25 Haziran 2016 Cumartesi

Müziğin gücü

Sanırım hep böyle bir şeye inandım. Müziğin değiştirebildiğine.

Beni ilk etkileyen şarkı hangisiydi diye düşünüyorum şimdi? Değiştiren. İçimdeki tarif edemediğim hisleri işleyen ve dile getiren şarkıları düşünüyorum.

Aklıma kasetler ve yeni yetmelik günleri geliyor. İlginçtir ama İbrahim Tatlıses’i tartıştığımızı hatırlıyorum ilk. İbrahim Tatlıses’in “İnsanlar” şarkısı ikiye bölmüştü bizi; ortaokul sıralarındaki küçük bir arkadaş grubunu. Kızların çoğunlukta olduğu bir kesim şarkıyı da Tatlıses’i de kaba ve basit buluyordu. Haklıydılar. İçinde yer aldığım diğer grup ise yeniyetmeliğin beceriksiz kurlarıyla, hani kızlara inat, şarkıyı deyim yerindeyse böğürerek yeniden ve yeniden söylüyordu.

Arabesk yasaklıydı ve şarkı basitçe “hoş” bir şarkıydı. Aldatılma ve kırılma üzerine. Sevgiliye yazılmış ama neredeyse tüm insanlığa seslenen: “İnsanları anlamak, insanları tanımak.” diye sözleri vardı. Bir de nakarat kısmında “Öylesine zor” diyordu Tatlıses; hani neredeyse içimizi okurcasına. O günlerde hiç kimse, özellikle de zihnimizde kim ve ne olduğunu tam bilemediğimiz “ah o sevgili öteki” bizi anlamıyordu. Ne zordu anlaşılmak!

Tamam, şarkının basit, kaba falan olduğunu alttan alta hissediyordum ama aynı şarkı içimde tarifi imkânsız bir malzemeyi işleyip derdimi anlatır hale getiriyordu. Ergenliğin inat, öfke, hayal kırıklığı dünyasının bir anlığına yanık sesiydi işte.

Ama o kadardı. Arabesk de, o tür şarkılar da, o ruh hali de bir yerde tıkanıyordu. Daha doğrusu hep aynı malzeme üzerine oynuyordu: Kaybetmişlik, aldatılmışlık ve çaresizlik. Küçük bir itiraz bile yoktu orada. Sitem ve mağrur bir kabullenme vardı. Ben ise keşfetme, gidebildiğim yere kadar gitme ve kendini kurma derdindeydim. İsyan ve itiraza açıktım. Çok kısa süre sonra müzikte bambaşka yerlere açıldım.

15 Haziran 2016 Çarşamba

Benjamin Clementine: The barefoot troubadour who whispers

Some beauties remain under-the-radar, which is, to some extent, not so bad. No one had heard of Benjamin Clementine a year ago. His debut album, ‘At Least For Now’, released in January, 2015 and received limited attention. However, after one year he was on the radar of awards and Charles Anazovour. 

Channeling influences such as Erik Satie and Antony Hegarty, he writes songs like singing poems. Clementine’s metier is torch songs, most of which tend to follow a unique pattern — an opening of piano chords that ebbs and flows with Clementine gliding over the top before launching into a full-throated outburst of emotion, recalling absolutely Nina Simone. 

Clementine got his start busking on the Paris Metro, where he was discovered by a producer. He went on, by way of an appearance on well-known shows, to land a recording contract. His resulting debut album is by turns bold, brave, beautiful and at times quite brilliant. Clementine cites Antony Hegarty as a formative influence, and certainly there are vocal similarities. But for the most part these piano-led songs sound unique, the lonely despair of Then I Heard A Bachelor's Cry and the arresting lyricism of Condolence signalling an exciting unique talent. Please welcome this barefoot troubadour who whispers directly to our hearts.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Ezilenlerin yumruğu


Bizim işimiz hakikaten zor. Ya da genelleştirmeyeyim de benim işim zor diyeyim. Popüler kültür içinde kime sempati duysam bir süre sonra sempatim elimde kalıyor, bir soru işaret gelip yerleşiyor, “idol” ile arama.

İdol, tapılan nesne, kişi demek. Bir nevi “kahraman” olarak da düşünebiliriz. Ama içindeki sihirli içsel yatırımı da hesaba katarsak. Tabii ki idolün idealize edilmiş, yani mükemmelleştirilmiş bir yanı var. İdol, dinmeyen özlemlerimizin, endişelerimizin bir nesnesi, simgesi oluyor aslında.

Solun, sosyalizm mücadelesinin bir çok kahramanı ve idolü var. Bazıları çok tartışmasız. Onlar konusunda az çok netiz. Ama bir de arafta olanlar, ortalıkta kalanlar var. Bir süreliğine “bizim” tarafta gibi görünseler de işin heyecanı geçtikten sonra bakıldığında aslında hiçbir zaman aynı tarafta olmadığınızı gördüğümüz kişiler, isimler, semboller…

Yakın tarihte üç dönemin bu tür idoller yarattığını söyleyebilirim. Bu üç dönemim ortak özelliği devrim ve karşı-devrim arasında gidip gelmesidir. Birincisi 1848 ile başlayıp Paris Komünü ile biten dönemdir. Bu dönemim idolleri hiçbir sınır tanımamıştır. Sanattan siyasete nerede bir kalkışma, yenilik ve direniş varsa ülkeden ülkeye, şehirden şehire peşinden koşmuşlardır. Aile, din, okul gibi yapıları sorguladıkları ve parçası olmadıkları için genel toplum için bir tür anti-kahramana da dönüşmüşlerdir.

Diğeri 1908 ile başlayıp 1928 ile biten dönemdir. Siyasetten sanata bir çok idol, kahraman çıkar bu dönemde. Hem de hemen her coğrafyada. İlkinden daha amorf bir dönemdir. Örneğin Erik Satie’yi Fransa Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde görebilirsiniz. Ya da Andre Breton’u. Bir süre sonra yan yana bile düşünülemeyecek isimler dönemin rüzgarıyla bir aradadır. Sovyet sosyalizmi ile Dadaizm gibi.

Üçüncü dönem ise 1960lar ile başlar ve 1980 dalgası ile biter. İşte bu dönem, kitlelere mal olan pop kültürde bile gedikler açarak “bizim tarafa” çok fazla insanı çekmiştir. Hem de hemen her ülkede. Afrika’dan Amerika’ya, Kabil’den New York’a kadar her yerde toplumların önemsedikleri kişiler muhalif bir kimlikle anılmıştır.

Ama tartışmalarla birlikte.

4 Haziran 2016 Cumartesi

Simirna Kızılı


Polisiyenin müptelası çoktur ama pek edebiyattan görmeyeni de vardır. Bir polisiye okuru olduğumu söyleyemem. Yaratıcılık anlamında zekice, edebiyat anlamında biraz risksiz bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca modern insanın bastırmak için uğraştığı dürtülerini ya da bazı olaylar karşısındaki anlık yoldan çıkmalarını başka türlere göre çok daha iyi işlediğini de söyleyebilirim. Yine de bilgim ve ilgim kısıtlı. Ve adının da bende bir tür alerji yarattığını ekleyebilirim.

Aklımın bir kenarında tuttuğum polisiye kitapları vardır; çok değil, birkaç tane. İlki aslında tam olarak bir polisiye kitabı değil; polisiye üzerine yazılmış bir kitap. Aslında başucu kitaplarım arasında olduğunu da söyleyebilirim. Çünkü, bir tek polisiyse üzerine yazılmış bir kitap değil. Evet, temel derdi polisiye edebiyatı ama Marksizmin farklı bir alanda nasıl yeniden üretilebileceğini de gösteriyor.

Ernst Mandel’in “Hoş Cinayet” kitabından bahsediyorum. Polisiye ve marksizm ile tanışmak isteyenler için sağlam bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Ekonomi-politikteki değişim ile toplumların değişimi ve polisiye içeriğinin, biçiminin değişimini yalın bir yetkinlikle anlatıyor Mandel. Polisiye edebiyatının 2000lere kadar olan değişimini iz bırakan kitaplar eşliğinde tanımak isteyenler için de Marksizmi tanımak isteyenler için de tavsiye edebilirim.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Prova Bitti

Apartmanı baştan sona saran koridorlarda bir süre çınladı acı bir çığlık.

Kumaşın içinde kalan dikiş iğnesini fartmemişlerdi. Ta ki provalar bitip de elbiseyi üstüne geçirinceye kadar.