14 Haziran 2020 Pazar

Batının Doğusu | Öykülerle bir ülke


Korona günlerini özlersek hayatı yavaşlattığı, normalde yapamadıklarımıza yer açtığı için özleyeceğiz sanırım. Kısıtlamalarla geçirdiğimiz günlerde örneğin kitap okumaya daha çok vaktimiz oldu. Ya da “normalde” başka yapamadığımız şeylere... Ben de öyle yaptım. Yani kitaplar okudum, olağan zamanlarda koşuşturma içinde okuyamadığım kitapları.

Öykü okumayı severim, öykü yazmayı sevdiğim kadar; hatta ondan daha çok. Hayatımın ritmine, hızına daha uygun bir edebi tür gibi gelir bana öyküler (ve bir de öykü içeren şiirler). Roman okurken mesela, hayat sürekli araya girer, romanın akışını, ritmini bozar. Ta ki cümleler su gibi, heyecanla akmaya başlayıncaya kadar. Bu akıp gitme için de bazen çok beklemek gerekebilir ve hayatımın ritmi de milyonlarca insanın hayatının ritmi gibi bu tür beklemeler için sıklıkla çok uygun olamayabiliyor.

Öykü ise öyle değildir; hayat öykünün içine girer girmesine ama öykü de hayatın içine girer. Hayat daha farketmeden öykü başlar ve hızlıca içine yerleşir. Mesela iki metro durağı arasına sığabilir öykü. Ya da beş, on dakikalık ayaküstü beklemelere...

İşte ben de korona günlerinde birçok insan gibi kimi kitaplar okudum, hazır fırsat bulmuşken de daha çok öykü kitapları okudum. Hayal kırıklığına uğradıklarım da oldu, piyasa işi abartılar olduğuna kanaat getirdiklerim de. Çevirisiyle boğuştuklarım da oldu, hiç bitmesin istediklerim de. 

Sonra...

Floyd’u anarken Fanon’u hatırlamak


Bir genelleme yapmak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama psikiyatri tıp bilimi ve pratiği içinde toplumsal yanı en belirgin dallardan bir tanesi. Sosyallik anlamında önde gelen dallar arasında elbette halk sağlığı, çocuk hastalıkları, göğüs hastalıkları da yer alır. Hatta tüm tıp pratiği eninde sonunda sosyal bir olgudur. Ama bu belirgin toplumsal yönü siyasetle birleştirmek konusunda psikiyatrinin bir tık önde olduğu sanırım söylenebilir. Bu anlamda psikiyatri sosyal olanı siyasi bir düşünme sistematiğine devşirme, siyasi bir bakış ve sorgulama kazandırma anlamında biraz daha farklı bir yere ve tabii ki tarihe sahip.

Çünkü psikiyatri, safi insana dairdir. Yani elbette ki genel anlamda tıp da insana dairdir ama psikiyatri, insana çok özgü özelliklerle ilgilidir: düşünceler, duygular, bellek, bilinç, sosyal ilişkiler, kişilikler, anılar, yargılama vs. vs. Hâl böyle olunca da psikiyatrinin bir ucu biyolojiye, kimyaya çıkarken bir ucu da felsefeye, siyasete çıkmış ve tarihi boyunca da psikiyatrinin içinde siyasi figürler, akımlar hiç eksik olmamış.

Hiç eksik olmamış ama özellikle iki dönem hem psikiyatri pratiğini hem de psikiyatri düşüncesini siyasetin kıyılarına çekmiş: Ekim Devrimi’nin hemen öncesi ve sonrası (ki 1910’lardan 1930’lara genişletilebilir) ve 1968’li yıllar (ki bu dönem de 1960’tan başlatılıp 70’lerin sonuna kadar uzatılabilir). İşte bu iki dönemde hem psikiyatrinin içinde temel değişimler olmuş hem de psikiyatriyi psikiyatri yapan isimler ortaya çıkmış. Bu isimlerden birisi de hiç kuşkusuz Frantz Fanon.

Fanon, Fransız bir psikiyatrist. Adının günümüzde halen yankı bulmasının nedeni ise hem Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın içinde yer alması hem de “sömürgecilik karşıtı” siyasetin bir nevi teorisyeni olarak görülmesi. Yani aslında psikiyatristliğinden ziyade psikiyatri bakışının getirdikleriyle siyasete kazandırdıkları üzerinden biliniyor. Daha çok ırkçılık, emperyalizm karşıtı, bağımsızlık mücadelesinin içinden birisi olarak biliniyor.

Ama Fanon, sömürgecilik karşıtı, Marksist-Leninist siyasi mücadeleden esinlenen siyasi görüşlerinden yola çıkarak psikiyatri pratiğine de yenilik getirir. Meslektaşları insanların kafataslarıyla ve ırklarıyla uğraşırken (evet, 1950’lerde Fransız ve Batı psikiyatrisi halen kafatasçıdır) o psikiyatriye sömürülenlerin gözünden bakacaktır.

Peki, kimdir Frantz Fanon?

7 Haziran 2020 Pazar

Kötülüğün sırıtkanlığı


Tanımına, kullanım biçimi bana uymasa da “kötülük” denilen geniş insan hali yine her yerdeydi bu hafta. Kışladan Trump’ın suratına, bürokrasiden büyük acılara her yerde kendisini ve izini gördük kötülüğün, rahatlığın, nasıl olsa yırtacak olmanın.

Bilemiyorum, birkaç gün önce tepkiler çeken şu “asker videosu”na denk geldiniz mi? Bir kışla yatakhanesinde çekilmiş bir video. “Çömeze hoşgeldin” videosu. Aşağılama, tehdit ve sırıtış doluydu video. Kendini odanın ağası olarak tanıtan “kıdemli” bir asker (çavuş), kışlaya yeni gelmiş acemi bir askere efeleniyor, dayılanıyor, dikleniyor ve saçma sapan emirler verip tehdit ediyordu. Odadaki diğer askerlerin desteği ve tezahüratıyla. Asker şakası gözüyle bakılıp geçilebilir ama videoda Hababamvari bir şakanın ötesi vardı. Hafiften bir linç havasıyla çekilmişti video.

Tehdit edilen, sıkıştırılan asker ise hem durumun vahametini anlamaya çalışıyordu hem de gururunu ezdirmemeye. Çünkü çok açıktı: karşısındakiler kendisine olan saygısını, gururunu, onurunu çiğnemeye çalışıyorlardı. Şaka yoluyla… Hatta belki de videoyu da “toprağımmmm” diye yeni terhis olmuş devredaşlarına göndereceklerdi. Onlar da memlekette sağa sola göstersinler ve eğlensinler diye. Sıradan bir sırıtışın sıradan bir paylaşımı olarak!

Videoda bir küçük ayrıntı daha vardı. Odada aşağılanan er gözlüklüydü. Az çok okumuş, eğitimli birisi izlenimi uyandırıyor. Bu nedenle keyifle çekilen o videoda işin içine kesin okumuş, hafif aydın olana yönelik bir öfke de olduğunu atlamamak gerekiyor. Tehdit eden asker dile gelmese de belli ki bunu da gözetiyor. İçinin yağları eriyor; sanki karşısındakinden köklü bir öç alıyor. Rahatlılığıyla ve gevrek gevrek sırıtışıyla.