27 Kasım 2016 Pazar

Bir gün bile yaşamak*

Gece indi nihayet. Uzun ve yorucu bir günün sonunda.

Yine çıkmış ortalığa. Karşılaşıyoruz bahçede. Gülümseyerek selam veriyorum. Üç yıldır orada, biliyorum. Tek başına. Bir ailesi yok. Sanırım. Çünkü bahçede ve civarda başka bir kirpi görmedim. Gören de yok. Kediler var, tek tük. Sırnaşık ve sevimli. Bir de insanlar var, tabii ki. Alabildiğine sıradan ve kendi halinde. Yine de sonuçta hep beraber yaşayıp gidiyoruz işte. O bahçede.

Ama kirpiyi bir ayrı seviyorum. Yanından geçerken meraklı gözlerle izliyor beni. Biliyorum tedirgin ama üç yıldır karşılaşıyoruz ve az çok tanıdık artık birbirimizi. Hayata beraber meydan okuyoruz, sanki. Ama daha çok o meydan okuyor. Onca betonun arasında hayatta kalabiliyor. Ve bir insan olarak şaşırıyorum onun direngenliğine. Hatta özeniyorum. Tek başına yaşayabilmesine, kendini koruyabilmesine.

**

Küba’da da en çok buna şaşırmıştım. Onca betonun arasında Küba’nın tek başına yaşayabilmesine, kendini korumasına. “90lar” demişti Norma, “çok zordu. Çoğu zaman tek öğün yemek vardı ve bazen o da yoktu.” Sovyetlerin yenilmesi ülke ekonomisini felç etmişti. Ama dayanmışlardı. Karşımda gülümseyerek o günleri anlatırken Norma, ben 90ları düşünmüştüm. Türkiye’de ve dünyada. Televizyonlarda Çiller, baba Bush ve Çarkıfelek vardı.

Tamam, küçük bir grup direnebilir. Bir çekirdek kendisini koruyabilir. Ama ya koca bir ülke? Koca bir toplum? Nasıl ikna edilirdi ki? Başka bir yol yoktu da katlanmışlar mıydı o günlere? Düşündükçe Türkiyeli kafam yanlış cevaplar buluyordu yanlış sorulara.

Tüm dünyanın bambaşka bir yere gittiği bir kesitte, hani neredeyse tek başına direnen bir ülkeydi Küba.

Ha, başka direnenler yok muydu aynı dönemde? Artık açık yüreklilikle sorabiliyorum kendime: Mızmızlanmak ne zaman direnmek oldu ki? Şimdi geriye bakıyorum da 90lardan bu yana ne de çok mızmızlanma var ve kendini direniş diye nasıl da yutturabilmiş tüm bunlar.

22 Kasım 2016 Salı

Delilik

Onca uğursuzluğa rağmen Türkiye’de bir de popüler alternatif müzik var. İyi ki! Gariptir ki bu popüler alternatif müzik toplumsal olarak her şeyin sarpa sardığı bir dönemde çıkıp geldi. Ülke, toplum, günler ne kadar sert, acımasız ve karmaşıksa bu müzik de bir o kadar rahat, basit ve derin. İşte tam da bu tarzın içinde uzun yıllardır Mabel Matiz, Yasemin Mori gibi farklı isimlerle çalışan Cihan Mürtezaoğlu geçtiğimiz aylarda ilk albümünü yayınladı.

Albüm daha ilk şarkıdan itibaren gerek sözleri, gerek ezgileri gerekse de Mürtezaoğlu’nun tarzıyla içine çekiveriyor. Yığıntılar arasındaki Tarlabaşı’nda yürürü gibi ya da soğuk ve yağmurlu bir günde Kabataş’tan denize bakar gibi oluyorsunuz albümü dinlerken. Sonra güneş açıyor, tatlı bir esinti çıkıyor. Sanki güneye gider gibi gözlerinizi bulutları aralıyor.

Hasret çeken (neye olduğu ne kadar önemli ki! Ama belki de önemlidir, değil mi? Evet), güzel günlere, bir kavuşmaya, bir buluşmaya, bir bakışa ve belki de bir ülkeye hasret çeken herkesin, içi yanan herkesin başucu albümü olmaya aday Bitsin Bu Delilik. Tavsiye ediyoruz.

Cihan Mürtezaoğlu • Bitsin Bu Delilik • DokuzSekiz Müzik • 2016*****

21 Kasım 2016 Pazartesi

Belki


Bir pazar sabahı. Gökyüzünde sevecen bir güneş. Çocuklar koşuyor palamutların altında, gülüşerek ve ara ara çığlıklar atarak. Hayat huzur dolu gibi. Oturduğumuz mekanda çalışan gençler hızlı adımlarla yetişmeye çalışıyorlar o huzur dolu hayata. Sonra bir fırsat oluyor. İçlerinden biri bir şarkı açıyor, kısık sesle. Tanıdık bir ezgi. Kürtçe. Daha doğrusu Zazaca. Kalkıp yanına gidiyorum. Yüzü sertleşiyor. Çekiniyor. "Açsana sesini" diyorum. Kısa bir tereddütten sonra bir rahatlık yayılıyor ifadesine. Hatta hafifçe gülümsüyor. Açıyoruz sesini. Bir daha dinliyoruz. Bir daha... Uzaklara dalıyorum. "Sevdin mi abi?" diye soruyor. "Çok." diyorum. "Uzak düştüğüm bir yakınlık gibi." diye ekliyorum. Meraklanıyor. O kadarcık zamanda bir tanışıklık olmuş aramızda, "Nasıl ki?" diye soruyor hemen. "Portekiz'de saudade derler. Bizdeki hasret gibidir. Kavuşulamayacak bir ayrılık...." Gölgeleniyor yüzü. "Umarım yaşamazsın." diyorum. Yeni bir grup geliyor, şarkı biterken. Masalara geçiyor insanlar. Bir koku da geçiyor onlarla, yaseminli, narin. Hafif bir esinti oluyor. Bana, yüzüme bakıyor çocuk. "Kürtçe'de xeribî derler. Belki uyar abi" diyor. "Belki" diyorum. Belki.

20 Kasım 2016 Pazar

Ogit


Ogit günlerce dolaştıktan sonra döndü eve. Yüzü çökmüş, gözlerinin ışığı gitmişti. Gölgeler içindeydi. Bir hayal gibi yığıldı masaya. Konuşmuyordu. Hiçbir yere bakmıyordu. İçine, sadece içine bakıyordu. Bulutlar geçiyordu orada. Ve sürekli ağlıyordu. Gözleri sanki artık sadece ağlamak için vardı. Sarılmıyordu, kimseye yakın değildi. Uzaktı. Orada olmasa onu gören herkes Ogit'i değil sadece ve sadece içindeki bulutları görebilecekti. Bir duman olarak o da. Sadece bir duman.

Ogit orada, o masada bir bulut olarak aylar geçirecekti. İyileşmek için çabalamadan. Bakmak için uğraşmadan. Yemeden ve de içmeden. Ve belki bir gün yeniden yaşayacaktı. Artık Ogit olmadan. Kendisinden geriye ne kalırsa, işte onunla belki yaşayacaktı.

17 Kasım 2016 Perşembe

Oyun: Kurmacanın prova sahası


Çevrimdışı İstanbul’un önceki sayısında yazınsal yaratıcılık, kurmaca ve bir zihinsel faaliyet olarak rüya arasındaki ilişkiyi ele almıştım [1]. Ve şöyle demiştim: Rüyalar, kurmacanın panayır alanıdır. Bu sayıda ele alacağımız oyun ise kurmacanın, yazınsal yaratıcılığın prova sahasıdır; alıştırma yeri, ön sahnesi ve ısınma odasıdır. Ancak oyun ile yazınsal yaratıcılık arasındaki tek ilişki bu ön prova durumundan ibaret de değildir. Evet, oyun bir tür deneme, esneklik, serbestlik ve sınır denemesidir ama bir yandan da keşfe dayalı bir onarımdır. Oyun yazınsal yaratıcılık içindeki kişinin kendisini yeniden keşfederek onardığı alandır. Oyun kişinin yaratıcılığının ve kendisini onarmasının, kurmasının alanıdır.

Peki yaratıcılık, özel olarak da yazınsal yaratıcılık söz konusu olduğunda psikanaliz nasıl bir oyundan bahsetmektedir? İsterseniz şimdi gelin, oyun ve kurmaca arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakalım.

Psikanalizde Oyun ve Oynama
Edebiyat kuramını da derinden etkileyen psikanalizde oyunun uzunca bir süre belirsiz bir yeri olmuştur. Freud ve ardılları, özellikle de Melanie Klein oyunun kendisiyle değil de oyunun kullanılış biçimiyle ilgilenmişlerdir. Oyun, tıpkı rüyalar gibi bilinçdışı zihinsel süreçlerin bir izdüşümü olarak görülmüştür. Buna göre oyun bir tekrarlamadır. Erken çocukluk deneyimleri oyun içinde tekrarlanarak o deneyim tanımlı hale getirilir. Bu tekrarlama da belirtinin kendisidir. Oyunun kendisindeki anlama ise pek bakılmamıştır.


15 Kasım 2016 Salı

Itamar Borochov ve geride bırakılabilenlere ağıt


Ortada Ortadoğu diye bir yer kalmamışken biz yanık ezgilerini, ya da onların makyajlanmış hallerini, Brooklyn'li müzisyenlerin çıktığı jazz clublarda mı bulacağız? Buna kimin hakki vardı ki? İsim isim hayatını kaybeden insanların müziklerinden yeni bir ağıt piyasası oluşuyor (farkında mısın?) Bu bir isyan müziği değil, kavgacı bir müzik değil,toprağını geri isteyen bir müzik hiç değil. 

İbrahim Maalouf'u dinledim yolda. Ümmü Gülsüm'e adadığı albümü. Elbette ki öncelikle soyadı çekti, merak ettik, Semerkand'ı hatırladık da öyle dinledik, biliyorum. Ama acı vermeye başladı bu müzikler.

Tanıdık bir müzik evet, ailemiz gibi geliyor bize, beğeniyoruz, türkü tutturur gibi dolanıyor hatta dilimize. Ama bu müzikler sadece geride bırakılana, geride bırakabilenlerin yaktığı bir ağıt. O da en fazla. Geride bırakamayanlar, düşenler, Palmyra'nin arkeologu, onların hesabini sormuyor bu müzikler. İste o yüzden canımı acıtıyor artık dinlemek. Jazz da değil o yüzden. Ya da belki artık jazz da o değil. Hani hep denir ya bize yeni bir şarkı gerek diye. İşte o, o klişe bir cümle değil. 

Itamar Borochov | Boomerang | Laborie 2016

12 Kasım 2016 Cumartesi

İd siyaseti


Bir başlangıç olarak, “ilginç” diyebiliriz. Neye? Siyasete özellikle de “küresel” siyasete. Çünkü günümüzün burjuva siyaset dünyası, geçmişte arızi olanın, istisnai gibi görünenin gittikçe kıtalararası bir standarda dönüştüğü örnekler çıkarıyor. Ardı arkası kesilmeyen figürler bunlar: Lafını sakınmayan, öyle ölçülülük falan aramayan, bastırmaya gerek duymayan, kitlelerin arzularına tercüman olan ve kitleleri ardına takan siyasi figürler.

Az gelişmişinden çok gelişmişine tüm kapitalist dünya otoriterin de ötesinde siyasi figürlere yönelmiş durumda. Toplumlar, özellikle de toplumların “sol” kesimleri Duerte’ye, Orban’a, Kaczynski’ye şaşırırken (“yok canım artık” derken) en son Trump herkesi (ana akım medyaya inanan, inanmak isteyen herkesi) ters köşeye yatırarak seçiliverdi.

Haydi diyelim ki bu isimler “sağ” siyasete ait. Modern zamanların en hünerli siyaset illüzyonunu yapan Çipras’ı ne yapacağız? Her şeye rağmen nezih siyaset dünyasının arızi durumu mu sayacağız?

Arızilik, yani burjuva siyasetindeki ölçülüğü, kibarlığı delen bir iki sivri figürün marjinal halleri geride kaldı. Başka bir şey oluyor siyasette. Hani neredeyse Antik Yunan’dan kalma bir formül bozuluyor. Neydi o formül?

Aristoteles kent devletlerinin anayasal işleyişini ele aldığı Politika’da insanın siyasal bir hayvan olduğunu belirtir. İnsanın belirli bir grup içinde yaşayabileceğini ve grubun tüm kurucu üyelerinin ancak bu sayede gelişebileceğini anlatır. Ve bir uyarı ekler: Bu özellik diğer canlılarda olmayan türde bir özelliktir. Yine bir grup oluşturma eğilimi olan arılardan ya da karıncalardan insanın biraradalığını ayırt eden, insanın sadece politik olması değildir; aynı zamanda rasyonel olmasıdır. İnsan, sadece topluluğun oluşmasını değil aynı zamanda işlemesini de sağlayan logosun emrindedir. Siyaset de bir araya gelmiş bireylerin rasyonel tartışma ile bir arada var olabilmek için logos yani akıl ile bir yol bulmasıdır.

11 Kasım 2016 Cuma

The Frontiers Are My Prison

Budist bir rahibi tanıtmaya kalkışmam belki biraz tuhaf olacak ama yine de otuz yılı aşkın zamana hepsi ses getiren sekiz şiir kitabı, iki roman ve bir çok albüm sığdıran zorlu bir sesi tanıtmak isterim. Kendi sözleriyle ‘yalın insan olasılığının’ peşinde koşturan bir yarı azizi, Leonard Cohen'i.

Aslında Cohen adından söz ettirmeye daha üniversite yıllarında yayınladığı şiirleriyle başlar. Kendi ülkesinin, Kanada’nın şiir geleneğine bir hayli yabancı olan kendine özgü tarzıyla kısa sürede önemli bir yer edinir. Ancak Amerika kıtasının en önemli çağdaş şairleri arasında anılmaya başladığında bile derdi kendi çapında bir şair olmaktır. Mitologyaları Karşılaştıralım, Dünyanın Baharat Kutusu isimli kitaplarından sonra 1960'ta Yunanistan’ın Hydra adasına yerleşir ve En Sevdiğim Oyun, Hitler’e Çiçekler, Cennetin Sırtından Geçinenler adlı kitaplarını yayınlar. Eleştirmenlerce ‘ucuz odaların saz şairi’ olarak etiketlendikten sonra bütün eleştirmenlere bir anlamda inat, ilk göz ağrısı olan müziğe döner.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Etler ve de cesetler

Zor bir gün geçirmişim. Zaten bu aralar hangi gün kolay ki! Kolay bir gün var mıydı ki? Neredeyse unutmuşum.

Hayırlı bir haber yok. Kapatma, çıkarma ve de atma haberleri yetmiyor, küçük depremler ekleniyor hepsinin üstüne. Kimsenin duymadığı, sadece kendi etrafını silkeleyen küçük yer sarsıntıları.

İlk sarsıntı haberi bir gece önce, gece yarısı gelmiş. Huzursuz bir bedenin intihar haberini almışız. Adımız gibi biliyoruz işaretlerini ve çokça da konuşmuşuz o çırpınışları. Er ya da geç oraya, intihara geleceğini bilmemize rağmen daha önce hiç konuşmamışız yine de. “Sahipsizlik öldürdü!” diyoruz artık. Cesedi bilmem kaç gün sonra bulunmuş. Kimse de gelmemiş cenazesini almaya. Kimsesizler mezarlığına gömülmüş. Ülkenin kısa bir özeti gibi geliyor bu ölüm.

Ama yetmiyor. Ülke, tarih ve de bizim kendi küçük tarihimiz de durmuyor.

Allak bullak uykulardan baskınlarla uyanıyoruz. Gürültü büyük. Üstüne bir haber düşüyor meslektaşlar arasındaki haberleşme grubuna. Bir başka küçük yer sarsıntısı. İçine girdiği bedeni bir kaç ayda tüketecek bir hastalık musallat olmuş son dalgalarla apar topar içeri alınan bir tanıdık. Önce baştacı etmişlerdi, şimdilerde ise... İnsanın yıllarca dünyaya başka pencerelerden baktığı insanlara üzülme dönemindeyiz. Kederleniyorum.