Japonya sayılan bu özellikleri ve daha birçok özelliğiyle hatırlanabilecek bir ülke. Ama Japonya’yı dünyadaki tüm diğer ülkelerden ve toplumlardan farklı kılan bir başka özellik de iki kentinin atom bombasıyla yerle bir edilmiş, tek ülke ve toplum olması. Radyoaktif serpintinin insanlar üzerindeki etkisi kuşaklardır sürüyor ya da sürecek olabilir ama bir yandan da atom bombaları ve II. Dünya Savaşı, Japon toplumu için uzunca bir süre aşağılanma kaynağı olmayı sürdürdü. Yıldönümleri ve anma törenleri hep yas havası içinde sürdürüldü. Ama yaşananların acısı, acını törenleri Japonya’nın dünyada yapayalnız bir ülke olmasını ve Japon toplumunun da uzunca bir süre yapayalnız bir toplum olarak kalmasını önlemeye yetmedi.
Kayıp ve acı dolu geçmiş Japon edebiyatının da geçmişe bağlı kalmasına neden olmuş. Ama Japonya sanayileştikçe, toplumu kentlerde, küçücük evlerde yaşayan bireylerden oluştukça yalnızlık, savaşın yıkımını yaşamayan sonraki kuşaklarda yabancılık ya da yaban kalma olarak kendisini sürdürmüş. İşte bu yalnızlığa, yaban kalmaya, Japon toplumunun yarattığı tüm eğreti değerlere kafa tutan bir kuşak da bu dönemde ortaya çıkmış. Bu kuşağın içinden gelen ve ülkesindeki edebiyatı geleneksel izleklerden ayırıp modern günlük hayatın sıradan dertleriyle buluşturan isim de hiç kuşkusuz Haruki Murakami’dir.
1949 yılında Tokyo’da, geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir ailede dünyaya gelmiş ve ilk gençliğinin savaş sonrası dönemde yaşamış. Basit yaşam olaylarını, çelişkileri, küçük kayıpları, anlamsız gibi görünen ayrıntıları iz bırakan öykülere dönüştürme ustası Murakami. Murakami, hayal dünyasını zorlayan farklı öykülere yer vermekle birlikte işlemekten en çok hoşlandığı temayı ise ilk gençliğini yaşadığı savaş sonrası yaralarıyla uğraşan Japon toplumu gibi geçmişin acıları ve dinmeyecek özlemler oluşturuyor. Aynı adlı kısa öyküsüne dayanan “Tony Takitani” isimli filmde de hemen kendisini hissettiren yalnızlık, öykülerinde sıkça tercih ettiği bir diğer konu. Ama Murakami’nin kaleminin farkı yalnızlıktan ya da hasretten bahsetmeden öykülerini dayandırdığı kişilerle, kurgularla yalnızlığı ya da dinmeyecek bir özlemi anlatabilmesinde. Ancak geçmişle bu bitmeyen hesaplaşması gerçek ile kurgu, düşler ile uyanıklık, hafıza ile yaşananların arasındaki sınırı zorlamasını engellemiyor. Öykülerinde bir fil kaybolabiliyor, 40 yıllık bir evlilik deri bir ceket nedeniyle bitebiliyor, düşüncelerden etkilenen küçük yeşil cüceler görünebiliyor, sıradan ve aynı sıkıcı ritmin içinde yuvarlanan orta yaşta bir evhanımı uykusuz geçirdiği üç hafta içinde üç kez Anna Karenina okuyabiliyor. Ama yine de yalnızlık çekmek ile tek başına kalmak arasındaki sınır öykülerine hep eşlik ediyor. Bu nedenle de özlem ve kaybedilmişlik duygusu yazarın en belirgin özelliklerinden birisi olarak öne çıkıyor.
Öykülerini okurken satırlara eşlik eden bir ezgiyi, ritim duygusunu duymak da mümkün oluyor. Bu ezgiyi ya da ritmi Murakami şöyle açıklıyor: “Sürekli bir ezgi olur içimde. Sıklıkla, yazarken içimden çıkıverir. Suyun, kaynağından fışkırması gibi. Cazı kafa yorarak ve sıkı bir şekilde dinlediğim için ritim benim ve yazdıklarımın ayrılmaz bir parçasıdır.” Zaten kendisi de klasik müzik ve caz düşkünü. Yirmili yaşlarının sonunda, yazmaya başlamadan önce de Tokyo’da bir caz kulübü de işletmekteymiş. Ayrıca müzikle olan ilişkisini anlatan, caz müzisyenleri üzerine yazdığı yazılarını bir araya getiren kitapları da bulunmakta Murakami’nin. Aslında Murakami’nin öykülerini bir caz bestesi gibi yazdığı söylenebilir. Çünkü kelimeler ve cümlelerinin seçiminde ritim duygusu hemen kendisini ele veriyor. Kahramanlarının duygularını anlatırken ezginin de eşlik etmesini ve çoğu zaman da öykünün bizzat kahramanına dinleterek doğrudan yer almasını sağlıyor. Örneğin Türkçeye çevrilmiş iki romanında müzik tam da merkezde duruyor. “Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında” isimli romanının kahramanı Nat King Cole’un eski bir plağını dinlerken âşık olur. “İmkânsızın Şarkısı” romanı ise ismini Beatles’ın Norwegian Wood şarkısından alır.
Romans ve nostaljiye düşkünlüğüne rağmen Murakami’nin modern insanın dertlerine ve sorunlarına yer verdiğini ve bu nedenle de Japon modern hayatının dertlerinden muzdarip yeni kuşak gençler tarafından sahiplenildiğini belirtmek gerekiyor. Murakami aslında yaşamının bir bölümünü gönüllü sürgün olarak ya da daha doğru bir deyişle yerleşikliğe karşı göçebe olarak geçirmiş ve hala da geçiren bir yazar. “Ben sadece bir birey olmak istiyordum ve Japonya’da bunu yapmak kolay bir şey değil.” Bu nedenle Japonya’yı uzunca bir süre için terk etmiş ve hayatını Avrupa’da, ABD’de geçirmiş. Hatta yazma serüveninin tamamında Avrupa ve Amerikan edebiyatının, müziğinin izlerini bulunuyor. Bu nedenle de geleneksel Japon yaşam tarzından çok modern hayatın keşmekeşine ayna tutuyor. Kendi toplumundan bıkmış bir insan görüntüsü verdiği kadar ülkesinde yazdıklarının aşırı Amerikanvari olduğu eleştirileriyle de karşılaşıyor. Ama tüketim toplumunun alâmetifarikaları yazdıkları içinde satır aralarında boy gösterdiğinde karakterleri modern dünyayla barışık kişiler yapmaktan çok hamburgerler, otomobiller, alışveriş merkezleri o karakterlerin yalnızlığını ve huzursuzluğunu perçinleyen birer unsura dönüşüyor.
Kaleminin hem göçebe hem de sıradan kaybedenlere yer açması nedeniyle de Murakami, savaş ve ekonomik patlama sonrasında dünyaları gittikçe küçülen yeni kuşak Japon gençleri için, bu kayıp kuşak için bir sembol. Protesto anlamı taşıyan bir sembol. Bu nedenle Japonya’da kitapçılardan en çok çalınan kitaplar da Murakami’nin eserleri. Çünkü okurları Murkami’nin kitaplarının yazarın yarattığı düşünce dünyasına koşut olarak satın alınamayacağını, mülk edinilmeyeceğini ancak paylaşılabileceğini savundukları için yürütüyorlar.
Murakami adının etrafında oluşan protest havaya karşıt olarak yazarın sade ve disiplinli bir hayatı olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Her yıl bir kez maraton koşuyor, geceleri erken yatıyor ve sabahları erken, saat altıda kalkıyor; sabahın ilk bölümünü yazmaya ve müzik dinlemeye ayırıyor. Diğer yandan Amerikan edebiyatından kendi diline de (kendi edebiyat diline ve yazınsal atmosferine yakın olan J. D. Salinger, Raymond Carver gibi yazarların) çeviriler yapan bir yazar Murakami.
Yazarın toplumuyla ilişkisi de son on yıl içinde, değişen Japonya ile birlikte değişmiş. Kyoto depremi ve sarin gazıyla yapılan Tokyo metrosu saldırısından sonra ülkesine dönen Murakami, küçük insanların tedirginliklerini anlattığı “Depremden Sonra” öykü kitabını ve gaz saldırısının Japon toplumunda yeniden uyandırdığı travma korkusunu ele aldığı “Yeraltı” derlemesini yayınlarken Japon toplumunun yeni acılarını önemsemiş. Geçtiğimiz yıl ise “Kıyıdaki Kafka” romanının ardından (ki İmkânsızın Şarkısı romanıyla birlikte en iyi romanı olduğu söyleniyor) Kafka ödülünü aldı. Kafka ödülü, bir yazarın Nobel edebiyat ödülü alacağının işaretlerinden birisi olarak gösterilen bir ödül. 2005 ve 2006’da Nobel edebiyat ödülü adayları arasında ismi öne çıkan Murakami’nin önümüzdeki yıllarda bu ödüle layık görüleceği kesin gibi.
Türkçe’de ise ne yazık ki Murakami’nin üç kitabı bulunmakta: Zemberekkuşunun Güncesi, İmkansızın Şarkısı ve Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında. Kitapların Japonca’dan değil de İngilizceden çevrildiğini, yazarın isminin ısrarla ters (Murakami Haruki şeklinde) yazıldığını birer ayrıntı olarak belirtebiliriz. Ama her üç roman da Murakami’nin yazınsal atmosferiyle tanışmak için çok iyi birer fırsat sunuyor. Ayrıca internette yazarın Türkçe bir öyküsü ve İngilizceye çevrilmiş birçok öyküsünü bulabilmek mümkün. Ayrıca yazarın kendi web sitesi de hem öyküleri, hem romanları, hem çevirileri, hem denemeleri hem de yaptığı caz/rock seçkileriyle kendisi hakkında oldukça yoğun bir bilgi sağlamakta. Haruki Murakami, yalnızlığa ve kayıp edilen koca bir hayata çok da insani bir bakış getiriyor yazdıklarıyla. Bu nedenle de zaman geçirilmeksizin tanışılmasında büyük yarar bulunuyor.
SanatCephesi, Eylül 2007, sayı 18
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder