Geçmişe önkoşulsuz övgüler yağdırmak da geçmişi haksız ağır sövgülere boğmak da kolay. Ne de olsa geçmiş dediğimiz düne artık ulaşmak olası değil. Bu nedenle geçmiş, henüz geçmişe karışmamış olan bugünün içinde yeniden kurgulanırken, yeniden hatırlanırken istenilen biçimi alabilir. Dünün mirasını taşıyan bugün, abartılı bir yeniden kurmaya izin vermese de geçmiş didiklenebilir, benzetilebilir, kırpılabilir, çekiştirilebilir. Mirasın izin verdiği kadarıyla...
Geçmişin kaderi gibidir kurgulanmak ve geçmiş kurgulandıkça gelecek kadar belirsizleşebilir. Kurcalandıkça geçmişi anlamak bugünün insanı için zorlu olabilir. Öncelikle bugünden geçmişe bakıldığı için. Diğer yandan geçmişin ne kadar çekiştirildiğini, ne kadar benzetildiğini anlamak da karmaşıktır. Geçmiş bin türlü halde çıkabilir karşısına. Özellikle geçmişin bazı bölümleri daha çok çekiştirilmiştir, daha çok benzetilmiştir. Belki de geçmişin bazı bölümleri çekiştirilmeye, kurgulanmaya daha açıktır; daha esnek bir geçmiştir, bu geçmiş. Nereye çeksen gidecek gibidir. Haşarı bir çocuk olabilir, ama aynı zamanda büyük bir olgunlaşma da olabilir; değişimin başladığı yer de olabilir, her şeyin sıradanlaştığı uğrak da olabilir. Belki de hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin yaşanmadığı, "güneşin altında yeni bir şey yok!" dedirten bir zaman dilimidir.
Toplumların hareketlendiği dönemlerle ilgili birisi için 1950'li yılların rehavetini, 1960'lı yılların canlılığını ve hemen ardından da 1980'li yılların sünepeliğini birarada anlamak çözümsüz bir bulmaca gibi görünebilir. Çünkü 1960lar, öncesiyle ve sonrasıyla ilişkisiz gibi öylece ortada duran, başka bir dünyadan bahsedildiği düşünülen uzak bir anlatı gibidir. Bu anlatı bazen "çiçek çocukları da denedi, ne oldu ki?" cızırtısıyla okunur, bazen "onlar silahlara, biz çoğunluğa sahibiz" mısrasıyla. Bazen "keşke o dönemde yaşasaymışım!" dedirtir, bazen "her şey modaymış; o zaman kafa tutmak modaymış şimdi de kafa eğmek!" çıkar ağızdan. Belki de "dünya devrimin eşiğinden dönmüştür!" ama belki de "devrim falan palavra, sadece herkes kendisini gerçekleştirmiştir." Herkesin bir başka okuduğu bir kitap gibi, herkesin bir başka izlediği bir film gibi, herkesin bir başka düş bulduğu bir şarkı gibi...
Herkesi çekip çeviren bir isyanAltmışlar denince duruyor insan. Ne de olsa geçmişin bir uğrağında dolu doludur günler. Jean Paul Sartre Küba'ya gidip Fidel'le sandalda poz vermektedir, kutlanan devrimdir ama bir yandan da Avrupa kıpır kıpır olan coğrafyalara göz kırpmaktadır. Çünkü kendi içi dingindir. Beatles adlı dört yeni yetme ise saygıdeğer kiliseyi, dini bütün ana babaları umursamaksızın İsa'dan daha çok tanındıklarını ilan etmeye kalkışmaktadır. Her şey uzak bir şaka gibidir. ABD'yi olimpiyatlarda temsil eden iki zenci koşucu (Tommie Smith ve John Carlos) ceplerini parayla doldurmak, kariyerlerini gözetmek gibi kaygıları çöp sepetine atıp madalya almak üzere çıktıkları kürsüde yumrukları havada "İktidar halka!" demektedir. Birkaç yıl içinde büyük bir ticaret simgesine dönüşecek olan Rolling Stones'un asi ve isyankâr görüntüsü İngiltere'nin sıradanlığına sığmamaya başlamış ve grup solcu entelektüellerle görüşüp sokaklarda çatışan insanlar için şarkılar (Street Fighting Man) yazmaya başlamıştır.
Özellikle Vietnam'ın direnişi akılları fitillemiştir. Ayrıca etrafını aydınlatan binlerce mum yanmıştır sömürgeciliğe başkaldıran insanlarla birlikte. Büyük savaşın ardından dinginlik içinde yaşayan batılı toplumların gençleri, masal anlatan ailelerine ve yalan söyleyen hükümetlerine öfkelidir. Vietnamlılar, yoksullar, zenciler nasıl kafa tutuyorlarsa, büyük kentlerin meydanlarında düzene kafa tutmayı göze almaktadırlar. ABD'nin saldırganlığına Vietnamlıların verdiği yanıt, zencilerin başkaldırısı ve daha fazla özgürlük isteyen gençlerin isyanından oluşan sahne, olağan zamanlarda sıradanlığın parçası olan birçok müzisyeni de etkilemiştir. İzleyen yıllarda müziğinin gücünü giderek daha fazla oranda siyasal dönüşüm için kullanacak olan John Lennon gibi bazıları önce bocalamıştır (Lennon, Londra'da ABD büyükelçiliği basıldığı günlerde Hindistan'da yoga yapmaktadır). Mick Jagger gibi bazıları ise çok öfkelenmiştir ama çabuk pes etmiştir (ABD büyükelçiliğine yürüyenlerin arasında yer alan Jagger büyük çatışmalardan sonraki günlerde İngiltere'de bir rock grubunda çalmak dışında yeteri kadar isyanın olamayacağına kanaat getirmiştir). Ama hem Beatles hem de Rolling Stones 1968’te olup bitenlerden çok fazla etkilenmiştir; John Lennon’ın aklını yansıtan “Devrim-Revolution” şarkısında Beatles, sokaktakilerle değişim istediklerini ama şiddet yoluyla istemediklerini ya da istediklerini tartışmak zorunda kalmıştır.
Amerika’nın tozunu toprağını yutmuş ozan Phil Ochs müzikten, özellikle de toplumsal hareketliliğin sesi olacak bir müzikten o kadar çok umutludur ki Elvis Presley’i müziğin Che Guevara’sı yapmaya kalkışır. Hâlbuki kral, o aralar Beatles’ı başkan Nixon’a şikâyet etmektedir. Bob Dylan politik etkinliklerden kaçmaya çalıştıkça birileri çıkıp onu geri getirmeye çalışır. Hatta bir ara “Dylan Özgürlük Cephesi” bile kurulur.
Ancak zincirlerinden boşalmış ve özgürleşmiş yaratıcılık her yerdedir. Dönemin ortaya çıkardığı yaratıcılık dolu isyankâr enerji bir yandan rock müziğini piyasadan bir süreliğine çalarken diğer yandan da folk müziğinin, yani halk türkülerinin modern düzenlemelerle buluşmasını sağlamaktadır. Moğollar’ın dolaştıkları toprakların enstrümanlarını müziklerine yerleştirmeleri bu döneme denk gelir. Tülay German aynı yıllarda büyük kitlelerin diline dolanacak modern halk türküleri seslendirmektedir. Victor Jara, Mercedes Sosa, Silvio Rodriguez’in aynı dönemin yaratıcılığıyla buluşması şaşırtıcı değildir. Aynı zaman dilimine müziğin kalıplarını genişleten Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin gibi isimlerin eşlik etmesi ve bu kadar çok yaratıcılığın olduğu bir dönemin bir daha tekrarlamaması da şaşırtıcı değildir. İlginç olan ise bu sahnenin, yeniyi yaratma cesaretinin Londra'da, Paris'te, Brazil'de, San Fransicco'da, Berlin'de, Roma'da, İstanbul'da hemen hemen aynı zaman dilimi içinde ortaya çıkmasıdır. Tüm hareketlenmelerle açığa çıkan yaratıcı bir enerjidir ve herkesi kendine çekmektedir. Varolan toplumun kalıpları kırılmaktadır: Müzikte 20. yüzyılın en yaratıcı döneminin bu yıllarda esip geçmesi rastlantı değildir.
Altmışların hayali çökerkenAncak değişimin yayılım biçimi de ilgi çekicidir. Toz bulutu dağılıp taşlar yerine oturduğunda eski günlerin heyecanında pişmiş herkes için fırsatlar dünyasının önü açılmış gibidir: bürokrasi, parlamento koltukları, reklam sektörü, sanat dünyası, şirketlerin yönetici kademeleri geçmiş yılların parlak gençlerini istihdam edivermiştir. Devrimi yapamayan ateşli militanlar düzenin yerine oturması, genişlemesi, yayılması için kolları sıvamış birer yeni militana dönüşüvermişlerdir. Devrim isyanı ya da sadece isyan nasıl bir salgın olduysa dönüşüm de salgın gibidir. Dönüşümün İtalya'daki ilginç görünümlerini Umberto Eco'nun Foucoult Sarkacı'nda okumak şaşırtıcı gelebilir ama bir zamanların devrimcilerinin sanat galerisi yöneticilerine, şirket sahiplerine ya da bir kenarda yaşlanmayı bekleyen sahaflara dönüştüklerini, yeni dönemin tarzını (bilinemezcilik, gizemcilik, çokmerkezcilik vb.) en başarılı şekilde temsil eden bir kitapta okumaktan daha doğal ne olabilir ki. Fransa'da Mayıs 68'in önderleri uzun yıllardır parlamento koltuklarını eskitmektedir. Nobel edebiyat ödülünü reddeden yeni bir yazar çıkmaktadır, hatta Nobel ödülü gelişmişlik düzeyi göstergesi olup iç gıdıklamaktadır.
Ancak her şey bir anda değişmemiştir. Fransa’da isyan kültürü orta sınıf tutuculuğuna yavaş yavaş teslim olmuştur; ne de olsa Fransa’nın Turgut Özal’ı olmaya aday Sarkozy daha geçtiğimiz yıl tahta çıktı. İngiltere’de rock çok geniş bir pazar olanağını içinde barındırdığını hemen ispatladı ama üç akortlu punk rockta mola vermek zorunda kaldı. ABD'nin başı o kadar sıkıştı ki McCarty soruşturmaları, müzisyenler hakkındaki kabarık FBI dosyaları yetmedi. Önce soğuk savaştan vazgeçme işareti veren John F. Kennedy öldürüldü ve bir kaç yıl sonra da kardeşi Robert Kennedy, zenci hakları hareketinin lideri Martin Luther King ile aynı yıl içinde öldürüldü. Aynı dönemde ABD sanat müzeleri çöplüğüne dönüştü. CIA sanat akımları oluşturmak ve entelektüelleri satın almak için bütçeler tüketti. Yaratıcılığın söndürülmesi ve düzenin tesisi için uçlar budandı, sanat galerilere ve müzik de billboard listelerine kapatıldı. 70lerle birlikte ortalığı, gençleri sakin olmaya, eğlenmeye ve daha çok eğlenmeye çağıran şarkılar kapladı. Woodstock tüm efsanesine karşın bir yanılsama olmaya mahkûm oldu. Plak satışları ve kısa bir süre sonra da kaset satışları alıp başını yürüdü. Altmışların bir on yıllığına insanlığa göz kırpan yaratıcı enerjisi nereye akacağını umursamamanın bedelini piyasanın içinde eriyip kaybolmakla ödedi.
Yenilik arayışı, yeniliği her gün ve her gün tekrar sunabilen bir güce en sonunda yenik düştü. Şarkılarını direnen, örgütlenen işçiler için söyleyen Pete Seeger, Phil Ochs gibi müzisyenlere piyasada yeni ilginçlikler üretmedikleri, para basan tek kişilik bir makineye dönüşmedikleri sürece bir daha yer açılmadı. Bob Dylan ise olayların gidişatını çok daha erken anlamış birisi olarak daha 1965'te gitarına fişi takıverdi. 60lardan 80lere kadar tüm dünyanın toplumları değişirken yaratıcı enerji de geri çekildi. Joan Baez’in beyhude direnişi, ne yazık ki vitrinde güzel duran şirin bir görüntüye dönüştü. Benzer bir süreci Türkiye'de ama Türkiye’nin kendine has özellikleriyle birlikte görmek de ilginç. Darbe öncesi Türkiye popüler müziğinin önde gelen ve sola ses olan isimlerinin (Cem Karaca ve Timur Selçuk) yıllar içinde dini referanslar kullanan isimlere dönüşmeleri geç kalmış Türkiyeli bir tekrar gibidir. Aynı süreçte politikayla hiçbir zaman alakası olmamış başka isimler ise başka bir dönüşüm yaşadı: İbrahim Tatlıses patron, Orhan Gencebay borsa simsarı ve Müslüm Gürses de orta sınıf müzisyeni oldu.
John Lennon ve Yoko Ono, dünya görüşleri gittikçe naifleşen iki ünlü isim olarak 1969 ve 1970 yıllarını her yere "Savaş Bitti! Eğer İsterseniz!" kartları asarak geçirirken aslında kitlelerin mücadelesi yavaş yavaş geri çekilmekte ya da bastırılmaktaydı. Hatta sağduyuya kulak vermeye başlayan kitle artık savaşla ilgilenmekteydi; artık herkesin bireysel savaşı başlamaktaydı; hayata tutunma savaşı, küçük şeylerle mutlu olma savaşı, kariyerini ilerletme savaşı vb. Devrimci tavır alan birçok büyük pop yıldızının ortalığı kaplama tehlikesi belirdiğinde kitlesel hareketin çıkışsızlığı da başlamıştı. Hobsbawn'ın söylediği gibi "Böylesi olgular ne kadar öne çıkarsa büyük şeylerin gerçekleşmediği konusunda o kadar emin olabiliriz. Burjuvaziyi şoka uğratmak, ne yazık ki onu devirmekten daha kolaydır." (Eric Hobsbawn, Sıradışı İnsan. sf. 293)
İşin trajik ve de komik yanı ise birçok kez karşı kültür olarak adlandırılan tüm bu tarihsel gürültünün onca yıldan sonra kültürün ta kendisi olmasıdır. Belki de tüm o yıllar, taşlar yerine oturduğunda bile istenilen yere çekiştirilen bir geçmişin parçasıdır. İşte bu nedenle yanıtı olmadığını bilse bile insan, kendine sormadan edemiyor: Altmışlı yıllarda gerçek anlamda ne oldu?
Geçmişin kaderi gibidir kurgulanmak ve geçmiş kurgulandıkça gelecek kadar belirsizleşebilir. Kurcalandıkça geçmişi anlamak bugünün insanı için zorlu olabilir. Öncelikle bugünden geçmişe bakıldığı için. Diğer yandan geçmişin ne kadar çekiştirildiğini, ne kadar benzetildiğini anlamak da karmaşıktır. Geçmiş bin türlü halde çıkabilir karşısına. Özellikle geçmişin bazı bölümleri daha çok çekiştirilmiştir, daha çok benzetilmiştir. Belki de geçmişin bazı bölümleri çekiştirilmeye, kurgulanmaya daha açıktır; daha esnek bir geçmiştir, bu geçmiş. Nereye çeksen gidecek gibidir. Haşarı bir çocuk olabilir, ama aynı zamanda büyük bir olgunlaşma da olabilir; değişimin başladığı yer de olabilir, her şeyin sıradanlaştığı uğrak da olabilir. Belki de hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin yaşanmadığı, "güneşin altında yeni bir şey yok!" dedirten bir zaman dilimidir.
Toplumların hareketlendiği dönemlerle ilgili birisi için 1950'li yılların rehavetini, 1960'lı yılların canlılığını ve hemen ardından da 1980'li yılların sünepeliğini birarada anlamak çözümsüz bir bulmaca gibi görünebilir. Çünkü 1960lar, öncesiyle ve sonrasıyla ilişkisiz gibi öylece ortada duran, başka bir dünyadan bahsedildiği düşünülen uzak bir anlatı gibidir. Bu anlatı bazen "çiçek çocukları da denedi, ne oldu ki?" cızırtısıyla okunur, bazen "onlar silahlara, biz çoğunluğa sahibiz" mısrasıyla. Bazen "keşke o dönemde yaşasaymışım!" dedirtir, bazen "her şey modaymış; o zaman kafa tutmak modaymış şimdi de kafa eğmek!" çıkar ağızdan. Belki de "dünya devrimin eşiğinden dönmüştür!" ama belki de "devrim falan palavra, sadece herkes kendisini gerçekleştirmiştir." Herkesin bir başka okuduğu bir kitap gibi, herkesin bir başka izlediği bir film gibi, herkesin bir başka düş bulduğu bir şarkı gibi...
Herkesi çekip çeviren bir isyanAltmışlar denince duruyor insan. Ne de olsa geçmişin bir uğrağında dolu doludur günler. Jean Paul Sartre Küba'ya gidip Fidel'le sandalda poz vermektedir, kutlanan devrimdir ama bir yandan da Avrupa kıpır kıpır olan coğrafyalara göz kırpmaktadır. Çünkü kendi içi dingindir. Beatles adlı dört yeni yetme ise saygıdeğer kiliseyi, dini bütün ana babaları umursamaksızın İsa'dan daha çok tanındıklarını ilan etmeye kalkışmaktadır. Her şey uzak bir şaka gibidir. ABD'yi olimpiyatlarda temsil eden iki zenci koşucu (Tommie Smith ve John Carlos) ceplerini parayla doldurmak, kariyerlerini gözetmek gibi kaygıları çöp sepetine atıp madalya almak üzere çıktıkları kürsüde yumrukları havada "İktidar halka!" demektedir. Birkaç yıl içinde büyük bir ticaret simgesine dönüşecek olan Rolling Stones'un asi ve isyankâr görüntüsü İngiltere'nin sıradanlığına sığmamaya başlamış ve grup solcu entelektüellerle görüşüp sokaklarda çatışan insanlar için şarkılar (Street Fighting Man) yazmaya başlamıştır.
Özellikle Vietnam'ın direnişi akılları fitillemiştir. Ayrıca etrafını aydınlatan binlerce mum yanmıştır sömürgeciliğe başkaldıran insanlarla birlikte. Büyük savaşın ardından dinginlik içinde yaşayan batılı toplumların gençleri, masal anlatan ailelerine ve yalan söyleyen hükümetlerine öfkelidir. Vietnamlılar, yoksullar, zenciler nasıl kafa tutuyorlarsa, büyük kentlerin meydanlarında düzene kafa tutmayı göze almaktadırlar. ABD'nin saldırganlığına Vietnamlıların verdiği yanıt, zencilerin başkaldırısı ve daha fazla özgürlük isteyen gençlerin isyanından oluşan sahne, olağan zamanlarda sıradanlığın parçası olan birçok müzisyeni de etkilemiştir. İzleyen yıllarda müziğinin gücünü giderek daha fazla oranda siyasal dönüşüm için kullanacak olan John Lennon gibi bazıları önce bocalamıştır (Lennon, Londra'da ABD büyükelçiliği basıldığı günlerde Hindistan'da yoga yapmaktadır). Mick Jagger gibi bazıları ise çok öfkelenmiştir ama çabuk pes etmiştir (ABD büyükelçiliğine yürüyenlerin arasında yer alan Jagger büyük çatışmalardan sonraki günlerde İngiltere'de bir rock grubunda çalmak dışında yeteri kadar isyanın olamayacağına kanaat getirmiştir). Ama hem Beatles hem de Rolling Stones 1968’te olup bitenlerden çok fazla etkilenmiştir; John Lennon’ın aklını yansıtan “Devrim-Revolution” şarkısında Beatles, sokaktakilerle değişim istediklerini ama şiddet yoluyla istemediklerini ya da istediklerini tartışmak zorunda kalmıştır.
Amerika’nın tozunu toprağını yutmuş ozan Phil Ochs müzikten, özellikle de toplumsal hareketliliğin sesi olacak bir müzikten o kadar çok umutludur ki Elvis Presley’i müziğin Che Guevara’sı yapmaya kalkışır. Hâlbuki kral, o aralar Beatles’ı başkan Nixon’a şikâyet etmektedir. Bob Dylan politik etkinliklerden kaçmaya çalıştıkça birileri çıkıp onu geri getirmeye çalışır. Hatta bir ara “Dylan Özgürlük Cephesi” bile kurulur.
Ancak zincirlerinden boşalmış ve özgürleşmiş yaratıcılık her yerdedir. Dönemin ortaya çıkardığı yaratıcılık dolu isyankâr enerji bir yandan rock müziğini piyasadan bir süreliğine çalarken diğer yandan da folk müziğinin, yani halk türkülerinin modern düzenlemelerle buluşmasını sağlamaktadır. Moğollar’ın dolaştıkları toprakların enstrümanlarını müziklerine yerleştirmeleri bu döneme denk gelir. Tülay German aynı yıllarda büyük kitlelerin diline dolanacak modern halk türküleri seslendirmektedir. Victor Jara, Mercedes Sosa, Silvio Rodriguez’in aynı dönemin yaratıcılığıyla buluşması şaşırtıcı değildir. Aynı zaman dilimine müziğin kalıplarını genişleten Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin gibi isimlerin eşlik etmesi ve bu kadar çok yaratıcılığın olduğu bir dönemin bir daha tekrarlamaması da şaşırtıcı değildir. İlginç olan ise bu sahnenin, yeniyi yaratma cesaretinin Londra'da, Paris'te, Brazil'de, San Fransicco'da, Berlin'de, Roma'da, İstanbul'da hemen hemen aynı zaman dilimi içinde ortaya çıkmasıdır. Tüm hareketlenmelerle açığa çıkan yaratıcı bir enerjidir ve herkesi kendine çekmektedir. Varolan toplumun kalıpları kırılmaktadır: Müzikte 20. yüzyılın en yaratıcı döneminin bu yıllarda esip geçmesi rastlantı değildir.
Altmışların hayali çökerkenAncak değişimin yayılım biçimi de ilgi çekicidir. Toz bulutu dağılıp taşlar yerine oturduğunda eski günlerin heyecanında pişmiş herkes için fırsatlar dünyasının önü açılmış gibidir: bürokrasi, parlamento koltukları, reklam sektörü, sanat dünyası, şirketlerin yönetici kademeleri geçmiş yılların parlak gençlerini istihdam edivermiştir. Devrimi yapamayan ateşli militanlar düzenin yerine oturması, genişlemesi, yayılması için kolları sıvamış birer yeni militana dönüşüvermişlerdir. Devrim isyanı ya da sadece isyan nasıl bir salgın olduysa dönüşüm de salgın gibidir. Dönüşümün İtalya'daki ilginç görünümlerini Umberto Eco'nun Foucoult Sarkacı'nda okumak şaşırtıcı gelebilir ama bir zamanların devrimcilerinin sanat galerisi yöneticilerine, şirket sahiplerine ya da bir kenarda yaşlanmayı bekleyen sahaflara dönüştüklerini, yeni dönemin tarzını (bilinemezcilik, gizemcilik, çokmerkezcilik vb.) en başarılı şekilde temsil eden bir kitapta okumaktan daha doğal ne olabilir ki. Fransa'da Mayıs 68'in önderleri uzun yıllardır parlamento koltuklarını eskitmektedir. Nobel edebiyat ödülünü reddeden yeni bir yazar çıkmaktadır, hatta Nobel ödülü gelişmişlik düzeyi göstergesi olup iç gıdıklamaktadır.
Ancak her şey bir anda değişmemiştir. Fransa’da isyan kültürü orta sınıf tutuculuğuna yavaş yavaş teslim olmuştur; ne de olsa Fransa’nın Turgut Özal’ı olmaya aday Sarkozy daha geçtiğimiz yıl tahta çıktı. İngiltere’de rock çok geniş bir pazar olanağını içinde barındırdığını hemen ispatladı ama üç akortlu punk rockta mola vermek zorunda kaldı. ABD'nin başı o kadar sıkıştı ki McCarty soruşturmaları, müzisyenler hakkındaki kabarık FBI dosyaları yetmedi. Önce soğuk savaştan vazgeçme işareti veren John F. Kennedy öldürüldü ve bir kaç yıl sonra da kardeşi Robert Kennedy, zenci hakları hareketinin lideri Martin Luther King ile aynı yıl içinde öldürüldü. Aynı dönemde ABD sanat müzeleri çöplüğüne dönüştü. CIA sanat akımları oluşturmak ve entelektüelleri satın almak için bütçeler tüketti. Yaratıcılığın söndürülmesi ve düzenin tesisi için uçlar budandı, sanat galerilere ve müzik de billboard listelerine kapatıldı. 70lerle birlikte ortalığı, gençleri sakin olmaya, eğlenmeye ve daha çok eğlenmeye çağıran şarkılar kapladı. Woodstock tüm efsanesine karşın bir yanılsama olmaya mahkûm oldu. Plak satışları ve kısa bir süre sonra da kaset satışları alıp başını yürüdü. Altmışların bir on yıllığına insanlığa göz kırpan yaratıcı enerjisi nereye akacağını umursamamanın bedelini piyasanın içinde eriyip kaybolmakla ödedi.
Yenilik arayışı, yeniliği her gün ve her gün tekrar sunabilen bir güce en sonunda yenik düştü. Şarkılarını direnen, örgütlenen işçiler için söyleyen Pete Seeger, Phil Ochs gibi müzisyenlere piyasada yeni ilginçlikler üretmedikleri, para basan tek kişilik bir makineye dönüşmedikleri sürece bir daha yer açılmadı. Bob Dylan ise olayların gidişatını çok daha erken anlamış birisi olarak daha 1965'te gitarına fişi takıverdi. 60lardan 80lere kadar tüm dünyanın toplumları değişirken yaratıcı enerji de geri çekildi. Joan Baez’in beyhude direnişi, ne yazık ki vitrinde güzel duran şirin bir görüntüye dönüştü. Benzer bir süreci Türkiye'de ama Türkiye’nin kendine has özellikleriyle birlikte görmek de ilginç. Darbe öncesi Türkiye popüler müziğinin önde gelen ve sola ses olan isimlerinin (Cem Karaca ve Timur Selçuk) yıllar içinde dini referanslar kullanan isimlere dönüşmeleri geç kalmış Türkiyeli bir tekrar gibidir. Aynı süreçte politikayla hiçbir zaman alakası olmamış başka isimler ise başka bir dönüşüm yaşadı: İbrahim Tatlıses patron, Orhan Gencebay borsa simsarı ve Müslüm Gürses de orta sınıf müzisyeni oldu.
John Lennon ve Yoko Ono, dünya görüşleri gittikçe naifleşen iki ünlü isim olarak 1969 ve 1970 yıllarını her yere "Savaş Bitti! Eğer İsterseniz!" kartları asarak geçirirken aslında kitlelerin mücadelesi yavaş yavaş geri çekilmekte ya da bastırılmaktaydı. Hatta sağduyuya kulak vermeye başlayan kitle artık savaşla ilgilenmekteydi; artık herkesin bireysel savaşı başlamaktaydı; hayata tutunma savaşı, küçük şeylerle mutlu olma savaşı, kariyerini ilerletme savaşı vb. Devrimci tavır alan birçok büyük pop yıldızının ortalığı kaplama tehlikesi belirdiğinde kitlesel hareketin çıkışsızlığı da başlamıştı. Hobsbawn'ın söylediği gibi "Böylesi olgular ne kadar öne çıkarsa büyük şeylerin gerçekleşmediği konusunda o kadar emin olabiliriz. Burjuvaziyi şoka uğratmak, ne yazık ki onu devirmekten daha kolaydır." (Eric Hobsbawn, Sıradışı İnsan. sf. 293)
İşin trajik ve de komik yanı ise birçok kez karşı kültür olarak adlandırılan tüm bu tarihsel gürültünün onca yıldan sonra kültürün ta kendisi olmasıdır. Belki de tüm o yıllar, taşlar yerine oturduğunda bile istenilen yere çekiştirilen bir geçmişin parçasıdır. İşte bu nedenle yanıtı olmadığını bilse bile insan, kendine sormadan edemiyor: Altmışlı yıllarda gerçek anlamda ne oldu?
konuya uyumlu, bulursan The Weather Undeground ( http://www.imdb.com/title/tt0343168/ ) filmini öneririm...
YanıtlaSil