16 Temmuz 2008 Çarşamba

Sponsorlar Eşliğinde Gençliği Özgürleştiren Müzik Bulundu!

soL Dergisi, Eylül 2003, sayı: 202
Çok değil, daha on yıl önce Sabah grubu, haftalık bir rock dergisi (Rock Kazanı) çıkardığında yer yerinden oynamıştı: Paranın peşindeki sermayedarlar, düzen muhalifi rockçıları düzen içine çekmeye başlamıştı. Ancak tartışmalar çok uzun sürmedi ve kısa zamanda, konser afişlerinden albüm kapaklarına kadar her yerde sponsorlar boy göstermeye başladı. Sponsor alınmasının miladını da Bryan Adams, Scorpions, Guns’n Roses, Metallica gibi grupların büyük stadyum konserleri oluşturdu. Daha öncesinde sponsor desteğinin sözü bile yadırganırken bu konserlerden sonra bir çok yerli rock grubu, hayranı oldukları büyük grupların yaptığı gibi, şirket sponsorluğunda konsere çıkmayı ister hale geldi. Örneğin artık, Athena elemanları, düzenlenen festivallerden birisiyle ilgili olarak Coca Cola’yı öpmek istediklerini rahatlıkla belirtebiliyorlar. Daha üç-dört ay önce Irak’a saldıran Amerika’ya ve savaşa karşı şarkı yazan Mor ve Ötesi, savaşın külleri soğumadan, Amerika’yı en çok temsil eden şirketlerden birisinin sponsorluğunda geniş kitlelere uzanıyor. Özgür kız Nil, gitarının tellerine her uzanışını paraya çeviriyor. Zaten sponsorlar maddi destek yanında çok daha önemli bir işe yarıyor: pazarlama ve markalaşma.
 Son yıllarda ise stadyum konserleri yerlerini, açık havada düzenlenen ‘parti’lere bırakmaya başladı. Müzik vakıfları ve organizasyon şirketleri, genellikle içecek şirketlerinin ya da sanatsever bankaların büyük himayesinde, kocaman arazilerde özgürleşmek isteyen gençliğe tepinme, hoplama, zıplama ve içlerini boşaltma olanağı sunuyor: One Love Festival, H2000 ve Rock’n Coke gibi iki güne yayılmış büyük organizasyonlarda Efes Pilsen, Coca Cola, Carlsberg desteğindeki gençler, dağıtılan tanıtım metinlerine göre buluşmanın, canlı müziğin, dansın, heyecanın, huzurun, barışın, doğanın, özgürlüğün ve eşitliğin(!) tadını çıkarıyor. Arka fonda ise genellikle kültürsüz popçular ya da tekdüze ritimler tutturan dj’ler yerine üniversiteli, kentli, nerede ne söylenmesi gerektiğini bilen, yeri geldiğinde ‘cool’ olabilen, yaşamı takmayan ve takmadıkları için de imaj olarak özgür olduklarını giyinen rock grupları çalıyor. Kısır popçuların arasından yeni yıldızlar çıkaramayan Türkiye müzik endüstrisi, bir zamanlar burun kıvırdığı rock müziğini, grup olma ruhunu, grubun içinde farklılığıyla sivrilen grup elemanını, sıradışılığı ve isyankarlığı keşfetmişe benziyor. Yani sponsorlar eşliğinde, düzenin sınırlarını gözeten bir özgürlüğe hapsedilemeye çalışılan gençliğe, özgürleştiren müzik pazarlanıyor. Peki nasıl oldu da bir zamanların beğenilmeyen rock müziği, müzik endüstrisinin ve şirketlerin özgürleştiren müziği oldu?

Müzmin Muhaliflikten Müzik Endüstrisinin GöbeğineTürkiye’de bir nesil dünyaya gözünü rock müziğiyle açmıştır. Sosyalizm mücadelesinin yenilgi yaşadığı bir dönemde rock, öfkesi, toplumu yargılayan ve yadırgatan tonuyla, kimliğini arayan, toplumu anlayamayan, kafası karışık bir neslin hayata karşı sesi oldu. Topluma karşı kendini yabancı hisseden ve oynanan oyunun kurallarını beğenmeyen, ama oyunun kendisini de sorgulayamayan bir nesil için hem tepkilerini seslendirme aracı hem de acıtan gerçeklerden kaçabilecekleri bir alt kültür oldu. Fanzinlerin, demoların, bazen çıkan ama kolay ulaşılamayan albümlerin, nadir düzenlenen konserlerin peşinde koşan, kentli, iyi ailelerin kötü çocuklarından oluşan bir nesil, rock müziği aracılığıyla yaşamın öğütücü çarkları arasına gitarlarının sapını sokmaya çalıştı. Mücadele etmek zordu, ama düzenin dışında ya da kıyısında bir getto yaratmak da başka bir yoldu.[1] Ama rock nesli, kaçışa dayalı bu kabullenmeyişin sonunda, en büyük kazığı kendisine attı: önce isyanının simgesi olan saçlarını kestirdi, yırtık eski pantolonlarını eskiciye sattı ve sonra da kravatını takıp, mini eteğini giyip iş görüşmelerine gitti; patronların nitelikli, has kadroları haline geldi. Popüler müzikte birkaç yıl, fikirlerin değişmesine, dünün dışlanan kaybetmişinin yarının sevilesi ve örnek alınası yıldızına dönüşmesine yetecek kadar uzun bir süredir. Düne kadar şarkı sözlerinin sansürlenmesi, albüm ve konserlerinin yasaklanması için çığırtkanlık yapan ya da en iyi koşulda sessiz kalan medya, bir sabah bakarsınız ki dışladıklarını yere göğe sığdıramıyordur; kârlı bir evcilleştirme süreci başlamıştır. Piyasa için yaratılan her yenilik, aslında bir süre için yeniliğini koruyabilir ama tükenmekten de kurtulamaz. Herhalde bu nedenle, kimi örnekler dışında rock müziği, pop müzikle birlikte, en çabuk tüketilen ve sıradanlaşan müzik oluyor. Yalnızca son on yılı düşünmek bile bu konuda aydınlatıcıdır; grunge ve death metalle başlayan doksanlar rock müziği önce alternatif rock’un etkisine girmiş, sonra da nu-metale varmıştır. Çoğu müzik türünde, bu kadar hızlı bir değişim yoktur. Aynı dönemde Türkiye müzik endüstrisinde ve rock müziğinde de önemli değişimler oldu. Doksanların ikinci yarısına kadar ülkemizdeki rock müziği camiasının en önemli derdi, ‘Türkçe mi olacak, İngilizce mi?’ tartışmasının yanında, üretildiğini düşündükleri nitelikli müziğe toplumun sırt çevirmesiydi. Konserler çok zor şartlar altında düzenlenebiliyor, Unkapanı onlarla ilgilenmiyor, albümler yayınlanamıyor ve yayınlananlar da satmıyordu. Gruplar zorlanarak yol alıyor, müzik aleti edinmekten tutun da nitelikli prova-kayıt stüdyosu bulmaya kadar bir çok dertle uğraşıyorlardı. Grupların kendi parçalarını icra edebilecekleri bir mekan bile zor bulunuyordu. Halbuki yurt dışında öyle miydi!
Yani toplumdan dışlanmış, kabul görmemiş, hatta hor görülen, anlayış gösterilmeyen bir grup insan zor şartlara rağmen kendi yağında kavruluyor ama bir yandan da toplumun ilgisizliğinden, tutuculuğundan rahatsızlık duyuyordu. Özünde toplumu aldatan ve müzikal kalite açısından hiçbir yaratıcılık barındırmayan arabesk-pop müziğini baş tacı yapan bir toplumun, müziklerini anlayabilmesi, gitarlarının tellerinden ve bagetlerin davula, zillere her dokunuşundan çıkan seslerin ahengini hissedebilmesi için değişmesi gerekiyordu. Toplumun kendi kendine değişmeyeceğini ise ancak birkaç rock müzisyeni kavrayabiliyordu. Rock camiası, bir yandan içinde yaşadığı toplumu beğenmiyordu, toplumsal koşulları sorgulamaya çalışıyordu ama diğer yandan da toplumla değiştirmek ekseninde değil de çoğunlukla kabul görmek, desteklenmek, şirketlerin gözüne girmek ekseninde ilişki kuruyordu. Kendi gettolarında mızmızlanan rocker’lar üzerlerine güneş gibi doğacak toplumsal değişimi bekliyorlardı. Ancak ortada açık bir sorun vardı: “Toplumla uyuşma, anlaşma durumunda müzik ne özerk ne de özgürdür. Özgürlük için anlaşmanın iptali gerekir. Bu iptal de ancak ve ancak müzik (sanat) tarafından yapılabilir, karşı taraftan değil. Efendisinin azad ettiği köle asla özgür değildir, yalnızca azatlıdır. Toplumsal olanı müziksel biçimlerde içselleştiren müzik, bu suretle topluma karşı çıkar. Müzik bu içselleştirmede ve toplumla kavgalı olmasında kendi özerkliğini elde eder, topluma kayıtsız olmada değil.
[2]
Sonunda beklenen değişimin nasıl bir değişim olduğu belli oldu: Rock müziğine ‘piyasa özgürleşmesi’ yaşatıldı. Türkiye kapitalizmi, doksanlı yılların ikinci yarısındaki yeniden yapılanma sürecinde rock müziğini, rock tonlarını-ezgilerini, egemen müzik kültürünün bir parçası haline getirdi. Müzmin muhalif rock müziği, hizaya sokuldu ve müzik endüstrisinin ana parçalarından birisi oldu.
[3] Daha öncesinde horlanan, dinlenilmez bulunan, amatör diye aşağılanan, geleneklere aykırı diye saldırılan rock müziği bu dönemle birlikte toplumun her kesiminden dinleyici bulmaya başladı. Ancak rock felsefesinin utangaçça karşı olduğu ‘işini bilir olmak, işten yırtmak, köşeyi dönmek’ gibi düzen değerleri rock müzisyenlerinin başucu kitabı oldu.[4] Gelişen ve tekelleşen müzik endüstrisiyle beraber pazarı büyüyordu ve açıkçası, birçok rock müzisyeni için toplumun rock müziğini herhangi bir değişim yaşamadan kabullenmesi artık tercih sebebiydi.
Sponsorların Azatlı KöleleriSponsorları rock müziğiyle ilgilenmeye iten sebepler bu açıklamalı tarih gezisine rağmen yine de açık olmayabilir. Kâr beklentisi ve vergi muafiyeti olağandır; bir zamanların sert rocker’ları artık şirketlerin yönetim kademelerine gelmiş ve eski günlerde yaşayamadıklarını, şimdi yaşamak istiyor olabilirler. Ancak, ortada çok daha açık bir gerçek var: Türkiye kapitalizmi gençliğe bir şey veremiyor; bir punk terimiyle ‘no future’ yani, gençler için bu düzende ‘gelecek yok!’ Ancak, boşlukta çiçek yetiştirilemeyeceği gibi hep arafta da kalınamaz. Arayış içindeki gençliğe yön gösterilmesi şarttır ve hem toplumsal tutuculuğa hem de geleceğinin belirsizliğine öfkelenen gençlik için, sert tonlarıyla, isyankar imajıyla rock ne yazık ki iyi bir dışavurum aracı haline getirilmiştir. Öfkenin dışavurumundan evcilleştirici bir araç! Çünkü rock müziği, etrafında oluşturulan soyut özgürlük halesiyle tabloyu tamamlamaktadır. Özgürlüğün soyut kavranışı, rock müziği için genel çerçeveyi oluşturur, çünkü başlangıcından itibaren “...rock’a akın eden gençler, bu müzikte kendilerinden öncekileri caza çeken her şeyin değilse bile çoğunun basitleştirilmiş ve belki de kabalaştırılmış uyarlamasını buldular: ritm, hemen tanımlanabilecek ses ya da sound, gerçek (ya da sahte) kendiliğindenlik ve canlılık, insan duygularını müziğe doğrudan aktarmanın bir yolu.[5] İçinde hep basitlik ve kabalık barındıran tüketim ideolojisi ile kapitalizmin topluma tüketim patlaması yaşattığı yıllarda ortaya çıkan rock müziği birbirine çok yakındır ve çoğu örnekte ne yazık ki iç içedir. Pop endüstrisinin ortaya çıkışında, rock müziğinin çok büyük bir payı vardır. Egemen ideolojiye uygun olarak bu pay, özgürlüğün somut tarihsel gelişmelerle olan ilişkisinin koparılmasını sağlamıştır. Eşitliğin aranmadığı ya da somut gelişmelerin yarattığı eşitsizliklerin arkaplana itildiği, sorgulanmadığı, her yer ve her şart için, her an geçerli olan soyut bir özgürlük anlayışı, rock kültürü için geçerli kılınmıştır. Örneğin insanlığı sınıfsız topluma götüren, özgürlüğü eşitlik temelinde tanımlayan sosyalizm ile özgürlüğü eşitsizlik temelinde kuran, özgürlüğü emek gücünü piyasada istediği gibi sömürmek olarak işleten yıkıcı kapitalizm aynı cephede buluşuverir; sebep açıktır: ‘Ama ikisi de özgürlükleri kısıtlıyor!’ Eşitlik olmadan özgürlük olabilecekmiş gibi... Bu yaklaşımın adı apolitizmdir, yani siyasi bir öngörüye sahip olamamaktır ve bir adım ötesi ise insan aklına, tarihin mantığına yönelik düşmanlıktır, nihilizmdir. Bu tür bir özgürlük anlayışı, rock müziğinin sosyalizme bakışını belirlemesinin de ötesinde yaşama bakışını belirlemektedir diyebiliriz: sorumsuzluğa bulanmış bir kendi olma isteği, sınırları yıkmak yerine onların dışında kalma ya da hiç olmazsa uzlaşma isteği, müzmin muhaliflik, pasif konumlanış. Tam da bir rock grubundan beklendiği gibi: dünyadan bezmiş, antisosyal, otorite karşıtı kimlik kartları taşıyacaksınız; üzerinde çok çalışılmış bir kayıtsızlığı yaka iğneniz yapacaksınız ve hayal kırıklığınızı, ruhsal boşluğunuzu ve sıkıntınızı her çalışmaya bir şekilde sindireceksiniz ama acı yaşamla hep dalga geçme, ‘iplememe’ pozisyonunda kalacaksınız. Tüm bunlar müziğin yaratılması için birer itki görevi üstlenir ama daha çok pazarlama aracı olarak kullanılır. Rock müziğine ve düzen karşıtlığına bağlı bir çevre dışında, zaten amaç ünlü olmaktır ve oraya giden her yol mübahtır. Ne de olsa hem özgürleşilir hem de para kazanılır... Türkiye müzik endüstrisi ve sponsorlar, rock müziğini, yaratıcılıklarını tükettikleri müzisyenleri ve geleceklerini çaldıkları dinleyicileri, azatlı köleye çevirmek istiyor: “Özgürlük mü istiyorsun? Al, benim desteğimle özgürlük! Kendini mi keşfetmek istiyorsun? Bak, benim aynamda nasıl da kendin görünüyorsun! Hem rock müziği bu isyankar imajını acayip bütünledi!” şeklinde... Bu bir travmadır; travma olduğu için de sponsor şirketlerle özgürlük, eşitlik kavramları hiç bir itiraz görmeden yanyana getirilir. İçi boş bir muhaliflik ya da daha çok izleyiciyi şok etmeye dayanan tavırlar, sözler pazarlama aracı olarak kullanılır. Eşitlik ve özgürlükle ilgili tüm birikimine rağmen sosyalizm mücadelesine hor bakılır. Her türden konu, aynı vurdumduymazlık potasında eritilir, kaçışçılığın ve yaşama bakışta her türden kolaycılığın önü açılır. Bu kaçış özgürlük değil, özgürlüğün toplumsal içeriğini sulandırarak onu perdeleyen bir şizofrenidir.[6] Örneğin İstanbullu punk grubu Rashit, dert ettikleri onca önemli konunun yanında fütursuzca yaşamaktan yanaymış: Adam olmak istemiyorlarmış ama örneğin komünistler adam olmak zorundaymış; ayrıca grubun yırtıcı sözlerine birileri çıkıp sponsor olmak isterse neden olmasınmış![7] Aslında çok da haksız sayılmazlar; sosyalist mücadele insanı olmak, plak şirketlerinin, sponsorların ve medyanın reklam panosu olmaktan çok daha güzel, keyifli ve özgürleştiricidir.
Ve unutmamak gerekiyor: özgürlüğe giden yol eşitlikten geçiyor ve travma kültürünün bitmesi için de travma çağının bitirilmesi gerekiyor. Sponsorların terörü altında değil de sosyalizmin saydam gökyüzü altında, gerçekten özgürleştiren müziği hep beraber çalıp söyleyebilmek için.

[1] Öfke, isyan ve getto arasındaki ilişki için Aslan, E.; William Gibson ve Siberpunk, soL, sayı 200, sf. 24-26[2] Dellaloğlu, B.; Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Bağlam Yayınları, 2. basım, sf. 79[3] Binbay, T.; Birilerinin Başına Rock Düştü mü Acaba?, soL, sayı 198, sf. 63[4] Akay A. ve ark.; İstanbul’da Rock Hayatı, Bağlam Yayınları, 1995, sf. 194[5] Hobsbawn, E.; Sıradışı İnsan: Direniş, İsyan ve Caz, çev. Işıtan Gündüz, Bulut Yayın, sf. 362[6] Beşer, M.; Hede Hödö Kültürü, soL, sayı: 194, sf.57[7] Rashit'in 02.03.2003 tarihli Radikal 2’deki ve Roll dergisinin Mart 2003 sayısındaki röportajlarından.

1 yorum: