31 Ekim 2015 Cumartesi

İnandık! İnandık beynimizle!..*


Şimdi ne düşünüyorum, biliyor musun? Aslında uzun bir süre aklımla, beynimle inanmadım, ben. Salt yüreğimle inandım; öyle olsun istedim. Hatta bir ara işi kedilere kadar vardırdım; “Onlar da sosyalizm istiyorlar!” dedim, kendi kendime. Deli miyim, neyim? Şimdi ‘deli’ kelimesini kullanması yasaklı bir mesleğin içindeyim. Hâlbuki ara ara kendi kendime düşünür, güler ve konuşurdum. Hâlâ da öyle…

Mesela bu aralar aklıma Hacettepe yurtlarından bir Cumartesi sabahı çıkıp yakınlardaki pazaryerine yürüyüşümüz geliyor. Gülümsüyor ve de gülüyorum, tabii ki… Kafası dumanlı, kanı deli deli akan iki insan, heyecanla gitmiştik Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun seçim mitingine. Belki hiç söylememişimdir sana; kendimizi, bizi, dağları devirecek kadar güçlü, azgın dalgaları alt edecek kadar cesaretli, hiç bilmediğimiz kapkara dehlizlere dalacak kadar gözüpek hissetmiştim, pazaryerindeki o dağınık kalabalığa yaklaştıkça.

Toplum bizi kesmiyordu. Müzik bizi ikna etmiyordu; dizeler yetmiyordu ve kitaplar da bilmiyordu. O zamanlar… Daha farklısı değil, daha kökten olanı lazımdı bize. Biz de daha radikal olmalıydık. Yarın, öbür gün ne olur, ne düşünürüz diye düşünmemeliydik. O zamanlar hesapsızdık… İnsan beyni de hesapsızmış aslında, biliyor musun?

Şimdi bu hesap uzmanlığı niye? Neden hesap uzmanlarına dönüştü herkes?

22 Ekim 2015 Perşembe

Sol, Türkiye ve psikopolitik


Değerli arkadaşlar;

Öncelikle bu acı, öfke ve keder dolu günlerde hayatını kaybedenleri bir kez daha, bu düzeni değiştirme kararlılığımızla andığımızı hatırlatarak sözlerime başlamak istiyorum. Sizlere ve kendimize “Hoş geldiniz” diyemeyeceğim. Aslında çok anlamı vardı bu söylenememiş ‘Hoş geldin’in. Öncelikle bizim için. Çünkü bir süredir burada, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde psikiyatri, sinirbilim, psikanalitik kurama dair bilgimizi, deneyimimizi Marksizm ve sosyalizm mücadelesi ile birlikte düşünebileceğimiz, birlikte ele alabileceğimiz bir etkinlikler dizisi başlatmak istiyorduk. Bu hem bizim için, hem de çatısı altında bulunduğumuz bu düşünce ve eylem vahası için çok anlamlıydı. Ve kucaklayıcı bir “Hoş geldin”i hakediyordu. Ama şimdi planladığımız etkinlikler dizimiz başka bir anlamı olarak başladı. Kayıplarla…

Kayıplar insan hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu kadar sosyalizm mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası. Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda toplumsal mücadeleler geçmişimizin önemli, hatta ağırlıklı bir bölümü baş edilmesi zorlu birçok kayıplarla doludur. Herhalde bu anlamda Türkiye güney Avrupa kuşağındaki ve Latin Amerika ülkeleriyle bir nebze aynı kaderi yaşamaktadır diyebiliriz. Bir nebze derken ileride açmaya çalışacağımız biçimde Türkiye’de sol toplumsal bir güç olmaktan uzaktır ve bunu ancak kendisi olmaktan çıkarak başarabileceğini her seferinde yeniden ve yeniden öne sürmektedir.

Kayıplar, yas ve toplumsal mücadeleler konusuna daha ayrıntılı olarak girmeden önce burada ne yapmak istediğimize dair biraz daha bilgi vermek istiyorum. Özellikle de etkinliklerimize ilgi gösterecek katılımcıların, dinleyicilerin ve konuya ilgi duyan meraklıların gerek psikiyatri, psikoloji ve psikanaliz terminolojisi ya da tam da diğer uçta olmak üzere Marksizm’in kendi diline aşina olmayışlarını göz önünde bulundurarak.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Siyasi bir talep olarak yas, mümkün mü?

Psikiyatri içinde kendimi bir biçimde yakın bulamadığım bazı konular vardır. Yakın bulamadığım derken açıklamaların, detayların ve öne sürülen kalburüstü yaklaşımların aksadığını düşünürüm; tabiri caizse yazılanların, düşünülenlerin dikiş tutmadığını gördüğüm konulardır bunlar.

Bu konulardan, alanlardan bir tanesi intihardır. Psikiyatri kitapları intiharı enine boyuna ele alır ama örneğin en temel soruya, Brecht’ten ödünç alarak söylersek bizleri neyin hayatta tuttuğuna hiç yer vermezler. Hayat neden yaşanası olsun ki? Bu sorunun yanıtı yoktur hayatı yaşamaya değer bulmayanlar üzerine yazılan bölümlerde, kitaplarda.

Dikiş tutmayan konulardan bir diğeri de yastır. Halbuki psikiyatride bir çok yakınmanın, bir çok psikiyatrik belirtinin, sürüp giden ve bir türlü dinmek bilmeyen bir sürü insanlık halinin altında ‘tutulamamış bir yas’ olduğunu söyler kitaplar. Kişi “kayıplarıyla baş edemediği için” çeşitli belirtiler geliştirmiştir. Ya da “zaten baş edilemeyecek bir kayıp vardır” klinik tablonun altında.

Psikiyatri yası neredeyse baş köşeye koyduğu kadar aslında tam olarak nereye yerleştirceğini de bilememektedir. Örneğin geçtiğimiz yıllarda psikiyatrik bozuklukları sınıflandırmak için Amerikan psikiyatrisi öncülüğünde yapılan uzun tartışmalarda yas neredeyse bir hastalığa dönüştürüldü. Yani kayıptan sonra ortaya çıkan üzüntü, isteksizlik, hayattan keyif almamak, insanın tadının tuzunun olmaması, bungunluk “nasıl olsa eninde sonunda tedavi ediyoruz” denilerek depresyondaki dışlama kriterleri arasından çıkarıldı. Artık ‘yas=depresyon’, yani mutlaka ama mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durum.

Velhasıl yas, psikiyatri içinde dahi tam olarak kestirilemeyen bir konu. Ya çok önem atfediliyor (ve böylece kökten bir sorgulamadan da uzaklaşılmış oluyor) ya da insani bir hâl olmaktan çıkarılıp iyiden iyiye tıbbileştiriliyor (ve böylece kökten bir sorgulamaya hiç gerek kalmıyor).

Şimdi ise politik bir talep olarak yasın yükselişiyle karşı karşıyayız. Türkiye’de…