28 Ekim 2018 Pazar

Siyasette psikoloji devri geride kalırken


Sanırım böyle bir dönemi geride bırakmakta olduğumuzu söyleyebiliriz. Yani liderlerin söylediklerinin, yaptıklarının, düşünce ve davranışlarının belirleyici olduğu bir dönemden. Bu öyle bir dönemdi ki sanki siyaset dâhil tüm sosyal ilişkiler liderin çıkışlarına ve de inişlerine daralmıştı. Ve bu daralma da öyle bir hava yaratmıştı ki en sıradan insan bile zihninde o liderle yaşar hale gelmişti.

Sanki sürekli “O” hakkında konuşulan küçük bir mahallenin içindeydik: nasıl yürüdüğü, ötekilere gününü nasıl gösterdiği ya da gözlerimizin içine baka baka nasıl da yalan söylediği! Sanki bu lider bir yakınımız, bir ahbabımız ya da hasmımızdı da hepimiz bir üçüncü tekil şahıs havasında takılıp kalmıştık. Herkesi konuşturan, herkesi olumlu ya da olumsuz bir özdeşim kurmak zorunda bırakan bir şahıs havasında. Kimileri bu tutulma haline bir zamir bile buldu: dördüncü tekil şahıs.

Bu dönemin teorisyenleri de vardı, her şeyi psikolojinin, psikanalizin diliyle açıklayan teorisyenleri. Vamık Volkan’dan Slavoj Zizek’e uzanan bir toplamdı bu. Kimisi liderlere, toplumsal travmaya ve grup psikolojisine değiniyordu, kimisi ise post-Sovyetik dünyaya Lacan ile seslenmeye çalışıyordu.

Şimdi, sanki hepsi yavaş yavaş geride kalıyor. Siyaseti psikoloji ile açıklama devri sanki bitiyor. Tabii ki siyasette psikoloji tamamen geride kalmaz, kalamaz. Ama olaylar olayları kovalıyor ve herkes nefesini tutmuş, “bu kadarı da olmaz” gözüyle bakılan şeylerin olmasını, tümgüçlü liderlerin çaresizleşmesini izliyor.

Dünya on yıl öncesine göre başka bir yöne gidiyor: Zaten gitmekte olduğu ama geniş yığınların siyaset ve örgütsüzlük hovardalığı yapabildiği günlerde tam zıttı yöne gidiyor havası yaratabildiği yöne.

14 Ekim 2018 Pazar

Rezilyıns


Kelimeyi ilk ne zaman duydum tam hatırlamıyorum ama herhalde bir 10 yıl olmuştur. Resilience, yani esneklik, dayanıklılık. İlk duyduğumdan bu yana ise aklımda başlıktaki gibi yankılanır bu kelime, yani rezil-yıns olarak.

Metalurjiden nanoteknolojiye kadar birçok yerde kullanılan bir kavram rezilyıns. Psikiyatri ya da psikolojide ise “zihinsel esneklik/dayanıklılık” olarak kullanılıyor. Yani bir anlamda zorluklara dayanma gücü olarak. Yani hayatın sizi yıkamaması: dış etkilere ve değişime esneklik gösterebilmeniz, değişimin yarattığı koşulları, çok fazla değişmeden içselleştirebilmeniz.

İngilizce sözlükler anlamını “zor ya da kötü bir şey yaşadıktan sonra yeniden mutlu, başarılı vs. olabilme” olarak veriyor. Düşüp yeniden ayağa kalkabilmek olarak da düşünebiliriz bu durumda. Ama Türkçede kelimenin tam bir karşılığı yok. Mesela “mukavemet” demiş birileri, çok güzel bir karşılık denemesi olarak. Kesin mühendislik kökenlidirler. Mukavemet diye bir dersleri vardı, hatırlarım. Ama bizim alana pek uymaz böyle mekanik işler. Terimler de.

Öte yandan “belini doğrultmak” olarak da anlaşılabilir belki. Ama bu sefer de bizim buralara uymaz. Çünkü bizim coğrafyada bir kere eğildi mi, büküldü mü insan hep eğreti kalıyor, toparlayamıyor. Belki de bu nedenle böylesi bir kelimeye hiç ihtiyaç duyulmamış ve bir karşılığı ya da en azından yakın anlamlısı da olmamış. Ama zorlarsak “hacıyatmazlık” da diyebiliriz. Neden olmasın!

7 Ekim 2018 Pazar

Pisi pisine!


Salı günü, Ulusal Psikiyatri Kongresi’nin ilk günüydü. Önemli bir kurs ile açılmıştı kongre. Hindistan asıllı psikanalist Salman Akhtar “dinlemek” üzerine konuşuyordu: Kelimeleri dinlemek, sessizliği dinlemek, eylemleri dinlemek üzerine. Psikiyatriden de öte temel insan ilişkilerine dair üç ders gibiydi anlattıkları. Ki psikiyatri bunların üzerine kurulu bir meslek zaten: Dinlemek, düşünmek, farketmek ve değiştirmek üzerine…

Sonra ağır ağır yayıldı haber. Gazete sitelerinde “flaş” olarak geçmeye başlayınca önce meslektaşlar arası iletişim grubuna düştü: “Bir hastası tarafından vuruldu deniyor. Bilgisi olan var mı? Umarım doğru değildir!” diye. Sonra sanki inkâr devreye girdi ve farklı rivayetler dolaşmaya başladı. “Odasında saldırıya uğramış; yok hayır, kapıdaymış; hastanesine girmek üzereyken; psikiyatrist değilmiş; hasta hastası değilmiş” gibi gibi.

Ancak saatler sonra netleşti her şey: Bir hekim daha, hastası tarafından vurularak öldürülmüştü. Ve bu sefer öldürülen bir psikiyatristti. Tam da karşısındakini dinlediği, dinledikleri üzerine düşündüğü, anladığı, fark ettiği beden parçasından, beyninden vurulmuştu.

Vahim bir haberdi, vahim bir ölümdü. O gün ve ertesi gün çeşitli açıklamalar yaptık. Alkışladık, ıslıkladık. Ama birkaç gün içinde fark edecektik ki (ya da fark etmeyecektik ki) öfke, endişe ve çaresizlik arasında alışmıştık biz bu ölümlere. Belki başka ölümlere de alıştığımız için, belki ardı arkası kesilmeyen “kayıplara” alıştığımız için. Ama bu sefer, hem sağlık camiasının hem de toplumun genel tepkisi, geçmiş yıllardakilerin yanında oldukça sönük kalacaktı.

İşte o alışıp gitme arasında “Pisi pisine” demiş bir meslektaşım, psikiyatrist Fikret Hacıosman’ın öldürülmesi sonrası meslek grubumuza gönderdiği mesajda. Ölümle, hem de sarsıcı ölümlerle başa çıkmanın türlü yolları var. Bunlardan bir tanesi de münferit bir olay olarak görebilmek yaşananı. Boş yere öldüğünü düşünmek.