Musil’in karmaşık, zorlu ve zengin bir serüveni andıran yaşamında, yaratıcılığının uğraklarından birisi olan Üç Kadın (Drei Frauen) 1924’te yayınlanır. Üç Kadın’da okuyucuyu, dipten ve derinden işleyen bir kargaşanın alçak sesli uğultusu beklemektedir. Uğultu kendisini, Grigia’nın Poe öykülerini çağrıştıran bitişinde, Portekizli Kadın’ın büyülü dokusunda ya da Tonka’nın kışkırtıcı umutsuzluğunda hissettirir.
Grigia ve Portekizli Kadın’da olay örgüsü ve atmosfer, lirizm yüzünden bulanıklaşır; özellikle Grigia’da kendini belli eden çekicilik ve zerafete karşın okur, bulanıklığın getirdiği eksikliği hisseder. Buna karşın hem yalın hem de zengin bir içeriğie sahip olan Tonka, son derece belirgin kenar çizgileriyle derin bir arka planın içinden sıyrılan anlatısı sayesinde etkileyicidir. Genç bir soylu erkek ile sıradan bir genç kız arasındaki aşk –ki Avusturya edebiyatında sıkça yinelenen bir temadır-, aşırı duygusallığın ağdalı dilini taşımaksızın, katı ve acımasızca, toplumsal öğeden uzak durma tercihiyle anlatılmıştır.
Öykülerin kurgulandığı zaman ve yer kesitlerine olan uzaklığımız ise, anlatıya sızan evrensel sorgulamalarla kısalır. Sorgulamalarda aşk, ölüm ve iktidar gibi insan varlığının olmazsa olmaz başlıkları kadınların yazgılarıyla birlikte anlam kazanır. Sorgulananlar ise erkeklerdir; eril olanlardır ve bu erillik öykülerin kadınlarına tutulan aynadır. Belki de uğultunun derinden işlemesinin sebebi duyumsadığımızın bir yansı olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü, öykülerin öne çıkan öğeleri olan erkekler, üç farklı kadının dünyasını gün ışığına çıkarırken kendilerini değil kadınları, kadınlarını anlatırlar. Sorgulama tam da bu sebeple erkeklerin anlatımlarında, düşünme çarklarında öyküler boyunca bir türlü kaçamadığımız eril uğultuyu içerir. Halbuki dinlediğimiz kadınlara ait yenik ruhların, eril kargaşalar içinde boğulan ezgileridir.