31 Mayıs 2016 Salı

Şelaleleri Başaşağı Çevirmek

Geçtiğimiz ay içinde, sanat tarihçisi ve yazar Barış Acar'ın Sel Yayıncılık'tan Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar ve Kült Neşriyat'tan Ekphrasis – Görünür ve Söylenir Arasında Geçitler kitapları birbiri ardına yayımlandı. Ters Dönmüş Kaplumbağa, avangardizm, sanatın politikası, küratörlük tartışmaları gibi daha kuramsal sorunlara odaklanırken; Ekphrasis, çağdaş sanat eleştirisi ve kimi sergiler üzerinden bu süreçteki yapıt üretme mantığı üzerine gidiyordu. Barış Acar'la Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar çerçevesinde Türkiye'de çağdaş sanatın durumu ve sorunları üzerine konuştuk.

Kitap bu on yıla yayılan yazılarından oluşuyor. “Ters Dönmüş Kaplumbağa” daha çok çağdaş sanat tarihini temsil ediyor ama bir yandan da sanki özneleşmek için çırpınan koca bir tarihi temsil ediyor.

Haklısın. Ben sanat tarihini görüyorum nereye baksam. Ama örneğin kitabın giriş yazısı “Kaplumbağalara ve Tavşanlara Dair Eksik Bir Mesel”, Osman Hamdi'den bugüne dek sanat algımızı yöneten yanlış bir algı üzerinde duruyor ve bu kesinlikle özneleşme anlayışımızla ve ürettiğimiz öznelik pozisyonlarıyla ilgili.

Özneliğin bir tür kapılma biçimi, devletleşme aygıtı olduğunu algılamak zor. Özneliğin bu yönü belirgin olarak 60'lı yıllarda Althusser felsefesinde detaylı bir şekilde analiz edilmiştir. Özneleşme ise bir sürecin ismidir. Her seferinde sınırları yeniden tanımlayan, üzerine konuşulan ve konuşanın kimliğini yeniden belirleyen, mekân ve zamanı organize ederek olanaklar yaratan bir süreçtir bu. Ranciere'in siyasalın oluşumu üzerine açıkladığı gibi, ele geçmesi imkânsız gibi görünen bir özgürleşme ufku gizlidir orada. Bireysellikler, hatta birey öncesi bir araya gelişler (insanlar, hayvanlar ve nesnelerle oluşan dizilimler) farklı dünyaların aynı anda mümkün olduğu bir dünya kurar.

Elbette burada bu tartışmayı özetlememiz imkânsız. Ama özellikle entelektüel dünyamıza baktığımızda ne demek istediğimi hemen anlayabilirsiniz. Örneğin Türkiye'de “aydın” kavramı öznenin “devlet” karakterini çok güzel yansıtır. Osman Hamdi'nin ressam olmak isterken Akademi'ye müdür olması, arkeolog olmak isterken müze müdürü olması bu trajik tarihi harika örnekler: Bireyselleşemeden özne haline gelmiş karakterler. Kaplumbağa terbiyecisinin asıl melankolisi burada gizlidir. Kaplumbağaların (halkın) yola gelmemesinde değil, “kendi” olmayı başaramamış bir öznenin ruh halini topluma yansıtma çabası asıl melankolik olan.


28 Mayıs 2016 Cumartesi

Çarşaf, Zincir, Balyoz

Zaman kapsülü ilk çıktığı zaman büyük ses getirmişti. Öyle ki etkisini yüzlerde katman katman, dalga dalga görebilmek mümkün oluyordu. Kısa sürede hakkındaki koyu şüpheleri ve yersiz endişeleri yatıştırmış, neredeyse hayatın olağan, doğal bir parçası oluvermişti. İsteyen istediği an kapsüle atlayıp yarına bir uğrayıp geliveriyordu.

Sonra zaman kapsülünden nefret edenler türemeye başladı. Daha doğrusu zamandan nefret edenler türemeye başladı. Kapsülü seviyor ama zaman meselesine homurdanıyorlardı. Hem de ne homurdanma! Kapsülün üst modellerini, güncellemelerini anında ediniyorlardı ama bir yandan da zaman geçmesin istiyorlardı. İkircikli bir düşkünlük içinde homurdanıp duruyorlardı.

Kapısını çalmadıkları âlim, bilgin, mucit ve şaman kalmamıştı. Zamanda geriye gitmek neden mümkün olmuyordu ki? Kapsüle dair bütün dertleri buydu. O kadar çok istiyorlardı ki sanki her neye mal olursa olsun ödemeye hazırdılar. Yeter ki zaman dursun, en azından yavaşlasın ve de mümkünse geri gitsindi. Zaman kapsülünden bir tek ve de bir tek bunu bekliyorlardı.

Dedemin daktilosu


Biraz edebiyat, biraz siyaset, biraz psikiyatri ve bolca rivayet...

Maydanoz yapraklarına saklanan şarkılar, radyodan dili bir karış dışarı sarkanlar, bir mail grubunda buluşanlar, bisikletine teneke bağlayanlar, sazlıkların arasında koşuşturan çocuklar, sidikler içinde uyanılan daracık odalar, ezgisini kaybeden yeşil kırlar.

Geçmiş ve de ihtimaller üzerine öyküler.

[Adana | Nâzım Hikmet Kültür Merkezi | Yılmaz Güney Salonu | 28 Mayıs 2016 | 14.00]

24 Mayıs 2016 Salı

Colin Stetson: Sorrow

"What is most surprising about avant-garde saxophonist Colin Stetson’s Sorrow - A Reimagining of Gorecki's 3rd Symphony is how fully it embraces the music’s inherent sweep. Stetson’s often known for bracing music, and his fans might have expected him to cut this big souffle with quinine. But from the first movement’s opening canon, with Stetson blowing long, low notes mimicking the orchestra’s double basses, it’s pretty obvious: Whatever this piece has meant to decades of listeners, it has meant something similar to Stetson. He clearly loves it, and his recreation is nothing it not a personal act of love. - Jayson Greene | Pitchfork Media"

21 Mayıs 2016 Cumartesi

‘Yeni Türkiye’ Sendromu: Tanıdan Tedaviye*


Toplumsal, siyasi durumların tıbbi terimlerle ya da psikolojinin, psikiyatrinin terimleriyle ele alınmasının kısmen bir siyasi çaresizlik belirtisi olduğunu düşünmüşümdür. Siyasetin gücü yetmeyince insana dair hemen her durumu tanımlamaya çalıştıkları için tıptan, psikolojiden yama yapıvermek kolay oluyor.

Yakıcı bir dönemin içinde yaşamak ise zor oluyor. Çünkü nereden gelip nerelere gitmekte olduğunuzu kestirmek pek mümkün olmayabiliyor. İşte belirsizliğin içinde biçare kalmaktansa tıbbi ya da psikolojik tanımlamaları kullanmak işe yarayabilir. Örneğin üstünden neredeyse yüzyıl geçtikten sonra kimse çıkıp da dünya savaşlarını öncelikle psikolojik terimlerle, kuramlarla açıklamıyor artık. O döneme dair siyasetin ateşi düştü.

Ama, örneğin, siyasetin gücü toplumun ateşine yetişemediği bir dönemde, toplumu da analiz etmek Freud’un kaçamayacağı bir mesai olmuş. Belirgin biçimde isteksiz ve kötümser olmasına rağmen oturup Uygarlığın Huzursuzluğu’nu yazmak zorunda kalmış, Freud. Tuhaflıkları, açıklanamayanı, psikolojinin çerçevesiyle açıklamayı denemiş.

Tarih bir yanıyla böyledir. Tuhaf görünen ancak zamanla tuhaflığından sıyrılır ve bir yere oturur. Neyin nereye gittiği ancak zamanla belirginleşir, çünkü. Ama insan ilişkilerinde nerede bir tuhaf varsa, işte orada psikolojik olan bir şeyler vardır. Benzer biçimde, tuhaf, toplumsal dokunun bilinmeyen ya da az çok bilinen arzularının, isteklerinin ve özlemlerinin kendini belli ettiği yerdir.

Örneğin Hitler’in kitleleri arkasından sürükleyen ihtirası tuhaf bir haldir ama o dönemin Almanya’sına şimdi dönüp baktığımızda hiç de tuhaf değildir. Ya da Batista, o dönem için ne kadar da tuhaftır. Fidel bir çok konuşmasında Batista’ya bönlüğü, önünü görmezliği ve kibri için teşekkür etmiştir. Çünkü tuhaf Batista ve emperyal hamisi Kübalıların işini kolaylaştırmıştır. Tuhaf bir adamla, bir halk tuhaflaşarak başa çıkmıştır.

Temel olarak işleyen sınıf mücadelesi ve o mücadelenin yasalarıdır. Kitle psikolojisi ya da kişiliklerin yasaları değil. Ama neyin nereye evrildiği ortaya çıkıncaya kadar bazı haller farklı, tuhaf görünebilir. Psikoloji, o tuhaflıklar için geçici ama kapsamlı bir açıklama sunabilir.

Türkiye, tuhaflıklar arayanlara bol malzeme sunuyor. Cemal Dindar işte bu tuhaf anları işlediği yazılarından bir tanesinde Türkiye’nin son yıllarından “insanlığın eşitsizlik tarihinin neredeyse tüm sahnelerinin yeniden kurulduğu bir dönem” olarak bahsediyor.*

17 Mayıs 2016 Salı

Küba: Hep sağolsunlar!


Küba çeşitli zorlukları olan bir ülke. Ambargo bir yana, coğrafi konum olarak da ciddi zorlukları var. Ve sosyalist düzenin de sorunları birkmiş durumda. Zaten kimse bunu inkar etmiyor. Kimse böylesi zorluklar hiç yokmuş gibi davranmıyor.

Sanırım doğru olan da bu. Zorluklarla yol alabilmek. Dürüstçe ve kendine sahip çıkarak. Kendinden vazgeçmeyerek... Zor olan bu, yani bile isteye yine de zor olanı tercih etmek.

Kolay gibi görüneni, kısa yolları tercih etmeye ise siyasette pragmatizm deniyor ve ne yazık ki gerek Türkiye'de gerekse dünya solunda bol bol var pragmatizm.

Küba ise zor olana alışmış bir ülke. Tabii ki handikapları var bunun. Ama bir kesiminin değil tüm ülkenin o yıl boyunca neredeyse açık sınırında yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Reel sosyalizmin çözülmesi bir gecede Küba'yı yapayalnız bırakmış. Yapayalnız derken bayağı bir yalnız kalmış Küba. O derece ki on yıl boyunca tüm ülke günde iki öğün yemeğe talim etmiş. Kollektif bir diyet gibi düşünün. Hep beraber altına girişilen zorlu bir süreç olarak düşünün. Hep beraber, kollaktif falan derken de yaklaşık on milyonluk bir nüfusu düşünün.

Az bir fire dışında hep beraber zor olanı tercih etmişler.  Ve altından da kalkmışlar. Yara bere içinde kendilerinde ısrar etmişler. Tüm dünya 90lar boyunca kapitalist gelişimin hızlanmasının getirdiği yeni nimetlerinin (AVMler mesela, o dönemin nimeti değil miydi?) tadını çıkarırken Küba başka bir yolda, tek başına ısrar etmişti. 

İşte yukarıdaki fotoğraf bunun bir hatırlatması. Eğilip bükülmeden de kendinde ısrar etmenin mümkün olduğunun, hatta kendinde ısrar etmenin tek yolunun fotoğrafı.

Bir an, bir kare: ABD başkanı (ki ne yalan söyleyeyim, Obama Küba ziyaretinin başından, hatta öncesinden sonuna kadar çok sevimliydi; bir CEO ne kadar sevimli olabilirse o kadar. Yani nhereden baktığınıza bağlı; etkileyici de bulabilirsiniz, guru olarak da görebilirsiniz; doğrudan soytarı diyip geçe de bilirsiniz! İşte aynen öyleydi...) Raul Castro'ya sarılmak için hamlede bulunuyor ve Raul "Gel bakalım koca oğlan!" yaklaşımıyla "diplomatik taammülleri" de zorlayan bir sınır çekiyor başkana. Sarılmaya çalışan kolunu alıp yukarı kaldırıyor, "pazarsa buyrun, Dünya pazarına sunalım sizi, özgürce" der gibi. Emperyalizme, kapitalizmin baş temsilcisine, hepimiz adına, sosyalizm adına "Ağır ol bakalım!" diyor.

Bunu söyleyebilen ne kadar az siyaset çizgisi kaldı dünyada farkında mısınız? Reel sosyalizmin çözülüşü, eğilip bükülmemeyi, kendi olarak kalabilmeyi de götürdü yanında.

Evet, Küba'nın işi, geleceği kolay değil. Sanırım hiç kolay olmadı da. Hepimizin olduğu gibi. Ama başka bir onur, haysiyet, vicdan taşıyanların olduğunu yeniden hatırlatmak bile yeter Küba için.

Hep sağolsunlar!