27 Temmuz 2017 Perşembe
Psikiyatri (yeniden) politize mi oluyor?
Donald Trump'ın akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair sorular ve medyadaki tartışmalar üzerine Amerikan Psikiyatri Birliği Başkanı, etik olmadığı gerekçesiyle psikolog ya da psikiyatristlerden bu konuda değerlendirme yapmamalarını istemişti. Ancak geçtiğimiz günlerde Amerikan Psikanaliz Derneği'nin 3500 üyesine gönderdiği mail, psikiyatristler arasında yeni bir tartışma başlattı.
Geçtiğimiz günlerde Amerikan Psikanaliz Derneği yönetiminin yaklaşık 3500 üyesine attığı mail, Amerikan psikiyatristleri arasında tartışma yarattı.
Üyelere gönderilen mail, psikiyatristlerin politikacıların ruh sağlığı ile ilgili değerlendirme yapabileceklerini söylüyordu. Oysa yıllardır psikiyatristler arasında politikacılar hakkında yorum yapılamayacağına yönelik Goldwater adıyla bilinen bir kural işliyor.
Aslında tartışma Trump'ın başkan adaylığı döneminde başladı. Kamuoyundan gelen Trump'ın akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair sorular ve medyadaki tartışmalar üzerine APA (Amerikan Psikiyatri Birliği) Başkanı, etik olmadığı gerekçesiyle psikolog ya da psikiyatristlerden bu konuda değerlendirme yapmamalarını istemişti. Buna rağmen son dönemde psikiyatristlerin Trump'ın ruh sağlığının endişe verici olduğu yönündeki görüşlerini belirtmeleri ve Psikanaliz Derneği'nin üyelerine attığı mail tartışmayı büyütmüş gibi görünüyor.
Peki Amerikalı psikiyatristlere siyasal figürler hakkında yorum yapma yasağı getiren ve adı "Goldwater" olan bu kural ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştı?
17 Temmuz 2017 Pazartesi
Psikopolitiğin travması ya da yatıştırmanın çeşitli yoları
Türkiye'de ve dünyada yaşananların görünürlüğü, paylaşılabilirliği artınca travma da politik psikolojide çok kullanılan güncel kavramlardan bir tanesi haline geldi. Hem de ne olduğu çok da tartışılmadan. Kişilerden topluma insnaların zihin hallerini, oan bitenden etkilenme biçimlerini anlatmak için sarsıcı bir kelime olarak kullanıma giriverdi. İlk balışta bir sorun görünmeyebilir; etkilenmenin de bir dili oluşuyor nasıl olsa zaman içinde. Ama yine de, tam da o dil oluşurken sormak gerekiyor: Nedir travma?
Öngörülmedik biçimde gerçekleşen ya da kontrol duygusunu sarsan olay mıdır? Olabilir. Psikiyatri ve psikolojide bir çok başvuru kitabı travmayı az çok bu çerçevede tanımlıyor. Güzel. Ama bu bakış açısı karşılıklı bir ilişkiyi yok saymıyor mu? Kişiyi pasif bir etkilenen durumunda değerlendirmiyor mu?
Yoksa travma dediğimiz şu olmasın: modern toplum "sıradan kişiye" öngörülmedik/kontrol duygusunu sarsacak olayların "onun" başına gelmeyeceğini vaadeder. Yani "sıradan kişi" yırtmış kişidir. Onun başına "öyle şeyler" gelmeyeceğinin bilgisiyle yaşar. Hâlbuki "öyle şeyler" bir yerlerde sürekli olur ve başkalarının başına gelir.
Modern toplum, kapitalizm kişilere "ben yırttım" duygusu yaşatır. Beklenmedik olan olayın kendisi değil, bu yırtma halinin kesintiye uğramasıdır. Yoksa her gün bir yerlerde başka "sıradan insanlar" kaza geçirir, "sıradan kadınlar" tecavüze uğrar, sıradan insanların şehirlerinde bombalar patlar ve tepelerinde jetler uçar.
Travmatik olan kurulu düzenin vaadinin sekteye uğramasıdır. Bu vaadin ihlalinin dehşetini ve bizleri de içine sürüklediği baştan çıkarıcı konforu tam tersinde örneğin Irak'taki, Filistin'deki "sıradan insan"da bulabiliriz. "Oralarda" kurulu düzenin böylesi vaadi yoktur ve "sıradan insanın" da bu vaad ile sözleşmesi yoktur. Çünkü "yırtmak" yoktur.
İşte günümüzün hızla kabul gören travma psikolojisi/psikiyatrisi bu sözleşmeyi görmüyor. Daha doğrusu üstünü de örtüyor. Sanırım mesele de burada. Buradan, tam da bu örtüden bakmak daha açıklayıcı. Toplumsal olaylar ve durumlarla ilgili psikopolitikteki kolay okur ve yazar ise bunun tam tersini yapıyor: "yırtma" meselesinin sekteye uğramasını onarmaya çalışıyor.
Hâlbuki sekteye uğramalı. Yırtma halinin kendisi, sözleşmenin kendisi sarsılmalı. Çünkü kapitalizmde yırtmak yok. Vaad ve anlaşma/kabul var. Biz ise herkesi, "sıradan insanı" da bu vaad ile olan anlaşmasını iptal etmeye çağırıyoruz. Solda genel kabul gören psikopolitik ise tam tersini yapıyor: Böyle bakarsak örneğin "devrimci bir kalkışma" sıradan insan için en büyük travma olabilir.
Ancak "travma psikiyatrisinin" bu kadar tutması da dikkate değer. Hem de siyasi bir yanıt, çözüm derdiyle.
Ancak "travma psikiyatrisinin" bu kadar tutması da dikkate değer. Hem de siyasi bir yanıt, çözüm derdiyle.
15 Temmuz 2017 Cumartesi
Fanteziden gerçeğe 15 Temmuz
15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılında yaşananların psikopolitik anlamlarını psikiyatrist ve yazar Cemal Dindar ile konuştuk. Dindar toplumun hemen benimsediği fantezilerin gerçekliği inşa eden yanına dikkat çekerken o gerçeklikte belirgin hale gelen güçlü lider, kadın imgesi, paranoya gibi yanların altını çiziyor.
Bir yıl geçti, 15 Temmuz darbe girişiminin üstünden. Ve tartışmalar hâlâ devam ediyor, ne olup bittiğine dair. Belki çok erken ama sanki tarih bir türlü yazılamıyor. Katılır mısın?
15 Temmuz, bir terörist eylem nasıl olur ve neyi hedefler başlıklı bir inceleme yazılsa içini doldurmak için epey vaka bulabileceğimiz bir an. Tekinsizliği eter gibi yayan bir andı. Bir kez hakikaten dehşet öğesi yüksekti.Fakat bu grotesk deneyimin dehşet boyutunun bir ucunda her an jetler evimizi başımıza yıkabilir hissi varsa diğer ucuna memleketin her köşesinden yükselen sala sesleri yerleşti. Neydi Tayyip Bey’in Siirt konuşmasında okuduğu ve yargılanıp ceza almasına gerekçe gösterilen şiir: “Camiler kışlamız /Minareler süngümüz…” Jetler gitti, sala kaldı. Ve grotesk şiddet de bildik şiddet biçimlerine dönüştü. Geriye islamcı kadroları yıllarca hor gördükleri iki kavrama raptiyeleyen karnaval kaldı: demokrasi ve hakimiyetin millette olduğu kabulü…
Olan bitene dair birçok boşluk da kalmadı mı?
Bu türden toplumsal anların asıl değeri gövdelerine yerleşen boşluktur. 15 Temmuz, hatta bunun Dünya tarihindeki öncülü 11 Eylül, sistem açısından tamamen aydınlatılması yeğlenecek anlar değildir. Çünkü hem icracı anlardır hem de fantezi kurucu... Sosyal medyada zaman zaman dolaşan bir Ahmet Özal şakası var, durum kısmen onun gibi. Ahmet bey, o dönem kim aşikar düşman olarak damgalanmışsa "babamı o zehirledi" açıklamaları yapar bu şakalara göre, bu arada Turgut Bey'in gerçekten zehirlenip zehirlenmediği de hep muğlak kaldı.
Gerçek ile fantezi iç içe girmiş sanki. Hatta fantezi gerçekliği kurmaya yaramış, kurmuş gibi.
Evet. Afişlere bakıyor musun, 15 Temmuz afişlerine? Askerler ile mevcut siyasi sürecin çadır direği 'Lider ve Yüce Millet' karşı karşıya. Hani her Türk asker doğar, asker ölürdü? Hani Türklerin temel özelliği "ordu millet" olmalarıydı? Afişlere ne yerleştirilmişse 15 Temmuz anmalarının da işlevi odur. O afişlere bakarken benim aklıma darbeye dahilleri aşikar olan Fethullahçılar filan gelmedi... Ne geldi biliyor musun? Her MGK toplantısı sonrasında yapılan "irtica birinci tehdittir" açıklamalarına dair, geçmişe yönelik, o açıklamalara bu kadroların yıllarca maruz kaldığında birikmiş olan, bastırdıkları öfkeleri. Bastırılan her neyse, biliyoruz ki, bastırıldığı biçimiyle değil kılık değiştirerek döner.Yani, özcesi, programlı bir biçimde öfkenin nefrete, nefretin kine yolaldığı uzun bir siyasi programdan söz ediyoruz ve geçmişteki "kinine sadık nesil" vurgusu boşuna değildi.
8 Temmuz 2017 Cumartesi
Muzaffer Kale ve bir daha benzeri olmayacak anlar
Geçtiğimiz aylarda Sabahın Bir Devamı Vardı isimli öykü kitabını yayınlayan Muzaffer Kale ile harfler, kelimeler ve anlar üzerine bir söyleşi yaptık. Edebiyattan girdik, geçen yıl kazandığı Sait Faik Hikâye Armağanı’na uğradık; edebiyat öğrenciliğine selam verip Türkiye’de kaldık.
Seni yıllarca dizelerinle, şiirlerinle takip ettik. Sonra arka arkaya öykü kitaplarınla çıktın karşımıza. Hem de kısa öykülerle. Nasıl sakladın bizden bu kısacık, kendi kendine parlayıp sönen metinleri?
Sağolasın; böyle bir tanımlamayla ilk kez karşılaşıyorum ve çok hoşuma gitti, kendi kendine parlayıp sönen metinler… Aslında bu, yazılı olan her şeyi kapsayabilir. Yazıların taşıdığı duygu ve düşünceler, görüş ufuklarımıza girdiğinde sonuna kadar, birebir algılanmazlar; karşılaşma anındaki algı-vergi trafiği her seferinde payına düşen değişik anlamları kendi tarafına taşır. Okunmakta olan metin parlar, görünür hale gelir, sayfa çevrilince kitabın kendi hafızasına dönülür, “söner gibi olur.” Yaşarken de öyle değil mi? Aslında çok sıradan olan bir olay, yaşandığı anda insana, “yıldızlar kadar yüksek” gelir… Bu iyidir. İnsanın içini yükseltir. İçin havalanmış olur.
Şiir meselesine gelecek olursak -ki edebiyatın anadilidir diye düşünüyorum şiiri- edebiyatçı dünyayı şiirle tartar. Hangi şiirle, diye meseleyi uzatabiliriz. Olabilir. Edebiyat bir yerde zaten, meseleyi gürültüye getirmemektir. Meselenin hakkını vermektir. Dünyayı anlaşılır bir dile çevirmektir. Şiir de olabilir bu, düzyazı da. Gönül isterdi ki şimdiye kadar yayımlanmış birkaç romanım, gezi yazılarım, denemelerim; filme çekilmiş senaryolarım, oynanmakta olan tiyatro metinlerim de olsun. Mutlu olurdum sanıyorum. İçimi biraz daha fazla rahatlatmış olurdum, belki… Ama şunu söyleyebilirim, edebiyatla yaşayanların tür fetişizmine düşmeden değişik türler arasında yolculuk yapmaları onları en azından dilde ve anlamda diri tutar. Öyküler de böyle böyle çıktı. Saklamadım… Biriktirdim diyebilirim. Görünmek istedikleri zaman küçük bir yardımım oldu.
Ama günümüzde, edebiyatta saklamak, beklemek, biriktirmek pek görülen bir tavır değil. Katılır mısın bilmiyorum ama senin yaptığın biraz da direnmek değil mi? Hayata, edebiyata…
Benim bir saatte söyleyeceklerimi bir sorunun içinde kusursuz bir cevap olarak verdiniz aslında. Benim yapacağım bu durumu biraz açmaya çalışmak olacak… Döneme egemen olan liberal algı, yaşama biçimini etkilediği kadar düşünme biçimini de istediği yönde şekillendiriyor. Bu noktada edebiyatın bu olumsuz işleyişe karşı durması beklenir ama bu duruş edebiyatın malzemesi, yapısı gereği büyük oranda gerçekleşemiyor. İlişkilere sinen kapitalist davranış biçimi, edebiyat alanında da kendini var ederek dönemin sağlıksız ruhuna uygun yaratım süreçlerini destekleyip besleyebiliyor.
Bir sanat yapıtının niteliği onun oluşum sürecinin uzunluğu-kısalığı ile ölçülemez; ama dediğiniz gibi genel algı, emek sürecinin magazinel ilgi seviyesine düşmesine neden oldu. Şaka yollu da olsa yazılacak bir metinde nelerin bulunması gerektiği hakkında şablonlar ortalıkta dolaşıyor. Ters örnekler doğruları göstermek için yalnızca bir mizah unsuru olmayabilir bu durumda. İşin başka bir yanı bu...
1 Temmuz 2017 Cumartesi
Yan oda, Karşı Masa ve 9 Eylül
Kurumları sevmem. Kurumsallaşmayı da. Hele günümüz dünyasında, vasatlık ve bayağılık geçer akçe iken mümkünse hiçbir kurum ayakta kalmamalı.
Ama yine de sormak gerekiyor: Bir kurum nasıl ortaya çıkar? Mesela bir eğitim kurumu nasıl kurumsallaşır? Parayla mı? Rekabetle mi? Piyasa kurallarına uymasıyla mı? İktidara yakınlıkla mı? Emirleri harfiyen uygulamasıyla mı? Yoksa değerleri ve insanlarıyla mı?
Günümüz Türkiye’sinin yanıtı belli. Para, piyasa ve biat var her yerde. Halbuki bir kurumsallık varsa eğer bir yerlerde, hep insanlara ve değerlerine bakmalı, onları önemsemeli. Eh, bunun için de artık neresinden bakarsak bakalım yeni bir ülke gerekli…
Ve ne yalan söyleyeyim, 9 Eylül Üniversitesi, üniversiteyi yakından ya da uzaktan, içeriden ya da dışarıdan izleyenler için hep insanlarıyla vardı. Onların emekleri ve değerleriyle…
*
Tıp fakültesinden mezun olduğumda gündemimde İzmir’e gitmek hiç yoktu. Tez zamanda İstanbul’da bir yerleri kazanmak istiyordum. Ama hayat işte! Öyle planlandığı gibi gitmedi günlerim ve istikametimi İzmir’e çevirmek zorunda kaldım. İzmir’e çevirdim ve uzmanlık için 9 Eylül Üniversitesi’nde Anesteziyoloji bölümünü kazandım.
Anesteziyoloji dediğim cerrahi bir branş. Evet, insanı uyutmak ve uyandırmak anlamına geliyor kabaca ama işte o uyku ve o uyku sırasında olanlar oldukça önemliydi. Ve anestezi meşakkatli bir branştı.
Yaz ayıydı ve bölüme başlamam yine acayip sıcak bir döneme denk gelmişti. Tamam, ameliyathane serindi ama akşamüstleri buzhaneden fırının içine çıkıyor gibi oluyordum. Yorucu günün sonrasında yürüyecek halim bile kalmıyordu. Ne İzmir’i sevebiliyordum ne de yaptığım işi.
Sevemiyordum ama zaten günlerim neredeyse tamamen hastanede geçiyordu. Ve tabii ki solcuydum. Ve tabii ki solcuları arıyordum. Üniversitede ve hayatta.
Yaz ayıydı ve bölüme başlamam yine acayip sıcak bir döneme denk gelmişti. Tamam, ameliyathane serindi ama akşamüstleri buzhaneden fırının içine çıkıyor gibi oluyordum. Yorucu günün sonrasında yürüyecek halim bile kalmıyordu. Ne İzmir’i sevebiliyordum ne de yaptığım işi.
Sevemiyordum ama zaten günlerim neredeyse tamamen hastanede geçiyordu. Ve tabii ki solcuydum. Ve tabii ki solcuları arıyordum. Üniversitede ve hayatta.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)