Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda, bir geceliğine
Erik Truffaz olmaktı. Sanki günlerinin getirdiği bütün sıkıntıyı Truffaz olarak çaldığı trompete üfleyecek ve gecenin sonunda, gün ağarırken yeni birisine dönüşecekti. Ya da gün ağarıp da Truffaz olmaktan çıktığında bedeni yanmaya başlayacak ve külleri sabah serinliğinde bomboş sokaklarda savrulacak, kayboluverecekti. Öyle düşler dururdu kendisini.
Truffaz'ın yaşadığı Paris'e gitmişliğini bırakın kendi şehrinden dışarıya adım atmışlığı bile yoktu. Bir ırmağı vardı şehrinin. Ve o şehirde, Erik Truffaz'a dönüştüğü o belirsiz geceyi düşlediği bir mekanı vardı. Pencere kenarından ırmağı izleyebildiği bir bar.
Öğleden sonraları ortalıkta kimsecikler yokken gelirdi bara. Çölden çıkıp gelmiş yorgun, mağlup ve de kırgın bir Mağrip gibi pencere kenarına dertli dertli kurulurdu. Bir, bilemediniz iki bira içerken dudakları mırıldanır dururdu.
My Funny Valentine olsun
Manon olsun, Truffaz'ı, Truffaz'ın içli şarkılarını dinlerken hem dudakları kıpırdanır hem de sanki kendi ağır dertlerine dalar ve gözleri dolardı. Sonra O gözyaşlarını silerken
Flamingos başlardı. Yanık nağmelerle eşlik ederdi Truffaz'a. Hatta Mounir Troudi'den daha içli söyleyebilmek için bir ara Arapça öğrenmeye bile kalkışmıştı. Troudi havalandırdığı şarkırlarla kendinden geçerken sanki çalan, söyleyen hakkaten de kendisiymiş gibi alnı boncuk boncuk ter içinde kalırdı. Tabii ki Fransızca öğrenmeyi de her zaman çok istemişti. Sanki siyah-beyaz bir Fransız filminde oynuyormuş gibi gırtlaktan çıkardığı kelimeler mırıldanırdı kendi kendine.
Mırıldanır ve Truffaz'ı dinlerken çeşit çeşit düşlere dalıp gittiği için önünde öylece bekleyen birasından birkaç yudum alırdı. Sonra gözlerini ayırmadan dışarıya bakardı bir süre. Hayat oradaydı, dışarıda. Ama kendisini Erik Truffaz olarak düşleyip pencereden o hayata bakarken, hayat herkese ve herşeye çok uzak kalırdı. Sanki hayat, bir filmin girişine, ilk sahnelerine dönüşür ve o da
o filme şarkılarla katılırdı. Sanki paltosunun yakasını hafifçe yukarı kaldırıp saçlarını incecik dişleri olan bir tarakla tarardı. Ve Truffaz çalarken O sanki şiir okurdu:
L'enfent Seul. Sanırım kendisini ara ara Truffaz olarak Truffaut'un
400 Darbe filminde de hayal ediyordu. Antoine filmin son sahnesinde özgürlüğüne koşarken sanki trompetiyle ona eşlik ediyordu.
Bizim gibi iş bilenlere göre onun iş bilmeyen bir yanı vardı. Hani "
önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirse şimdi nerelerde olurdu, kim bilir?" denilenlerdendi. Herkes onda sönüp gitmiş, kurumuş ayrı bir cevher sezer ve kendince dertlenirdi. Hani ne bileyim, önemli bir yazar olabilecekken yararı olmayan işlerde, sadece kendi etrafını ışıtan yazılarda eğlenmişti. Aslında O ne kaybetmek için bir uğraş vermişti ne de kazanmaktan fellik fellik kaçmıştı. O kendini, kendisine bırakmıştı. Sadece kendisi olmakta ısrar etmiş ve geriye kalanlarla aklını hiç yormamıştı.
Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda bir geceliğine
Erik Truffaz olmaktı.
Nikbinlik, Bahar 2016, sayı: 40, sf. 82