Hayat genel olarak sıkıcıdır. Yani, oturup istatistiksel bir çalışma yapsaydık, hepimiz dâhil olmak üzere insanların büyük bir çoğunluğunun 'Hayatınız nasıl gidiyor?' sorusuna sıkıcı, sıradan, hep aynı, tekdüze, tekrarın tekrarı, yaşıyoruz işte gibi birbirinden çok da uzak olmayan cevaplar verdiklerini görürdük.
Ama her insanın hayatında, hayatının tek düze akışına gökten düşme gibi giriveren anları, saatleri ve hatta günleri olmuştur ve insan, hayatının tekdüzeliği arttıkça yani günleri birbirinden farksız hale geldikçe hep onlarla yaşamaya başlar. Bir daha geri gelmeyeceğini bildiği, artık bir tür büyü barındırdığını düşünmeye başladığı o pırıltılı anları, her gün ve her gün yeniden ve yeniden düşünerek tüketir hayatının geri kalanını. Müzik yapıyorsa eline müzik aletini ilk alışını düşünür; çalmayı öğrendiği ilk parçayı, çıktığı ilk konseri, konserin biletlerini... Yazıp çiziyorsa, arkadaşlarıyla toplanıp heyecanlı heyecanlı sabahlara kadar tartıştıkları, birbirlerine oradan, buradan, kendilerinden okudukları yazıları çağırır yeniden... İçip içip sabah erkenden, başı, kıçı, bacağı ağrımadan kalktığı günleri, bir şarkıyı ilk keşfedişini, bir zamanlar peşinde köpekler gibi koştuğu sevgiliyi, yazarı, gitaristi... Daha çoğaltılabilir ama gerçek olan şu ki insan belli bir uğraktan sonra anılarla yaşar, bugünüyle ya da hiç gelmeyecekmiş gibi uzak duran geleceğiyle değil; ve yine bilimsel temele dayalı başka bir istatistiksel çalışmayla bu sıradışı, yırtıcı anların, saatlerin, günlerin hayatımızın hangi kesitinde yoğunlaştığını, toplandığını inceleyecek olsaydık bulacağımız sonuçlar hayatımızın ilk yirmi, bilemediniz yirmi beş yılında toplanırdı: sorumluluklarımızın göreli olarak daha az olduğu ve aklımızın eşeğini 'keyfimize göre' yürüttüğümüz zamanlarda. Sonrası hep bir sıradanlık, hep bir yapmacıklık, hep bir idare etmedir.