıl. Ve “Ortada Ortadoğu diye bir yer kalmamışken biz yanık ezgilerini, ya da onların makyajlanmış hallerini, Brooklyn'li müzisyenlerin çıktığı caz kulüplerinde mi bulacağız? Buna kimin hakkı vardı ki? Hayatını kaybeden insanların müziklerinden yeni bir ağıt piyasası oluşuyor, farkında mısın? Bu bir isyan müziği değil, kavgacı bir müzik değil, toprağını geri isteyen bir müzik hiç değil!” diye bir uyarıyla karşılaştı. “Hah”, dedi. “Evet ya!” Eksik olan harf buydu işte.
Ama yine de Itamar Borochov’un yanık nağmelerini sevmeye, dinlemeye devam etti o yıl. Avare bir şarkısı vardı bu Sefarad Yahudisi adamın. Afrika’dan, Ortadoğu’dan kalan bir şeyler vardı şarkılarının içinde. Belki de kaybedilen bir geçmişin dinmekte olan tınısı olarak dinlemişti o şarkıları. Ne de olsa zaman insanları, ülkeleri ve kültürleri yutuyordu.
İşte bu bol kayıplı yılda böyle şarkılar dinliyor, bazen mırıldanıyor, çalışıyor, okuyor, düşünüyor ve bekliyordu. Neyi? Bir harfi mi? Sadece o kadar mı?
Bir hayatı?
Bir dostuyla buluştu senenin sonuna doğru. “Ben artık öyle harflerle uğraşmıyorum Tolga!” demişti dostu. Hâlbuki harflerden alfabe, harflerden kelime, harflerden hayatlar kuracaklardı bir zamanlar. “Ne tuhaf!” diye düşündü. Vazgeçmek ve de yeniden sahiplenmek ne de tuhaftı. Tuhaf olan kimdi? Kendisi mi? Dostu mu?
Ne taraftan baktığına göre değişiyordu işte zaman.
Zaman değiştiriyordu işte.
Gerisi ise elbette hep rivayetti.
soL Portal, 31.12.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder