Korona günlerini özlersek hayatı yavaşlattığı, normalde yapamadıklarımıza yer açtığı için özleyeceğiz sanırım. Kısıtlamalarla geçirdiğimiz günlerde örneğin kitap okumaya daha çok vaktimiz oldu. Ya da “normalde” başka yapamadığımız şeylere... Ben de öyle yaptım. Yani kitaplar okudum, olağan zamanlarda koşuşturma içinde okuyamadığım kitapları.
Öykü okumayı severim, öykü yazmayı sevdiğim kadar; hatta ondan daha çok. Hayatımın ritmine, hızına daha uygun bir edebi tür gibi gelir bana öyküler (ve bir de öykü içeren şiirler). Roman okurken mesela, hayat sürekli araya girer, romanın akışını, ritmini bozar. Ta ki cümleler su gibi, heyecanla akmaya başlayıncaya kadar. Bu akıp gitme için de bazen çok beklemek gerekebilir ve hayatımın ritmi de milyonlarca insanın hayatının ritmi gibi bu tür beklemeler için sıklıkla çok uygun olamayabiliyor.
Öykü ise öyle değildir; hayat öykünün içine girer girmesine ama öykü de hayatın içine girer. Hayat daha farketmeden öykü başlar ve hızlıca içine yerleşir. Mesela iki metro durağı arasına sığabilir öykü. Ya da beş, on dakikalık ayaküstü beklemelere...
İşte ben de korona günlerinde birçok insan gibi kimi kitaplar okudum, hazır fırsat bulmuşken de daha çok öykü kitapları okudum. Hayal kırıklığına uğradıklarım da oldu, piyasa işi abartılar olduğuna kanaat getirdiklerim de. Çevirisiyle boğuştuklarım da oldu, hiç bitmesin istediklerim de.
Sonra...