Bizim işimiz hakikaten zor. Ya da genelleştirmeyeyim de benim işim zor diyeyim. Popüler kültür içinde kime sempati duysam bir süre sonra sempatim elimde kalıyor, bir soru işaret gelip yerleşiyor, “idol” ile arama.
İdol, tapılan nesne, kişi demek. Bir nevi “kahraman” olarak da düşünebiliriz. Ama içindeki sihirli içsel yatırımı da hesaba katarsak. Tabii ki idolün idealize edilmiş, yani mükemmelleştirilmiş bir yanı var. İdol, dinmeyen özlemlerimizin, endişelerimizin bir nesnesi, simgesi oluyor aslında.
Solun, sosyalizm mücadelesinin bir çok kahramanı ve idolü var. Bazıları çok tartışmasız. Onlar konusunda az çok netiz. Ama bir de arafta olanlar, ortalıkta kalanlar var. Bir süreliğine “bizim” tarafta gibi görünseler de işin heyecanı geçtikten sonra bakıldığında aslında hiçbir zaman aynı tarafta olmadığınızı gördüğümüz kişiler, isimler, semboller…
Yakın tarihte üç dönemin bu tür idoller yarattığını söyleyebilirim. Bu üç dönemim ortak özelliği devrim ve karşı-devrim arasında gidip gelmesidir. Birincisi 1848 ile başlayıp Paris Komünü ile biten dönemdir. Bu dönemim idolleri hiçbir sınır tanımamıştır. Sanattan siyasete nerede bir kalkışma, yenilik ve direniş varsa ülkeden ülkeye, şehirden şehire peşinden koşmuşlardır. Aile, din, okul gibi yapıları sorguladıkları ve parçası olmadıkları için genel toplum için bir tür anti-kahramana da dönüşmüşlerdir.
Diğeri 1908 ile başlayıp 1928 ile biten dönemdir. Siyasetten sanata bir çok idol, kahraman çıkar bu dönemde. Hem de hemen her coğrafyada. İlkinden daha amorf bir dönemdir. Örneğin Erik Satie’yi Fransa Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde görebilirsiniz. Ya da Andre Breton’u. Bir süre sonra yan yana bile düşünülemeyecek isimler dönemin rüzgarıyla bir aradadır. Sovyet sosyalizmi ile Dadaizm gibi.
Üçüncü dönem ise 1960lar ile başlar ve 1980 dalgası ile biter. İşte bu dönem, kitlelere mal olan pop kültürde bile gedikler açarak “bizim tarafa” çok fazla insanı çekmiştir. Hem de hemen her ülkede. Afrika’dan Amerika’ya, Kabil’den New York’a kadar her yerde toplumların önemsedikleri kişiler muhalif bir kimlikle anılmıştır.
Ama tartışmalarla birlikte.
Tartışmalı denince John Lennon, Joe Strummer, Joan Baez gibi çok bilinen popüler isimlerden bahsetmiyorum bir tek. Bu hattın içine örneğin Harold Pinter, Arthur Miller, Octavio Paz, Dario Fo gibi isimler de girer. Türkiye söz konusu olduğunda Ali Rıza Binboğa’dan tutun Selda Bağcan, Timur Selçuk, Moğollar’a gibi isimler de o muhalif dalgada yer alır. Bir kısmı orada kalır, bir kısmı ise sonradan başka yerlere gider.
Şimdi uzaktan, yani bugünlerden bakınca tüm bu isimler, neredeyse bir kuşak, belirli bir nesnelliğin insanları gibi görünüyor. Sol, muhalif bir dalga gelmiş ve hepsine kendi özgün renklerini gösterme, üretme olanağı vermiş. Dalga gelip geçtikten sonra ise kekremsi bir tat kalmış onlardan geriye.
Bu tartışmalı isimler en iyi durumda birer insan-hakları aktivistine dönüştüler. Ya da kazandıkları paranın bir kısmını sosyal yardım projeleri için seferber eden filantropistlere. İşte Muhammed Ali de bu hattın içinde yer alır.
Ama o bir idol, duygusal bir yatırım figürüdür: Bir dönem için kendini ezilen olarak gören, hisseden, bir biçimde güçlü olanın güçsüzün tepesine binmesine hınçlanan herkes için uzatılmış bir yumruktu Ali. O vurdukça sanki kendileri de ötekine geçiriyorlardı.
Zenci olmasına rağmen zencileri ezen beyaz adamın popüler kültüründe kendine yer açan ilk isimlerdendir. İkincisi bir tek ringde değil gerçek hayatın içinde de kavga eden bir isim olmuştur. Ezenlerle, insanlara eziyet edenlerle da “kavga” etmiştir. Ve bu kavga dahilinde sembol bir adım atmıştır: Dinini ve ismini değiştirmiştir.
Şimdi uzaktan, yani bugünlerden bakınca tüm bu isimler, neredeyse bir kuşak, belirli bir nesnelliğin insanları gibi görünüyor. Sol, muhalif bir dalga gelmiş ve hepsine kendi özgün renklerini gösterme, üretme olanağı vermiş. Dalga gelip geçtikten sonra ise kekremsi bir tat kalmış onlardan geriye.
Bu tartışmalı isimler en iyi durumda birer insan-hakları aktivistine dönüştüler. Ya da kazandıkları paranın bir kısmını sosyal yardım projeleri için seferber eden filantropistlere. İşte Muhammed Ali de bu hattın içinde yer alır.
Ama o bir idol, duygusal bir yatırım figürüdür: Bir dönem için kendini ezilen olarak gören, hisseden, bir biçimde güçlü olanın güçsüzün tepesine binmesine hınçlanan herkes için uzatılmış bir yumruktu Ali. O vurdukça sanki kendileri de ötekine geçiriyorlardı.
Zenci olmasına rağmen zencileri ezen beyaz adamın popüler kültüründe kendine yer açan ilk isimlerdendir. İkincisi bir tek ringde değil gerçek hayatın içinde de kavga eden bir isim olmuştur. Ezenlerle, insanlara eziyet edenlerle da “kavga” etmiştir. Ve bu kavga dahilinde sembol bir adım atmıştır: Dinini ve ismini değiştirmiştir.
Bu adım bir yandan bir meydan okumadır; Ali gardını almış, vurmaya devam etmektedir. Hakikaten Amerikan zenci hareketinin içinde İslam, köklere dönüş ve efendinin değerlerine başkaldırının bir simgesi olmuştur. Ama bir yandan da modern bir çatışmanın egemen ideoloji tarafından teslim alınmasıdır bu tercih.
Muhammed Ali, bu sembol eylemiyle modern çelişkilerin içinde bir gedik açmıştır ama o modern çelişkilerin bütünüyle bir derdi olmamıştır. Kelebek gibi dans etmiş, arı gibi sokmuştur ama bir yandan da karşısındakinin güçlenmesine, maçın sürüp gitmesine katkıda bulunmuştur. Ring, minder yıkılmamıştır.
Örneğin İslam’ın geniş bir coğrafyada emperyalistler için öncü bir anti-komünist hat olarak yapılandırılmasını herhalde görmemiştir. İslam dünyasının Batı dünyası ile entegrasyondaki istekliliğini, kapitale hayranlığını pek takmamıştır.
Muhammed Ali kendi dönemindeki tüm diğer isimler gibi radikal (köktenci) bir reaksiyonerdi. Ve bu sayede dışarıdan bakıldığında boyun eğemeyen, kafa tutan bir figüre dönüştü. O dönemin arzularını, duygularını ve isteklerini kendinde sembolize olmasını seyretti.
Biz kedimizi onunla, onlarla kandırdık diye düşünüyorum şimdi artık o günlerin heyecanı çoktan geride kalmışken. Ve nostalji, hepimizi aynı çizgide birleştiriveriyor. Bir bakıyorsunuz efendileri çok seven gazeteler “ezilenlerin yumruğu” manşetleriyle çıkıveriyor.
Muhammed Ali gibi idoller, bu isimler birer arzu yatırım nesnesi oldukları için kara delik gibidir: Herkes onlarda görmek istediğini görebilir. Birisi Batı’ya kafa tutan İslam alemini görürken bir diğeri anti-emperyalist bir nefer çizer kendisine.
Muhammed Ali’nin biyografisini yazan Thomas Hauser, Guardian’da bu kara-delik etkisini çok hoş bir an ile aktarmış: 1991’de Londra’da Muhammed Ali yeni çıkan kitabı imzalarken Hauser de yanındadır. Uzun kuyruğun içinden 40'lı yaşlarında bir kadın yaklaşır. Bir Ali’ye bakar bir de Hauser’e. Sonra da İrlandalı aksanıyla Hauser’e “Affedersiniz, Ali’nin oğlu musunuz? diye sorar. Hauser bir beyazdır ve Ali ile aralarında en fazla dört yaş fark vardır. Kadına “Hayır, hanımefendi.” diye yanıt verir. Kadın bariz bir hayalkırıklığı içinde “Halbuki ne kadar da çok benziyorsunuz!” der. Hauser önce kadının dalga geçtiğini düşünür. Ama sonra anlar ki Muhammed Ali söz konusu olduğunda herkes renk-körüdür.
Başka bir yerde belirtmiştim, ben gerçek bir renk-körüyüm. Yine de biraz zorlanmakla birlikte zamanla ayırt ederim kızılın her tonunu. Belki de işte o zorlanma yüzündendir, popüler kültür içinde kime sempati duysam bir süre sonra sempatimin elimde kalması.
Ama, nasıl diyeyim; belki de o birleştirici nostalji yüzünden…
Yine de güle güle ezilenlerin yumruğu.
soL Portal, 11.06.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder