19 Aralık 2015 Cumartesi

Azizler ve aptallar


Tamam tarihi devindiren güç sınıf mücadelelerinden geliyor ama tarihi de azizler, aptallar, çaresizler ve bir de kendinin farkında olanlar yapıyor. Gerisi hikâye…

Ne zaman bir tarih kitabı, özellikle de yakın tarihi anlatan bir kitabı okusam, elimde olmadan kendimi “Bu kadar aptalca iş olup biterken tüm bunlara karşı koyacak kimse yok muymuş?” diye sorar buluyorum. Sanki tüm toplum, bir kinin, bir düşmanlığın, şimdi, kitabın yayınlandığı tarihte artık anlamsız görünen bir alıklığın peşine düşmüştür de geriye “Ya, bir durun! Saçmalamayın!” diyecek kimse kalmamıştır.

Aklıma hemen 6-7 Eylül Olayları geliyor, böyle durumlarda. Bir prototip olarak; kurmaca bir olayın ardından zincirlerinden boşalan ve hemen herkesi peşinde sürükleyebilen bir nefretin prototipi olarak. Ve hemen ardından da fareli köyün kavalcısını düşünüyorum. Çocuk masalı der geçeriz belki ama, bir kavalın peşine büyülenmişçesine düşenleri anlamak için masaldan daha iyi ne olabilir ki! Ardına düşen ya da en azından ses çıkarmayan kitleleri anlamak için…

Akıl almayınca masallaştırıyoruz. İnsanlık tarihi böylesi büyülü, tılsımlı masallarla ya da akıl almayacak olaylarla dolu değil mi?

Tarih, özellikle de sözlü tarih, kuşaktan kuşağa anlatılan masallarla, menkıbelerle, yarı-kutsal bazı kişilerin başından geçen olağanüstü olaylar ve davranışlarla dolu. Ve bu anlatılarda, hep kötülüğün hâkim olduğu bir zaman vardır: Aziz, işte o dönemi değiştiren, o döneme karşı duran, etkisiyle, kişiliğiyle vb. özellikleriyle o dönemi bitiren ve iyiliğin, doğruluğun, ahlaklı olanın kapısını açan, buyur edendir. Aziz her durumda olağanüstü özellikleriyle büyüler. Menkıbeler bunun üzerine kuruludur; büyü değil de büyüleme ve büyülenme üzerine.

Aklın almadığı durumlarda, masallar ve azizler giriyor devreye. Yine de akıl, menkıbelerde ya da masallarda tamamen kaybolup gitmiyor: Oralarda yaşananlara dair ortak aklın izleri var, eğrilmiş, tanınmaz hale gelmiş olarak. Akıl almayınca azizler ve masalları taşımış yaşanmış ya da yaşanamamış olanları. Güven gibi bazı temel ihtiyaçlar, huzur gibi insani arayışlar, aziz kılığında içlerine yerleşmiş bu masalların.

Ama bir eksiği vardır bu tılsımlı hikayelerin: O mucizenin peşine düşenlerin hali pek öne çıkmaz. Hatta ihmal edilir. Onların basiretsizliği, çaresizliği, alıklığı ve kanmaya o kadar da hazır oluşları azizin olağanüstülüğünün, mucizenin gölgesinde kalır. Hikaye, ancak bu şekilde etkisini korur.

5 Aralık 2015 Cumartesi

Barış Kitabı için son okuma

Böyle bir sorumluluğum da var; çok değil, yılda bir iki kez, yayınlanacak kitaplar için son okuma yapıyorum. Üyesi olduğum Türkiye Psikiyatri Derneği’nin yayınevi tarafından basılacak kitaplar için. Birkaç meslektaşımla birlikte gözden kaçan yazım hatalarını, dizgi yanlışlıklarını düzeltiyorum. Barış Kitabı da son okumasını yaptığım son kitap. Çok değil, daha geçtiğimiz hafta yayınlandı.

Psikiyatri garip bir disiplin; el mecbur, moleküllerden sokaklara, evlere, ilişkilere, kandırılmalara, vazgeçişlere, acılara, sevinçlere, çaresizliğe ve de umuda, yani neredeyse tüm hayata uzanıyorsunuz. Psikiyatrinin doğası böyle; yapacak pek bir şey yok. Psikiyatrist olunca kendinizi ne laboratuara ne de ameliyathaneye kapatabiliyorsunuz. Hayat dönüp dolaşıp buluyor sizi.

Tabii ki hayat, derneğin yayınlarını da dönüp dolaşıp buluyor. “Örgütsel Bellek” diye yayın çıkaran kaç meslek derneği vardır bilemiyorum? Ya da afet deneyimlerini, etkinliklerini ve karşılaştığı zorlukları kitap olarak basan (Van Kitabı) kaç dernek vardır? Tıp dışında, mutlaka vardır; ama tıp içinde, bilimsel (ki o da Türkiye’de ne kadar mümkünse artık) yayıncılığını toplumsal dertlerinden ayırmayan çok az meslek grubu var. TPD belki bu anlamda tek…

İşte ben de hayatın kapısını sık sık çaldığı bu derneğinin içinde ara ara son okumalar yapıyorum. Kitaplar, paragraflar, satırlar, matbaaya gitmeden önce gözlerimin önünden geçiyor.

Gelelim Barış Kitabı’na…